Ruh halimin de, yazdıklarımın da 'karamsar’ olduğunu düşünenlere katılıyorum.
Bazen ’körleşmemeye’ çalışırken kararıyor insan.
Bazen gözlerinizi kapatıp, gündelik hayatın tüm gerçekliklerini dışarda bırakmanız gerekiyor.
‘Muhteşem Yüzyıl’ tartışmalarının bir yerlerinde bıraktım okumayı, izlemeyi.
Bazen zor geliyor, memleketi, çıkışı olmayan bir tımarhane gibi kabullenmek.
Kendi muhteşem yüzyılımıza sırtımı döndüm; şiddet yok, dram yok, sinirlerimi zıplatan söylemler yok.
Sessizlikten, yağmurdan, ağaçlardan, kedilerden, sokak köpeklerinden, yürürken yalnızca kendi ayaklarıma, oturduğumda bir tek ufka bakmaktan daha sağaltıcı bir şey yok.
Pazar akşamı dönüp, aynı koltuğa, aynı ekranın başına oturdum.
Karamsar değilim. Asla. Gözlerimi kaçırmayı sevmiyorum, hepsi bu.
“Eski Özel TİM'ci Ayhan Çarkın'ın tarif ettiği alanda aileler tarafından yapılan kazıda kemikler ve bir hırka bulundu.”
“Öldürülen öğrenci Aydın Erdem’i anmak isteyen beş arkadaşı toplam elli dört yıl hapis aldı.”
“Şırnak'ta askerlik yapan İsmail Akça'nın 'kaza kurşunuyla' ölmediği iddia edildi. Bunun intihar olduğunu, tabancayla kendini vurduğunu, tabancanın bir komutanına ait olduğunu söylediler. Arkadaşı ‘intihar değil, komutanı vurdu’ dedi.”
"On iki yaşındaydım, O, yetmiş yaşındaydı. Çocukları ile birlikte ben de 'baba' diyordum. Daha sonra kumam uyararak ismiyle hitap etmemi istedi. Ben bunu yapamayınca 'Şşşşt' diye seslenmek zorunda kaldım. Beni gelin ettikleri zaman daha dışarıda oyun oynuyordum."
“Beş yaşından beri babasının tecavüzene uğradığını iddia eden on dört yaşındaki kız çocuğu ancak ‘görüntü ile kayıt altına alabildiğinde’ devlet kurumlarını mağduriyetine ikna edebildi.”
Çok uzağa gitmedim, çok derine dalmadım, çok soru sormadım, hiç yorum yapmadım, son üç günün içinden çekip çıkarttığım haberler bunlar.
Çok zor. Ruh sağlığını korumak çok zor.
Bu dünyayı soğukkanlılıkla anlayıp kabullenmek akıl ve vicdandan vazgeçmekle mümkün olacaksa, elimizde kalan son kırıntılarını da pazara kaptırmamak için ‘ölümüne’ mücadele etmek gerekiyor. Bütün anladığım.
T24’de Hakan Aksay’ın pazar yazısının altında Necibe Güngör’ün yaptığı yorumu okuyunca dağıldı toparlamaya çalıştığım bir parça bütünlük hissim de.
“… Bu durumlar karşısında hemen bir cevabımız vardır bilirsiniz "Aa şükret haline!... Bak hayatta neler var..." ile başlayan... Ben çok duydum oradan biliyorum… Yarın Pazartesi ama sıradan bir pazartesi değil: Dünya Engelliler Günü. Yani ömrü boyunca hareketsiz bir bedene hapsedilmiş ruhların günü. Benim suçum ne mi? Annemle babamın sonucunu bilemeden yaptıkları bir akraba evliliği sonucu dünyaya gelmek… Belki de devletin idam yasağını kaldırıp bizleri de Taksim'de sallandırıvermesi iyi olurdu… Hiç bir şekilde genel af kapsamına da giremediğimiz için güzel bir çözüm olurdu...”
Hayat bazen elini uzatır ve yürek tellerinizi kopartıverir. Oturduğunuz yerde, ekranın karşısında kalıverirsiniz öyle.
Penceremden yağmuru ve ağaçlarla oynayan rüzgârı izliyorum. Söyleyecek tek sözüm yok. Kelimeler acıyla başedemez. Aslında kelimeler pek az şeyle başedebilir. Ama başka neyimiz var?
Bob Marley’in ’rastafaryan’ ruhuyla tedavi olmayı reddettiği için, önce bacaklarından sonra da hayatından olan Halim’i düşünüyorum.
“Ayak parmaklarım kaşınıyor!” demişti. Hastane yatağında çarşafın altında bacaklarının olması gereken yerdeki boşluğa öylece bakakalmıştım, sonra açıklamıştı gülerek; fantom sendromu...
En son evinde ziyaret etmiştim, kendisini ‘daha da’ iyi hissediyordu “ayaklarım olmadan da dünyayı tekmeleyebilirim!” demişti.
Şimdi ara sıra bizi ziyaret ediyor, çocukla birlikte okuduğumuz masalları dinlemek için o kocaman gülümsemesiyle gelip koltuğun bir ucuna ilişiyor, hissediyorum.
Masallar bazen en iyi çare, acımasız gerçekliklere.
Çocuk da o gerçekliklerin içinden, sessizlikte eğilip bükülen, karanlıkta takılıp tökezleyen bir kedi yavrusu gibi çıkıp geliyor her seferinde.
Kapıyı tıkırdatmasından biliyorum, kimin geldiğini. Ayak sesini asla duymuyorum. Tehdit dolu bir çevreyle kuşatılmış her çocuk gibi, fark edilmeden yaşamayı öğrenmiş. Apartmanın bahçesinde tanıştığımız gün dikkatimi çeken şey de buydu; ses çıkarmadan hareket edebilme yeteneği. Bir bukalemun gibi bulunduğu ortamın rengini alıyor ve neredeyse görünmez oluyor. Ne hayat onu görebiliyor ne o hayatı. İkisi de birbirine karşı kör.
El yordamıyla büyümeye çalışıyor. Apartmana girdiğim andan itibaren beni ayak seslerimden ve nefes alışlarımdan tanıyor.
Ona bir tek kez kapıyı açmadım, geçen yıl, kendimi çok, çok, çok kötü hissettiğim bir günde.
Hayatta yaptığım daha kötü bir şey bilmiyorum. Daha ağır bir bedel ödemedim.
Umutsuzluğun altı yaşındaki bir çocuğu bile felç edebileceğini, hayatın renklerini hiç görmemiş bir çocuğun bile içinde sıkışacağı daha derin daha karanlık bir yerlerin olduğunu böylece öğrenmiş oldum.
Epey zamanımı aldı affedilmek ama barıştık…
Bu yıl bir yaş daha büyüdü. Birlikte şaşırarak dokunuyoruz her şeye; yapraklara, toprağa, kedilere, kitaplara ve masallara.
En çok Kumkurdu’nu seviyor.
Kumkurdu. Daha fazla Kumkurdu. Daha da fazla Kumkurdu. Hepsinin yerini biliyor. Sırasını da.
Hangi hikâyeyi isterse o sayfayı açıyor. Bugün seçtiği hikâyeyi ‘yazacağımı’ söyledim. Kendisi gibi görmeyen tüm çocukların, görünmeyen tüm dostluklarına, birlikte okuyabilsinler diye:
“Zackarina dünyanın en güçlü bacaklarına sahipti. Bu bacaklar neredeyse her şeyi yapabilirdi. Koşabilir, zıplayabilir, bisiklet pedalı çevirebilr, dans eder ve daha neler neler. Ama bir konuda çok iyi değillerdi. Sakin ve hareketsiz durmak. Hiç değilse annesi ve babası istediğinde bunu yapsalar ya. Ama nerde!
‘Lütfen Zackarina, hareket etmeden otur,’ dedi annesi.
Zackarina şaşkın şaşkın annesine baktı. Zaten hareket etmiyordu ki! Yemeğe başladıklarından beri sakin sakin sandalyesinde oturuyordu. Yalnızca oturmuş, bakmış, düşünmüş ve çorbasını kaşıklamıştı.
‘Hareket etmiyorum ki,’ dedi. ‘Yoksa şöyle mi durmamı istiyorsun?’
Heykel gibi durup, bir kütük kadar sessizleşti, kaşık ağzında ve gözler bir noktaya sabitlenmiş, parmaklar çöp sessizliğinde.
‘Annen ayaklarını hareket ettirme diyor,’ dedi babası. ‘Bütün masa sallanıyor!’
Zackarina örtünün ucunu kaldırıp masanın altına baktı. Bir sürü bacak vardı ve bunlardan yalnızca bir tanesi, masanın ayağına ‘donk, donk’ diye vuruyordu. Aslında masanın ayağını tekmelemek gibi bir niyeti yoktu. Gördüklerini anne babasına anlattı:
‘Masanın ayağının tam önümde durması benim suçum değil!’
‘Zackarina!’ dedi annesi. ‘Ayağını vurma!’
Ve Zackarina gerçekten de kıpırdamamaya çalıştı. Ayağını bir eliyle tuttu ki tekmeleyecek bir şey bulamasın. Ama öyle, eğri büğrü oturup yemek yemek çok zordu, bardak çok büyük olduğu için tek elle süt içmek bütünüyle imkânsızdı. Kısacası Zackarina’nın iki eline birden ihtiyacı vardı. Çaresiz, ayağını bıraktı. Ama ayak serbest kalır kalmaz tekrar tekmelemeye başladı. Gerçi Zackarina bunu fark etmemişti ama anne-babası hemen fark etti.
‘Zackarina!’ dediler.
‘Evet, ne var?’ dedi Zackarina.
‘Masa sallanıyor!’ dedi babası.
‘Tekmeleme!’ dedi annesi.
‘Ama ben tekmelemiyorum ki ayağım tekmeliyor!’ dedi Zackarina.
‘Öyleyse söyle de yapmasın,’ dedi annesi.
‘Yemek yerken sakin olsunlar,’ dedi babası.
En sonunda ‘Yeter!’ diye bağırdı annesi.
‘Tamam tamam, söyleyeceğim’ dedi Zackarina.
Yemekten sonra Zackarina deniz kıyısına indi. Bacaklarını uzatıp oturdu. Şöyle bir kımıldandılar.
‘Sakın ha!’ dedi Zackarina ‘tepinmek yok!’
‘Niye?’ diye sordu meraklı bir ses.
Konuşan meraklı, Kumkurdu’ydu. Birden bire Zackarina’nın yanında bitmiş, büyük, sarı ve sanki kum çölünün kendisiymiş gibi kumlu kumlu dikiliyordu.
‘Tepinmek!’ dedi Kumkurdu. ‘Ah ne harika şeydir o! En az portakal suyu kadar faydalı ve onun kadar lezzetli!’
‘Tepinmenin de lezzetlisi mi olumuş!’ dedi Zackarina.
‘Elbette,’ dedi kumkurdu. ‘Bedeninle tadarsın. Mmmm. Hem de kemiklerine kadar!’
Kendini yere atıp yuvarlandı, eşelendi, tepindi, kumları savurdu.
‘Ama annem babam benim çok tepindiğimi düşünüyorlar,’ dedi zackarina ‘En azından yemek yerken...’
‘Hah!’ diye burnundan soludu Kumkurdu. ‘Onlar için demesi kolay. Ne de olsa unuttular, büyürken vücudun patlayan mısır taneleri gibi kıpır kıpır olduğunu! Bunu, sen ve ben biliriz, her küçük kurbağa da bilir ama onlar bilmez. Artık büyüdüler ya!’
Kumkurdu ayağa kalkıp, sekerek zıplamaya başladı. Bir yandan da zımpara kağıdı gibi bir sesle şarkı söylüyordu.
‘Ölü bir balık gibi oturamaz insan, beden, büyür ve gelişirken, koşmalı, oynamalı, zıp zıp zıplamalı...’
Şarkıyı dinlerken Zackarina’nın ayaklarına söz dinletmek imkânsızdı. Hemen ayağa kalkarak Kumkurdu’yla birlikte tepinmeye başladılar.
Böyle birlikte şarkı söyleyip zıplarken, anne babasının geldiğini görmedi. Onları fark eden Kumkurdu çoktan ortalıktan toz olmuştu.
Zackarina anne ve babasını ancak on yedi defa zıplayıp, iyice yorulduktan sonra gördü.
‘Bacaklarımla konuştum,’ dedi. ‘Onlara olur olmaz her yerde zıplamayın,’ dedim. ‘Ama anladılar mı, bilmem...’
‘Ama hiç olmazsa ben bir şeyi anladım,’ dedi babası.
‘Bende...’ dedi annesi.
El ele tutuşup zıplamaya ve şarkı söylemeye başladılar, yorulana kadar tepinip dans ettiler. Ama hiç biri hemen yakınlarında duran Kumkurdu’nun onları izlediğini fark etmedi. Aslına bakılırsa onu fark etmeleri imkânsızdı.
Çünkü kim olursa olsun, Kumkurdu’nun o an durduğu gibi sessiz ve sakin dursa görünmez olurdu... ”