“Biz bu rengarenk bayrakları, şimdi yerlere saçılmış paramparça bedenlerin üzerine örtülü bu kan revan bayrakları… biraz yüzümüz gülsün diye seçmiştik her renkten. Bu coğrafyanın halkları gibi olsun diye, rengarenk... Herkesten bir parça olsun, herkesi kucaklasın diye. Sokaklara can katsın diye...
Dostlarla son bir kez vedalaşmak, seni, o renklerin yoldaşlığıyla uğurlamak için oradaydım Ulaş’ım.
Sen, o rengarenk bayrakları direklere tırmanıp asardın. Küçücüktün ama tez canlıydın. Derdin çoktu, çok yorulurdun ama hep güler, hep konuşurdun.
Seni beklerken o can pazarında, Adli Tıp’ın önünde, tarifi, dili olmayan bir acı seliyle karşılaştım. Bir arkadaşım, babasının cesedini teşhis edebilmek için onlarca parçalanmış cesede bakmıştı ve hâlâ devam ediyordu aramaya…
İçeride paramparça bedenler, yanlış teşhisler ve kan kokusu. İçeride çürümüş insanlığımızın kokusu…
Dışarıda insanın içine işleyen, derisini kesen bıçak gibi bir acı. Her teşhis ile ortalığa yayılan feryatlar. Her üç dakikada bir Türkiye’nin her yerine yola çıkan cenaze arabaları… Roboski, Soma, Suruç, Cizre, Varto, Silopi… Artık söz bitti. Biz sahiden eyleme geçmeden, hakiki hesap sormadan katliamların ardı arkası kesilmeyecek, bu memlekette…” diye yazmış Berfin.
“Uyuyorum uyanıyorum, bomba atılan alandaki yaralıların üzerine bir de gaz sıkıldığı geliyor aklıma... Delirecek gibi oluyorum. Daha iki dakika önce orada arkadaşlarına sarılan, neşeyle sohbet eden insanların, iki dakika sonra havada uçuşan parçalanmış bedenleri geliyor gözümün önüne. Sırtına, boğazına bilye dolduğu için çığlık atan, nefes alamayan insanların dehşeti geliyor. Orada bizimle birlikte olan kuşları, kedileri, köpekleri düşünüyorum, delirecek gibi oluyorum. Aynı saatlerde sesini, bir keşiş misali serin değerlendirmelere saklayanları düşünüyorum, Delirecek gibi oluyorum. Ama en kötüsü de bu işte, delirmiyorum…” diye yazmış Çiğdem.
“İşte bizler, yani o meydanda olacağımıza lanet bir mazeret yüzünden hasbelkader o gün aşağılık bombacının yakınına düşmeyen, orada olmadığımız için pişmanlık, utanç ve acıyla kıvranan bizler… Yani geride kalıp da yaşıyor olduğumuz için yüreği sızlayan, yani ecelsiz ölülerimizi; bir değil, yirmi değil, elli değil, yüzlercesini, onlarca yıldır toprağa vermekten yorulan bizler adına düşünüyorum taşınıyorum ve diyorum ki yaşarken doyamadığımız ve artık sayamadığımız ölülerimize buradan ne gönderebiliriz Allah Aşkına. Pir Aşkına! Mazlumlar Aşkına!
Gözyaşlarımızı mı? O harcıâlem, o işe yaramaz, o yaralara merhem olmaz gözyaşlarımızı mı?
Yoksa kahrolası aczimizi mi? Dostlarımızı, çocuklarımızı, gençlerimizi; devletin yeşil pasaportlu katillerinin elinden alamamanın aczini mi? O makam arabalı, meşin koltuklu, rugan ayakkabılı, ifadeleri her daim donuk, her daim insanlıktan nasipsiz sürülerinden mamul devlet aygıtlarından, çoluk çocuğumuzu, ana babamızı, aklımızı fikrimizi, aşklarımızı, gelecek ve barış umudumuzu koruyamamış olmanın utancını mı?
Ya öfkemizi mi gönderelim o meydanda paramparça yatan dostlarımıza? Onlar için yalnızca rakamlardan ibaret ölülerimize, enerjiye dönüşse kainatı yakacak, kahredecek öfkemizi mi gönderelim?
Ah be güzel insanlarım, abilerim, ablalarım, kardeşlerim, çocuklarım, dostlarım… ne göndereyim ben size şu klavyeyi ıslatan karanfilli gözyaşlarımdan başka… ne göndereyim?..” diye yazmış Murat.
“Ankara’da buluşup sarılmak üzere sözleşmiştik dostlarla… Geride kalanlara sarılıp, kaybettiklerimizin arkasından ağlayabildik yalnızca…
Şimdi hepimiz kıl payı hikâyeler anlatıyoruz birbirimize. Niye orada değildik, kaç adım sonra patlama oldu, niye geç gidecektik yanlarına…
Kıl payı hikâyelerin, bedenlerinden başka ‘bütün’ yanı kalmayanlarıyız.
Gözlerimizle gördüklerimizi aklımız almıyor. Ortalığa saçılan ‘insan’ parçaları, laf değil… Gerçekten ‘insan’ olanlardı onlar. Hikâye değil…
Üstümüze kan sıçradı. Kin sıçradı. Kalleşlik edenlerin kini, ‘kardeşlik’ diyenlerin kanını akıttı. Kimse iflah olmasın artık…
Kayıplarımızı aradığımız morglarda, içini dışını bildiğimiz dostlarımızın iç organlarıyla karşılaştık.
“Kızımın telefonu cevap vermiyor. İyidir değil mi? Arkadaşları da Suruç’ta ölmüştü. O iyidir de, birine kan lazım olursa, bir işe yararsam diye geldim,” diyen bir anneyle karşılaştım kapıda.
Üstüne söyleyecek sözü var mıdır kimsenin?..” diye yazmış Sevinç.
“Uzun zamandır süren sessizliğinizi, umutsuzluğunuza mı bağlamalıyım? Bitti mi? Söyleyecek sözünüz yok mu?” diye sormuştun ya hani…
Son yıllarda sıklıkla umutsuzluk, çaresizlik ve karamsarlıkla kıvrandığım doğrudur. Çoğumuz gibi.
Ama sözüm bitmemişti elbette… İki gündür düşünüyorum. Söz biter mi? Söz, gerçekten biter mi? Ne söylenir? Ne yazılır? Nasıl ifade edilir? Bu acıyı, bu çaresizliği, bu öfkeyi hangi sözcükler anlatır? Söyleyecek sözüm var mı?
“Üstüm, başım, yüreğim kan içinde, ellerimden dostlarımın kanını yıkadım bu gece, saçımdan arkadaşlarımın parçalarını ayıkladım…” diyen kardeşime ne söyleyeyim?
Gecenin bir yarısı eve yüreği paramparça, bakışları kararmış, paçaları kan içinde gelen hayat arkadaşıma ne söyleyeyim?Kendimi, otuz metre ötesinde bomba patladı ama o hâlâ yaşıyor, diye nasıl teselli edeyim?
Ankara’ya gitmeden bir gün önce, “Gel demekle gelmiyor. Umut edip beklemek acizlere göre. Kaçıp saklanacak vakit değil. Sevgi emek ister ya, Ekmek ve huzur için de emek… Ankara’daymış barış, alıp getirmek gerek. Ben gidiyorum kalanlara selam olsun. Getirebilirsem barışı, kızıma sefa olsun…” diye yazan Hakan’ın ardından ne söyleyeyim?
“Barışın bedeli bu kadar ağır ve acı olmamalıydı…” diye isyan eden babaya ne söyleyeyim?
Bir barış mitinginde babasıyla el ele ölüme giden, dokuz yaşındaki bir çocuğun geride kalan annesine, cenazesinde içini çeke çeke ağlayan minicik arkadaşlarına, “bize verdiğin dersi aldık çocuğum,” diyen öğretmenine ne söyleyeyim?
Benim sözüm bitti…
Biz, onlarca arkadaşımızı alçakça bir saldırı-katliam ile kaybetmenin acısıyla, öfkesiyle, çaresizliğiyle kıvranırken; onlarcası hastanelerde yaşam savaşı verirken, nefesimizi tutmuş hiç olmazsa onlardan iyi haberler beklerken, "bütün bunlar bir kabus olsa keşke, birazdan uyanacağımız bir kabus olsa her şey..." diye durup durup kahrederken, çocuklar-bebekler katledilmeye devam ediliyor bu ülkede.
Dün, "Adana'daki Ankara protestosunda başına kurşun isabet eden 3 yaşındaki Tevriz Dora hayatını kaybetti!"
Önceki gün "Diyarbakır Sur'da başına üç kurşun isabet eden 9 yaşındaki Helin hayatını kaybetti!"
"Başına isabet eden kurşun" ne demek?
Tanrı aşkına biri çıkıp bizi uyandırsın, sarssın, iki sağlam tokat atsın:
"3 yaşında... 9 yaşında... başına isabet eden kurşun" ne demek!
Bunu sözcüklerle ifade edebilmek, anlamlandırabilmek ne demek?
Biri bize anlatsın…
Bir sözüm kaldıysa geriye, o da Hakan’ın kızına olsun:
“Bedeli ne kadar ağır ve acı olursa olsun, babanın uğrunda öldüğü barışı sana getirmek, bize ahd olsun.”
@SibelYerdeniz
*Berfin Azdal **Çiğdem Uğurlu *** Murat Utkucu ****Sevinç Koçak *****Hakan Dursun Akalın