“Şehadet makamına ulaşmış olan bu şehidi uğurluyoruz. Ne mutlu onun ailesine, ne mutlu onun tüm yakınlarına. Peygamberlikten sonra en yüce makam…” Cumhurbaşkanı Tayyip Erdoğan
Askerliği bitirdiğimin ikinci gününde kendi kendime düşündüm. Ne yaptın?
Çatıştın, devletini, milletini, namusunu kurtardın, geldin...
Öyle mi?
Televizyona çıkmış, “Vatanım, milletim, toprağım!..” diyor.
Devasa bir bayrağın gölgesinde durmuş, yanına din adamını almış, askerin tabutuna yaslanmış, arkasında korumaları; konuşuyor!
O kürsüden in. O bayrağın gölgesinden çık. O tabuttan elini çek!
O silahı eline al. Operasyona git, çatışmaya gir de göreyim senin vatan, millet, şahadet sevgini?
Göndersene oğlunu! Gönderemezsin... Çocuğuna kıyamıyorsan, meclisteki koltuğundan kalk sen gel çatışma yerine. Kürsünden in ve o mayınların arasında benimle birlikte yürü! Yürüyemezsin...
Senin canın o tabutun içinde yatan askerden daha mı kıymetli?
Neden?..
Vatan hepimizin vatanı. Sadece benimle, boyacı Ahmet amcanın çocuğuyla olmaz. “Vatan için her şeyi feda etmeye hazırız,” diye kürsülerde esip gürleyenlerin çocuklarını da aramızda görmek isteriz. Bakanların, milletvekillerinin, komutanların çocuklarını da...
Gelin vatanı birlikte kurtaralım? Terörün kökünü birlikte kazıyalım? Birlikte şahadet makamına erelim?
On yıllardır ‘kökünü kazıyacağız’ dediğin şey nasıl bir kökünü kazımaysa yediveren gibi yeniden çoğalıyor. Bitmiyor, tükenmiyor.
Kürdü-Türkü, hepimizi öldürerek-öldürterek bu işi çözebileceğinizden emin misiniz?
Eğer eminseniz, ‘Vatan için, toprak için, bayrak için, din için, namus için ve yarınlarımız için’ diye elimize silah veren, yasa çıkaran, yasaları ihlal eden, oturduğu yerden tetikçilik yapan, hutbe okutan herkesi askerde, dağda görmek istiyoruz.
Benim babamın beş yılda kazanamadığını bir ayda maaş olarak alıyor hepsi. Benim, şu kül tablası kadar toprağım yok.
Hangi toprağı savunayım?
Yağmalamaya doyamadığınız toprakları mı? Üstüne saraylar yaptırdığınız toprakları mı? Başınıza bir şey gelirse diye, bu memleketten çuval çuval kaçırdığınız her şeyle sığınak ve yığınak yaptığınız başka toprakları mı?
Kime ne için hizmet ettiğimiz belli değil. Kiminle savaşıyoruz? Kime silah çekiyoruz?
Karşındaki insanın dağa çıkmasının bir nedeni yok mu? Düşün bakalım! Sor bakalım!
Nasıl insanlar bunlar? Ailesini bırakıyor, dağlarda dolaşıyor, aç susuz kalıyor, hasta oluyor. Onu oraya götüren ne? Bir dert, bir dava uğruna kalkıp gidiyorlar. Dağda bir umut görüyorlar. Ne görüyorlar? Neyin umudu o?
“PKK’lı olmak yurtsever olmak. Kendi toprakları, tarihi ve halkı için mücadele etmek. Annem-babam için. Kardeşlerim için...” demişti, konuşma fırsatı bulduğum bir PKK’lı.
Bizim Türk askeri ne düşünüyorsa onlar da aynı.
“İnsan öldüren yurtseverliği kabul etmiyorum,” demiştim. “Aynı şey sizin için de geçerli olmalı...” dedi.
Diyelim ki haksızlıkları görüyorsun ve karşı tarafa zarar vermek istemiyorsun. Sana şüpheyle bakıyorlar askerde; hain misin?
Hayır, hain değilim. İnsanım!
Ha Türk milliyetçiliği, ha Kürt milliyetçiliği... Birbirimizi sevmemiz gerekirken savaşıyoruz... Binlerce yıldır öyle iç içe yaşamışız. Birbirimizden farkımız yok. Ama savaşıyoruz.
Kimse bu savaşı istemiyor. Ne Türkü ne Kürdü. Ama savaşıyoruz...
Neden?
Savaşıyoruz çünkü savaş güç demek. İktidar demek. Para demek. Bir kurşun kaç lira? Tek bir helikopterin yerden kalkması binlerce lira... Niye bu savaş? Kin ve nefretten başka getirisi yok. Sonunda acı var, ölüm var. O zaman neden savaşıyoruz?
Savaşıyoruz, çünkü savaşmak her zaman konuşmaktan daha kolay. Ve daha kârlı! Savaşın bitmesini istemeyenler, rant sağlayanlar; ellerini cesetlerimizin üstüne koyup nutuk atanlar. Sırtlarını tabutlarımıza yaslayanlar.
‘BARIŞ’ sözcüğünü daha yüksek sesle söylemek zorundayız! Barış sadece Kürtlerin talebiyle olacak bir şey değil. Sadece Kürtlerin canı yanmıyor çünkü. Hepimizin canı yanıyor.
Bizim toplum biraz vurdum duymaz bir toplum. O yüzden kendi canı yanmadığı sürece bir şey yapmıyor. Ne dağdakinin derdini anlayıp görüyor, ne savaşan askerin durumunu anlıyor. Asker orada kendini kahraman gibi hissediyor da, iş bittiğinde kahramanlık falan kalmıyor. Bir sürü vaatler veriliyor. Mayına basıyorsun. Bir tekerli sandalyeyi zor veriyor sana devlet.
Arkadaşın bir yanağından girip diğerinden çıktı kurşun. Çene komple dağıldı. Yirmi gün GATA’da yatırıp askerliğin bitti deyip çıkarmışlar. Sonrası, hiç. Biz aramızda para toplayıp yolladık. Çok fakir bir çocuktu.
Canımızı kaybediyoruz. Geleceğimizi kaybediyoruz. Kolumuzu, bacağımızı kaybediyoruz. Hayallerimizi kaybediyoruz. Masumiyetimizi kaybediyoruz.
Neyiz biz. Kurbanlık koyun mu? Kobay mı?
Bizde bir komutan vardı: “Yaralanmayın, ölmeyin! Yaralanınca masraf çıkıyor. Ölürsen devlet ailene para ödüyor, devlete yük olmayın!..” derdi.
Koğuşta yangın çıkmış, aynı komutan “Adamlar tamam mı?” diye sormuyor, “Tüfekler tamam mı?” diye soruyor. Niye? Çünkü tüfekler ona zimmetli!
Askersen, eline verdikleri silah kadar değerin yok.
Gidiyorsun, ölüyorsun. Devlet annene babana üç kuruş para veriyor, “Oğlun şehit oldu, ne mutlu sana!” diyor. Hadi eyvallah...
Adam, “Milliyetçiyim; vatan için ölmekten korkmuyorum. Terörün kökünü kazımaya geldim...” diyor. “Hem, burada daha fazla maaş veriyor devlet,” diye de ekliyor.
Soruyorum, “Canına karşılık iki bin lira daha fazla maaş almak istemez misin?”
Ölümden korkmuyorsun evet. Kurşun ciğerini deldiğinde, ölümden korkmak için çok geç oluyor zaten. Ölüyorsun.
“Şehit olup, şahadet makamına ulaşmak istiyorum,” diyor başka biri. Şehit olacak ve gözünü Peygamberin sofrasında açacakmış...
Şehitlik, söyledikleri gibi bir şey olsaydı, muktedirler onu da bize bırakmazlardı. Çoktan elimizden almış olurlardı. Emin ol.
Askerde, birazcık aklı başında olan her adamın ortak hissi şuydu: Kimseyi öldürmeyelim. Kimse bizi öldürmesin. Biz burada olmayalım, çatışma bitsin! Düşmanlık bitsin!
Ama bitmiyor işte…
Savaş bitse kimsenin canı yanmayacak. Ama bitmiyor...
Acı bitmiyor. Kan bitmiyor. Ölüm bitmiyor.
Ne demiş şair? “Bayrakları bayrak yapan üstündeki kandır. Vatan, eğer uğrunda ölen varsa vatandır...”
İyi de, üstünde yaşayamadığımız vatanı ne yapacağız?
Yaşam nerede?
Bu toprakları çok seviyordum ben. Ama yaşanmıyor... Elimde olsa Türkiye’de yaşamak istemem. Artık burada nefes almak bile zor geliyor. Bakıyorum her gün birileri ölüyor. Birileri, başka birilerinin gırtlağına çöküyor. Çocukluğumda şiddet görmemiştim ama yoksulluk çoktu. Çok küçük yaşlardan beri çalıştım. Hiç topum yoktu, hiç bisiklete binmedim, hiç parkta oynamadım. Çocuktum ayakkabı boyacılığı yapardım, pazarda su satardım...
Nasıl mutlu olabilirdim ki?
Askerden döndükten sonra şiddete daha yakın biri oldum. Daha sert, daha mutsuz, daha umutsuz...
Askerliğim bitti... Döndükten üç gün sonra, Ortaköy’de bir bankta bira içiyor, denizi seyrediyordum. Polis geldi, kimlik istedi. Ağırdan aldım. “Ne yaptım abi?” dedim. “Ayağa kalk, ağaca dayan,” dedi. Bir tanesi silahı doğrulttu. Ağaca dayandım ama sinirden titriyorum. Ağladım ağlayacağım. Polisin bana yaptığını üç gün önce ancak ben yapabilirdim. Üstümü arıyor güya, ayaklarıma vuruyor. Döndüm, dirseğimi suratına indirdim, elinden silahı aldım.
Beni vurabilirdi, ben de onu...
Telsizle yardım istedi; üstüme çöktüler, elli kadar polis. Silahı yere attım, ağlamaya başladım. Bir yandan da bağırıyorum:
“Asker yok mu, asker bulun bana, asker çağırın!”
Daha altmış günümüz var, izinli sayılıyoruz. Karakola götürdüler. ‘Askerim’ dedim, kağıtları koydum önlerine. İki inzibat, bir başçavuş deldi. “Ağız tadıyla bir bira içeyim istemiştim...” dedim. Barıştırmaya kalktılar.
“Girer yatarım ya da deli raporu alırım,” dedim. “Benden uzak durun!..” **
** İtalikler; Mehmedin Kitabı (Güneydoğu’da savaşmış askerler anlatıyor.) Nadire Mater, 1998, Metis Yayınları