13 Ağustos 2022 tarihinde T24'te "Nazi Mirası" başlıklı bir yazım yayınlandı. Bu yazıda Prof. Vamık Volkan'ın Nazi Mirası kitabından alıntılarla Nazilerin kötü-kanlı geçmişlerinin nesiller arası bilinçdışı aktarım yoluyla torunlar-çocuklar üzerindeki olumsuz etkilerinin uzun terapi süreçleri sonunda nasıl ortaya çıktığı ile ilgili birtakım değerlendirmelerden söz etmiştim.
Yazıya olumlu-olumsuz birçok eleştiri geldi. Olumlu olanlardan bazıları kuşakların atalarının failliği ile ilgili tarihi sorumluluktan kurtulması gerektiği ve bu konuların henüz ülkemizde konuşulmadığı bu yönüyle epigenetik tartışmalarının da yapılmasının önemli olduğu şeklindeydi.
Olumsuz eleştirilerin başında meselenin liberal bir bakış açısıyla değerlendirildiği şiddeti psikolojiye indirgeme, terapiyle toplumsal sorunları şiddet failini/düşmanı da anlama türünden anti-politik eğilimlerin çeyrek yüzyıl öncesinden başlayarak öncelikle kampüslerde ilgi gördüğü, son yıllarda hümanist sivil toplum çalışmalarında merkezi bir yer oluşturduğu, şiddeti politikadan izole ederek, psikoloji disiplini içinde açıklama eğilimine mesafeli durulması gerektiği şeklindeki görüştü.
Her iki eleştiri de çok önemli, olumlu eleştiri olarak bu meselenin henüz kendine çok yer bulamadığı şeklinde haklı eleştiriye karşı "bu zeminin ve sorunun ilgili akademik ve entelektüel çevrelerde layıkıyla tartışılmaya başlanması elbette çok gerekliydi" şeklinde bir cevap şimdilik yeterli görülüyor.
"Şiddetin, zorbalığın nedenlerini politikadan bağımsız düşünerek, bireylerin psikolojik hallerinden kaynaklı bir olgu olarak değerlendiren anlayışlara karşı mesafeli durulması" şeklindeki eleştiri çok yerinde olmakla birlikte yazının yazarı olarak bu anlayışta olmadığım bilgisinin bilinmemesinden kaynaklığı olduğunu düşündüğüm değerlendirmeleri eksik bulduğumu belirtmek isterim.
Uzun yıllardır başta ülkemiz olmak üzere tüm dünyada yapılan insanlığa karşı suçları araştırmaya-öğrenmeye çalışan birisi olarak, yaşamı anlama kılavuzu olarak "diyalektik ve toplumsal materyalizm" metodunu kullandığımı belirtmek isterim. Dolayısıyla olayları değerlendirirken öncelikle toplumsal koşulların belirleyici olduğundan şüphem yok.
İşte bu hatta başka bir handikap şu şekilde karşımızda duruyor. Salt bu açıdan bakıp kişisel davranışların arkasındaki bilinçli ya da bilinçsiz süreçleri hiçe saymak da ayrı başlı başına bir sorun değil mi?
Eleştirileri böyle karşıladıktan sonra...
Öncelikle yazımla ilgili bir özeleştiri yaparak başlayayım, ilgili yazının bir bölümü şu şekildeydi:
"Yakın tarihte gerçekleşen 1900 Ermeni Katliamları, ardından Dersim, Koçgiri, 6-7 Eylül, Maraş, Çorum, Sivas, Gazi vs. soykırım-pogrom gibi katliam çeşitlerinin, kalanlar üzerinde nasıl bir etki yarattığı son zamanlarda daha çok konuşuluyor, tartışılıyor, akademik çalışmalara konu oluyor. Kürt, Ermeni, Alevi halkları üzerindeki "sürekli-devam eden yas" durumunun onların giyimi, ölümler karşısındaki refleksleri, günlük yaşamdaki birtakım melankolik durumlar vs. Tamamlanmamış, tutulmamış yas, yüzleşilmemiş geçmişle ilgili olduğu dillendiriliyor. Tam bu noktada konuşulmayan, tartışılmayan (ya da az konuşulan ve tartışılan diyelim) bir şey var ki katledenler ve genetik mirasçıları cephesinde neler yaşanmakta. İşte bu kitap buna kişisel psikoloji açısından bir cevap sunuyor."
Burada şu ayrımı yapmadım, bu meseleler ile ilgili düşünürken devletin ve onun aparatlarının direkt içinde asıl fail konumunda olduğu durumlar ile sıradan fail diyebileceğimiz durumları ayrıştırmak gerekiyordu. Örneğin Gazi Mahallesi'nde direkt devlet güçlerinin katliam yapması ile Maraş'ta komşunun katliam yapması arasındaki farkı belirtmek gerekiyordu. Nitekim devlet görevlisinin failliği ile komşu failliği aynı şey değil. Birisinde emirlere uyma, ciddi bir organizasyon, failliğin parçalanmışlığı gibi durumlar var. Öbüründe daha başka, sıradan, günlük yaşamın içinde bir takım şiddet kaynakları olabiliyor.
İlk yazıda hâlihazırda salt fail travması ile ilgili çalışmaların bile yetersizliği varken "faalin mirasçıları" ile ilgili çalışmaların hiç olmamasını normal ama büyük bir eksiklik olduğunu belirtmiştim. Yazının devamında hâlihazırda bu durumlarla ilgili çalışmalar yaptığımdan dolayı bu alandaki deneyimlerim üzerinden bazı düşünsel sorunları paylaşmaya çalışacağım.
Faillerin hâlâ hayatta olduğu ve mağdurlarla ya da katledilenlerin mirasçılarıyla birlikte yaşadığı yerlerde; örneğin Maraş'ta, Çorum'da ya da İstanbul Feriköy'de, Kurtuluş'ta, Kuzguncuk'ta, Mardin Midyat'ta bu işler nasıl görülüyor, nasıl birlikte yaşanılıyor? Mağdurun öfkesi, failin utancı (utanana pek az rastlasak da) vs... Bu meselelerle ilgilendiğimden beri en ilginç ve belirsiz alanlar gelmiştir bana.
Maraş Katliamı ile ilgili uzun yıllardır araştırma-çalışma yapmaktayım. Maraş'ta katliam yapılan mahallede doğmuş, büyümüş olmam, hâlâ evimizin orada olması, annemin orada yaşaması dolayısıyla özgün bir halim bulunmakta. Bu yönüyle yaptığım çalışmalar sonucunda mağdurlara- faillere direkt temas edebilen bir durumdayım.
Bu noktada fail travması ya da bu durumu anlama/öğrenme çabası, faili meşrulaştırmak gibi olası risklerle ilgili bir şeyleri yazmak gerekliliği doğmuştu. Çünkü hali hazırda Maraş Davası'nda sanık olarak yargılanan faillerle görüşme yapmak gibi bana ve ilgili herkese ne getireceğini bilemediğim bir çalışmanın içerisindeyim.
Fail yakınlarıyla ya da fail olduğu muhtemel kişilerle görüşürken Javier Cercas'ın Sahtekar isimli kitabının önsözünde belirttiği çelişkilerin tamamını hissediyorum. Cercas, Nazi kamplarında kalıp sağ çıktığını, İspanya İç Savaşı'nda anti-faşist olduğunu iddia ederek bir ömür boyu siyasi istikbal sağlayan Enric Marko isimli toplumda önemli bir meşruiyeti bulunan bir adamın bir sahtekar olduğunu, anlattığı şeylerin yalan olduğunu bilerek onunla görüşmüştü.
En büyük korkusunun:
"Onu anlamaya kalkışarak dolayısıyla onu affederek, insanoğlunun işlemiş olduğu en kötü cinayetin kurbanlarıyla alay eden bir adamın suç ortağı olmakla suçlanma korkusu olduğunu yazmıştı."
Devamında Tzvetan Todrov'un kitabından şu alıntıyı yapmıştı.
"Onlar cellatlarını anlamaya kalkışmak zorunda değiller. Çünkü anlamak kısmen ve geçici olarak onlarla özdeşleşmek anlamına geliyor ve bu kendini yok edişe yol açabilir, ama diğerleri, bizler, kötüyü özellikle en kötüyü anlama çabasını ortaya koymaktan kaçınamayız, çünkü anlamak haklı çıkarmak değil, kötünün geri dönüşünü önleyecek donanımı sağlamaktır."
Bernhard Schlink ise -okuyucu romanından soykırım faili olduğunu öğrendiği sevgilisi için şöyle yazmıştı.
"Hanna'yı hem anlamak hem de mahkûm etmek istiyordum, ama buna izin vermeyecek kadar korkunç bir suçtu bu. Onu anlamaya çalıştığım zaman gerektiği gibi mahkûm edemeyeceğim hissine kapılıyordum. Gerektiği gibi mahkûm ettiğim zamanda anlamaya hiç yer kalmıyordu. Ama Hanna'yı anlamak da istiyordum aynı zamanda. Onu anlamak Hanna'ya bir kez daha ihanet etmek demekti. Bu sorunun üstesinden gelemedim. Her ikisini de başarmak istiyordum. Hem anlamak hem de mahkûm etmek. Ama ikisini de beceremedim."
Zülfü Livaneli'nin güncel kitabı Kaplanın Sırtında'da 33 yıl boyunca ülkeyi büyük bir baskı ve zulümle yöneten Abdulhamid'in sürgünde doktoru olarak görevlendirilen muhalif Tabip Yüzbaşı Atıf Hüseyin Bey'e şunu söyletir:
"Bunu söylerken de odanın karşı köşesinde oturduğu halde ağzını, burnunu mendille kapatmış olan bu yaşlı adamdan eskisi kadar nefret etmediğini hissediverdi. Adam sanki padişah kimliğinden sıyrılmış, geleneksel Türk evlerinde köşede oturan, eli tespihli, başı takkeli, ahiretine hazırlanmak için ağzından mırıl mırıl dua eksik olmayan, bazen huysuz bazen tatlı, sakallı bir dedeye benzetmişti."
Tüm bu örnekler sonucunda failleri anlamaya çalışmak özellikle pişmanlık belirtisi olmayan faillerle görüşmek faydadan çok faile çanak tutan bir hale dönüşür müydü? Bu risk çok mu büyük?
Ya da The Act Of Killing sahnesi gibi olan bir ülkede , bu çok zor ve faydasız bir çaba mı olacaktı?
The Act Of Killing ilginç bir belgesel filmdir. Ufak bir çete iken korkunç bir paramiliter gruba dönüşerek binlerce insanı öldüren küçük bir grubun üyeleri başroldedir. Grup üyeleri kendi kahramanlıklarını anlatırlar. Belgeselin onlara övgü amaçlı yapıldığını düşünürler. Aslında film önce mağdurların anlatımıyla yapılmak istenir, ancak insanlar o kadar korkak ve siniktirler ki anlatı mecburen faillerin hikayesine dönüşür.
Failler, yaptıkları katliamları sıradan bir şeymiş gibi bira içerken müzik eşliğinde anlatırlar, sanki bir katliamı değil sıradan komik bir anıyı anlatır gibi anlatırlar. Diğer yandan babası öldürülen birisi de vardır belgeselde. Katillerle birlikte babasının nasıl katledildiğini anlatırlar hep beraber. Hem de gülerek. Hatta "beni yanlış anlamayın, sizi eleştirmiyorum, yaptıklarınız doğruydu" der babasını işkenceyle öldüren katile.
Belgesel boyunca, "gerçek mi, kurgu mu?" diye gidip geliyorsunuz. "Gerçek olmamalı, olamaz, tuhaf bir durum bu" diyorsunuz.
Katillerin bu kadar rahat olmaları, yaptıkları insanlık suçlarını hem de hala yaşadıkları toplum içerisinde, katlettikleri kişilerin yanında sıradan anı gibi anlatmaları, arada gülmeleri, el kol hareketleriyle espri yapmaları, yaptıklarının hesabının sorulabileceği korkusu taşımamaları dehşete düşürüyor sizi.
Tutsak edilmiş ÇHD genel başkanı Selçuk Kozağaçlı, cezaevi operasyonları zamanında onlarca müvekkilinin cesedini ailelerine teslim etmek zorunda kaldığını, bunları yaparken bir sürü kamu görevlisiyle görüştüğünü, bir parça vücut için, onları birkaç dakika daha erken almak için onların ellerini sıkmak zorunda kaldığını anlatmıştı bir görüşmemizde. Benim yaptığım çalışmalar için de bu şekilde temasların bütünün parçası içerisinde anlamlı olabileceğini aksi halde üzerimde telafisi imkânsız sonuçlar doğurabileceği uyarısında bulunmuştu.
Nazi kamplarından sağ çıkıp daha sonra canına kıyan Pimo Levi ise "Faili anlamak neredeyse haklı çıkarmaktır. Anlamak kendini failin yerine koymaktır ve korkutucudur" diye not düşmüştür tarihe. "Bu kadar korkunç bir kötülük anlaşılmaya çalışılmaz sadece mahkûm edilir" demek ister Levi.
Faillerle, fail yakınlarıyla, fail olduğunu tahmin ettiğim kişilerle yaptığım görüşmelerde yukarıda yazdığım çelişkilerin (daha doğrusu duyguların) birçoğunu yaşıyorum. Aslında yapmaya çalıştığım şey, Primo Levi'nin dediği şekilde faili-suçu anlamak değil, halihazırda tarafların ben ve ailem de dahil, nasıl bir arada yaşayabildiği? Bu nasıl mümkün olabiliyor? Bir tür dışarılık-içerilik diyalektiği mi var? Dışarıdan görenler lanetlerken sen nasıl insani bir ilişki kurabiliyorsun? Korku, alışkanlık, affetme, unutma, nedir bunun sebebi?
Ve en ilginci unutmayalım, "unutmamak ahlaki bir yükümlülüktür" derken "unutmak" daha iyi gelmesin insanlığa? Unutturmamak için bunca yılını harcamışken bu soru ve tespitle karşılaşmanın derin bunalımını yaşamaktayım. Bunun nedeni faillerle ya da birlikte yaşadığım çevreyle bu yönüyle yaptığım temaslar mı acaba? Geçen görüşme yapmak için aradığım bir failin "biraz rahatsızım o nedenle erteleyelim toplantıyı" dediğinde, "çok geçmiş olsun acil şifalar dilerim" derken yaşadığım anlamsız(utanma-ihanet) duygusunun neye tekabül ettiğini kim bilecek? Kim yol gösterecek bu sessizlikte bana, bize? Toplumun hangi ehil kişisi-grubu buna ehil? Yüzlerce yıldır paramparça olmuş bir toplumun gücü ve takati var mı ki?
Bu son soru ile ilgili bir şeyler paylaşmakta bir başka yazıya kalsın.