Adalet ve Kalkınma Partisi yeni anayasayı tek başına yapma fırsatını ele geçirdi. Bu fırsatı 1 Kasım seçimlerinin sonucu yarattı. Gerçi yeni anayasayı referanduma götürmek için gereken asgari milletvekili sayısı olan 330’u yakalayamadılar ama bir hayli yaklaştılar. Daha önemlisi, her iki seçmenden birinin desteğini almayı başardılar. Böylece tek başlarına istedikleri gibi bir anayasa yapmanın dayanılmaz cazibesi de zuhur etti.
Hızla işe girişildi. Parti içinde kurulan komisyonların AKP anayasasını yazmaya başladıkları, mayıs ayında taslağın kamuoyuna açıklanacağı, ardından büyük bir ikna kampanyasına girişileceği, sonbaharda da referandum yapılacağı söylendi.Biz de bu tarihi fırsatın önündeki iki malum engeli AKP’nin aşıp aşamayacağını tartışmaya başladık. TBMM’de yapılacak gizli oylamada pekâlâ MHP saflarından yeterli sayıda (14 +) milletvekili çeşitli yollarla ikna edilebilirdi. Olmadı “Yeni anayasayı engelliyorlar” gerekçesiyle erken seçime gidebilirlerdi. Çeşitli siyasal ve ekonomik riskler nedeniyle bu yol tercih edilmezse, ki şimdilik tercih etmedikleri anlaşılıyor, dokunulmazlıkları kaldırarak HDP milletvekillerini Meclisi terk etmeye zorlamak, ardından da boşalan milletvekillikleri için yapılacak zorunlu ara seçimlerde eksik 14+ milletvekilini elde etmek mümkün olabilirdi. Referanduma gidildiği takdirde AKP’nin anayasasının seçmenden yeterli desteği sağlayabilmesi ise daha kolay aşılabilecek bir engel olarak görülüyordu.
Öyle sanıyorum ki Erdoğan dahil, AKP yönetimi ülkenin mevcut kutuplaşması tavan yaptıktan sonra yapılacak bir referandumda AKP anayasanın yüzde 50’nin biraz üzerinde bir oyla kabul edilmesini fazlasıyla riskli bulmaya başladı
Bu senaryolar hararetle tartışılırken AKP anayasası sürecinde beklenmedik bir yön değişimi gerçekleşti. Önce Cumhurbaşkanlığı katından yeni anayasa işini aceleye getirmemek gerektiği söylendi. Anayasa taslağını enine boyuna tartışmaya ihtiyaç olduğu ve seçmenden geniş destek sağlandıktan sonra düğmeye basılmasının doğru olduğu beyan edildi. Davutoğlu ile Erdoğan arasında görüş ayrılıklarının varlığına dair işaretler çoğaldı. Son olarak da malum “laiklik” tartışması patlak verdi.
Bu ani yön değişimi nasıl açıklanabilir? Aklıma ilk gelen düşünceleri paylaşmak istiyorum. AKP yeni anayasayı tek başına kotarma fırsatının önceden öngörülemeyen zor tercihlerin, açmazların parti içinde açığa çıkmasına neden olduğu, bir bakıma Pandora’nın Kutusu’nun istemeden açıldığı kanaatindeyim.
Demokratik sıfatına layık anayasalar geniş bir toplumsal mutabakata dayanır. Anayasa değişimlerinin parlamentolarda ancak özel çoğunluklarla mümkün olmasının ardındaki temel gerekçe de bu toplumsal mutabakat ihtiyacından kaynaklanır. Bizde de anayasa değişikliği için ilk aşamada milletvekillerinin üçte ikisinin (367) desteği aranır. Bu destek yoksa en azından 330 milletvekilinin (parlamentonun beşte üçü) desteğinin sağlanması koşuluyla referanduma gidilebilir. Ancak bu noktada toplumsal mutabakatın sağlanması gereği göz ardı edilmiştir. Yeni anayasa yüzde 50+1 oyla kabul edilebilir. Oysa en azından parlamentoda şart koşulan beşte üçlük referandum çoğunluğunun (yüzde 60 barajı) referandum için de şart koşulması gerekirdi.
Öyle sanıyorum ki Cumhurbaşkanı dahil AKP yönetimi ülkenin mevcut kutuplaşması tavan yaptıktan sonra yapılacak bir referandumda AKP anayasanın yüzde 50’nin biraz üzerinde bir oyla kabul edilmesini fazlasıyla riskli bulmaya başladı. Böylesine zorlama bir anayasa ile Türkiye’yi istikrar ve huzur içinde yönetebileceklerinden emin değiller. Bu kaygıyla anayasa hazırlığında frene basma ihtiyacı ortaya çıktı. Referandumda nispeten yüksek bir destek sağlamak için başkanlık rejimi konusunda fazla taviz vermeden AKP’ye oy vermeyen seçmenden de destek almanın yollarını aramak zorunda olduklarını idrak etmiş gibi görünüyorlar.
AKP’de kapalı kapılar ardında anayasanın temel ilkelerine dair çetin tercih tartışmalarının yapıldığı kamuoyuna yansıyan çeşitli tezahürlerden anlaşılıyor
Aslında toplumsal meşruiyeti sağlam bir anayasa yapmanın yolu elbette CHP ile uzlaşmaktan geçiyordu. Ancak başkanlık sistemi dayatması nedeniyle bu yol kapandı. HDP ile Kürt sorununa barışçıl bir çözüm üzerinden oluşturulabilecek bir anayasa işbirliği de gündemden malum nedenlerle tamamen çıktı.
AKP böylece asgari uzlaşma ile anayasa yapmanın dayattığı kısıtlardan kurtularak özgürleşti ama açmazlar da bu tam bu noktada kendini göstermeye başladı. Hangi partinin tabanından, hangi tavizlerle destek arayacaklar. MHP’li Türk milliyetçisi seçmenleri mi, yoksa HDP’ye oy veren ama PKK’ya destek vermeyen Kürt seçmenleri mi ikna etmeye çalışacaklar. Olmadı CHP ile MHP arasındaki gri alanda konumlanan esasen Türk milliyetçisi ama laikliğe duyarlı seçmenlerin mi desteğini arayacaklar.
AKP’de kapalı kapılar ardında anayasanın temel ilkelerine dair çetin tercih tartışmalarının yapıldığı kamuoyuna yansıyan çeşitli tezahürlerden anlaşılıyor. AKP’nin aşmakta zorluk çektiği ikilemleri şöyle özetleyebiliriz:
Yürütme erkinin başı cumhurbaşkanı olacak. Bu tamam. Ama başbakan da olacak mı? Olacaksa yürütme yetkileri nasıl paylaştırılacak? Başbakanlık ilga edildi diyelim. Başkana kanun hükmümde kararname çıkarma yetkisi verilecek. Bu yetki fazla geniş tutulursa, yasama yetkisinin gasp edilmediği, kuvvetler ayrılığına sadık kalındığı nasıl iddia edilecek? Başkana 12 Eylül anayasasının Kenan Evren için düzenlediği atama yetkilerinin de ötesine geçen atama yetkileri verildiğinde “tek adamlı otoriter rejim” suçlamalarına karşı AKP anayasasını nasıl savunacak?
12 Eylül anayasasının devletçi, merkeziyetçi ve Türk milliyetçisi söylemi ne ölçüde yeni anayasada etnik tarafsızlıkla, âdemi merkeziyetçilikle bağdaşır hale getirilecek. Yeni anayasada İslam’a referanslar olacak mı? Olacaksa “laik devlet” ilkesi ile nasıl kaynaştırılacak? Resmi Sünni İslam’ın temel kurumu Diyanet İşleri “her inanca eşit mesafede Devlet” iddiası çerçevesinde yeni bir şekil alacak mı?
Bu ikilemler aklıma gelenler. Kuşkusuz atladıklarım vardır. Anlaşılan o ki, seçmenden nispeten geniş bir destek alabilecek AKP damgalı bir anayasanın yapılması hiç de kolay değilmiş.