Geçen Ekim'in 23'ünde Van'daki deprem haberini alınca düştüğüm dehşetle aramayı ilk akıl ettiğim kişi oydu; Büşra Ersanlı. “Ah Büşra ne yapacağız” diye sorduğumda Datça’daydı ve hemen ilk aklına gelen “kadınlarla dayanışma” çözümlerini sıraladı.
Depremden tam beş gün sonra “KCK soruşturması” kapsamında göz altına alınıp, 1 Kasım’da tutuklanarak cezaevine konmasının, yaşadığımız ülkede “adalet, barış ve demokrasi” adına yarattığı depremin etkileri, onun ve onun durumundaki herkes adına hâlâ sürüyor.
Cezaevinden çıktığı andan itibaren yine koşuşturma içinde; şaşkınlık ve hayranlıkla kendisini izliyorum. Bu söyleşiye 17 Temmuz’da sevgili Melek Ulagay Taylan’ın muhteşem dostluğu ve ev sahipliği ile organize ettiği “hoşgeldin” buluşması öncesinde başladık, ama bu hafta sonu bitirebildik. Büşra’yı, yokluğunda Mestan ve Fistan’ı görmeye gittiğim evinde ziyaret ettim. Bahçedeki “misafir” bir kedi hanımefendiyle sohbet ederken yakaladım. Sohbetin konusu anladığım kadarı ile “empati kurma” üzerineydi.
T24 istedi, biz de ziyaretçi ve telefon trafiğinin elverdiğince söyleştik. Buyrun...
- Ben demokrasi var zannetmiştim" diyerek yaşadığın kırıklığı ifade etmiştin. Anayasa çalışmaları hakkında “Karşılıklı oturuyorduk. Bu durumu nasıl hazmedebiliyorlar?” diye de eklemiştin. Gerçekten de anayasa çalışmalarına BDP adına katılıp Burhan Kuzu gibi isimlerle aynı masaya oturmuştun. Cezaevindeyken Ahmet Davutoğlu’nun çıkıp “Büşra Ersanlı’nın terörist olduğunu inanmıyorum” dediği ana kadar herhangi bir sahiplenme gelmedi. Ahmet Davutoğlu ya da Burhan Kuzu, ikisi de şahsen tanıdığın isimler, arayıp “geçmiş olsun” dediler mi?
“Demokrasi var zannetmiştim” sözü aslında genel anlamında 2007’ye uzanıyor. O zaman Adalet ve Kalkınma Partisi’nin Türkiye’de şimdiye kadar görece en demokratik hükümet olduğunu düşünebilmiştim. Hatta düşünmekle kalmayıp Yeni Şafak gazetesine yazdığım bir yazıda eleştirilerimle birlikte (yüzde 10 barajı konusunda) cümle olarak yazmaya cesaret bile etmiştim. O zaman demokrasi arzusunun aşağı kayışa başladığını da görüyordum. Ancak ifade özgürlüğü, araştırma, yazma, dile getirme konusunda asgari bir demokrasi gene de vardır diye düşünüyordum. Çok “seçmeli” bir demokrasiymiş meğer, yani açıkçası Barış ve Demokrasi Partisi üyeleri için hiç geçerli değilmiş bu demokrasi. 2009’da yerel seçimlerden sonra hemen gösterdi kendini bu tahammülsüzlük… Onun devamı 2012 Ekim ayında “yazma! araştırma! egemen söylemin dışına çıkma!” şeklinde bana da yansıdı. Tabii kadın olduğum ve çok öne çıkmayan biri olduğum için hayli kolay uygulandı bu karalama kampanyası. Tutuklanmamı sağladı ama sonrasında pek işe yaramadı. Beni “silahlı terör örgütü” üyesi olarak “yakalama, el koyma” faslından sonra örgütün yöneticisi yapma azmi de bu kampanyanın işe yaramadığını gösteriyor.
Anayasa Komisyonu toplantısına gelince… BDP merkezine ziyarete gelen Sayın Beşir Atalay karşımda oturuyordu, Sayın Burhan Kuzu karşı çaprazımdaydı ve benimle hiç konuşmadılar. Sadece Burhan Kuzu “Büşra Hanım pek görüşemiyoruz,” dedi. Ben de “Bundan sonra görüşürüz,” dedim. Çıt yok. Yüzüme bile bakmadılar. Benim orada bulunmamı pek istemedikleri belli oluyordu. Ben kuvvetle böyle hissettim. Artık bilemem, zihin okuması veya kahve falı uzmanlık alanım değil.
Beni kimse, yani iyi tanıştığım Burhan Kuzu veya daha da iyi tanıştığım Sayın Ahmet Davutoğlu henüz aramadı. 20 Temmuz tarihli Samanyolu Haber’de hâlâ “dava devam ediyor” çerçevesinde karalamayı devam ettirenler var. Buna tepkimi bir arkadaşıma bildirdim, Gazeteciler Yazarlar Vakfı’ndan ve Samanyolu TV çalışanı. Kısa bir süre sonra Hüseyin Gülerce aradı ve “vefa borcu olduğunu” (bana) söyledi. “Siz bizi zor günümüzde desteklediniz, biz sizi desteklemedik, özürümü kabul edin,” dedi. Ben de bu cümleyi sarf eden her insanla ilişkimi sürdürebileceğimi söyledim.
Bütün bunlar çok şahsi gibi duruyor, ama değil, aslında biriktirilmiş bir nefret var, bazı insanlar kontrol edilemiyor. Kürtlerin muhalif siyasetini etkisiz kılma gayreti çok büyük. Öyle olmasaydı 13 Temmuz’da bizim davadan tutuklu bulunanların yüzde 90 veya 95’ini tahliye ederlerdi. Ben de zaten bildiğim bütün BDP çalışanları adına da konuştum Hüseyin Gülerce ile…
- Tabii bu arada İçişleri Bakanı İdris Naim Şahin’in malum sözleri var: “30 bin profesör var, bini tutuklansa haydi neyse, ama bir kişi için koparılan kıyamet de ne… Büşra Ersanlı profesör hanımefendinin 80 öncesi gençlik yıllarına bir yolculuk yapmanızı tavsiye ederim değerli arkadaşlar. Hangi suçtan, hangi komünizan faaliyetten mahkûm olduğunu, cezaevinde yattığını, akrabalarının kim olduğunu, bir başka sevdanın yolcusu olduğunu araştırırsanız görürsünüz…”
İçişleri Bakanı’nın ne demek istediğini anlıyorum. Kadın olunca karalamak hep kolay geliyor otorite sahiplerine. 30 binin kriterlerini bilimsel olarak tespit etme endişesi de yok zaten egemen söylemde. Bu konuyu YÖK’e sormalı, bir sıralama yapılabilir yayınlar ve etkinlikler açısından, Bakana da bilgi verilebilir. O sırada yeni YÖK Başkanı henüz atanmamıştı, belki ondan yapılmıştır bu hata!!! Bunlar benim işim değil.
Komünist olmak, yani sorunları topluluklar adına çözümlemeyi esas almak zaten suç değil. Ama ülkemizde anti-komünizm eski usul devam ediyor. Akrabalarıma gelince çok renkli kişilikler var gerçekten sanatçısından politikacısına ANAP’lısından, SHP’lisinden, CHP’lisinden sosyalistine kadar, sinemacısından kumandanına kadar… Onları da araştırmak lazım, işe başlayınca yarım bırakmak olmaz. “Sevda” yanı ise işin en hoş yanı, evet sevdalıyım barışa, demokrasiye ve bunları en çağdaş bir yorumla ilke edinen Barış ve Demokrasi Partis’inin tüzük ve programındaki ilkelere… Türkiye için bu ilkeleri (daha da geliştirmek kaydı ile) umut olarak gördüğümü bir sevda gibi ele almak mümkün.
Kısacası gençlik yıllarım devam ediyor. Bu ülkede cezaevini ziyaret etmemiş politikacılara zaten iyi gözle bakılmaz, bakılamaz.
- Yine İçişleri Bakanı’nın “zavallı” diye hitap ettiği BDP milletvekilleriyle ilgili olarak yaptığı son açıklamalar için ne diyorsun?
Ahlaki ve vicdani açılardan topluma örnek olan milletvekillerini kutlarım. Barış ve Demokrasi Partisi’nde “zavallı” yok. Üslup çok kırıcı ve yok edici bir üslup; kimseye yaramaz, mutlaka değiştirmek lazım. Nefret duygusundan arınmak için belki daha geniş kapsamlı projeler lazım.
- AKP’nin bu tutumunun vahim sonuçlar doğurabileceği, kutuplaşmayı arttıracağı ve çatışma ortamını alevlendirerek Türkiye’nin adeta devlet eliyle “bölüneceği” gibi bir yoruma katılır mısın?
AKP’nin tutumu pek özel değil. Türkiye’de egemen söylem hep böyleydi, durmadan üslup değiştiriyor ve aynı sonuca varıyor: Düşmanlaştırma. Çoğulculuğu hazmedememiş olmanın göstergesi. Muhalefet kötü gözle görülüyor. Muhalefet tanımı ile “bölücü” tanımı neredeyse aynı şekilde kullanılıyor. Bölücülük bir davranış biçimi aslında, pek siyasi anlamı yok. Ayrılıkçılıktan söz etmek lazım, binlerce sosyal bilim profesörüne sorulabilir, doğru kavram ayrılıkçılıktır. Bu da YÖK’ten düzeltilebilir. Zaten ayrılıkçılığı da talep eden yok bildiğim kadarıyla. Ama el elden üstündür. 30 bin içinde ne yüzler, ne binler var. Türkiye müzakere, tartışma, barış talepleriyle bölünmez. Anadilde eğitim 40 yıl önce olsaydı belki de bu kadar genç ölmeyecekti.
- “Anadilde eğitim ve anadilde rahatça kendini ifade etmek, o dili iyi öğrenmek, Türkiye'de en büyük güvenlik garantisi" demiştin ilk çıktığında gazetecilere. Tam olarak ne demek istedin?
Evet ana dili diğer bütün dillerden önce öğrenmek kişilik gelişiminde öz güven oluşumunda esastır ve böylece kızgınlık, öfke gibi baskıyla yaratılan duygular çok azaltılmış olur. Sınıflarda tembel ile çalışkan, yetenekli ile yeteneği keşfedilmemiş arasında ayrımlar yapılır sadece. Dayakla öğretilmiş olan dilin yavan halinden arınmış olur küçük insanlar, yani çocuklar. Türkçeye sevgi daha da artar. Çünkü anadil zaten elde vardır, dilde vardır, masalda, edebiyatta vardır ve yetkin bir biçimde kullanılmaktadır. UNESCO raporları, dilbilimcilerin raporları en az ilk üç yılda anadilde eğitimin şart olduğunu söylüyor. Bu gerçekler pedagojik olarak da belli. Tersine gerçekler gündelik politikaya bir süre uysa da esas insanlığın çoğul halinin faaliyeti olan gerçek politikaya hiç uymaz. Güvenlik deyince akla askeri güç, silah gücü ve üstünlük geliyor ama güvenlik çalışmalarında 20-30 yıldır çok farklı yaklaşımlar var. Birey güvenliği, kültürel güvenlik, ekolojik güvenlik, çevre güvenliği gibi… Bu tanım ve açıklamaların halka mal olmasını yine YÖK’ten bekleyelim. Yeni başkan çok iyi bilir güvenlik kavramının vardığı insani noktaları.
- Sanık yakınlarından, İstanbul'da yaşayan bir Amerikalı yazar ve öğretmen olan Jeffrey Gibbs’ten ilginç bir mesaj aldın. Diyordu ki Gibbs; “... Tahliyenizden çok mutlu olduk, 12 Temmuz Perşembe günü duruşma salonundaydım. Sizin söylediklerinden çok duygulandım, ben ve ailem sizi kalkıp alkışlamak istedik o anda. Dik durdunuz ve o yüzden biz de dik durabiliriz.” Aslında yakınında bulunan insanların gözlemlediği Büşra Ersanlı var bu mesajda; inandığı şeyler konusunda asla geri adım atmayan ve sendelemeden “savunan” bir insan. Sen kendini nasıl ifade ediyorsun?
Mizah ve iyi niyet, annemin her zaman “her şey insanlar için, hiçbir şeyden ezilme” öğretisi, babamın verdiği adalet duygusu. Özgürlük anlayışının küçük yaşlarda gelişebileceği bir ortamda büyümüş olmak. Ayrıca ek olarak işte anadilde eğitimin önemi! Ve unutmamak gerekir ki sınıfsal yoksunluk ve yoksulluk yaşamamış olmak.
Şeffaf ve dürüst olunca başka duruş olmaz her yerde aynı düşüncelerle durur insan. Ayrıca en konforlusu da budur. Demokrasi geliştikçe, ayrımcılık azaldıkça bu konfora kavuşmak kolaylaşır. Herkes bunu bilir zaten demokrasi lazım o kadar, çoğul olduğumuzu bilmek lazım o kadar. Bireysel hakların yanında kolektif hakların da olduğunu sindirmek lazım… Savaş, çatışma, ölüm, yaralanma, yanma istemeyen herkes bunu başarabilir.
- Biraz önce Zaman gazetesi yazarı Hüseyin Gülerce’nin telefonundan söz ettin, KCK operasyonlarına genelde destek veren Gülen cemaatinden başka arayanlar oldu mu?
İlk arayanlar Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'ndan iki yakın arkadaşım oldu. Herhalde çok rahatsız olmuşlar. Erkam Tufan "engelleyemiyoruz" diyerek üzüntüsünü dile getirdi. BDP milletvekilleri bazen gençlerin taşkınlıklarına engel olamadıklarını söylerler, hiç kimse inanmaz. Farkımız bu herhalde, biz barışçı her girişime inanırız BDP yöneticileri olarak. Ben her ikisine de inanıyorum BDP milletvekillerine de, Gazeteciler ve Yazarlar Vakfı'ndan arkadaşlarıma da...
- Bu süreçte seni hedef alanların arzuladığı şekilde yara aldığını, ikna edildiğini ya da korkutulduğunu düşünüyor musun? Bizi öldürmeyen şey, bizi güçlendiriyor mu gerçekten?
Hayır, karalayanların zihnindeki yaralardan hiçbirini almadım. Sevinecek olan biri varsa saçlarım çok dökülüyor. Tedbirini alacağım doğal yollarla. Engellemek isteyen varsa telefonda bize verilmiş tarifin malzemelerinin eve ulaşmasını engelleyebilir.
Telefonla çok görüşüyorum. Demek ki örgüt üyesi olmam zor! İddianamede böyle yazıyor.
- Cezaevinde şu anda senin durumunda olan ama acıları / düşünceleri haber değeri taşımayan, sesini duyuramayan daha yüzlerce insan var. Onlar için ne yapmayı düşünüyorsun?
Mektup yazıyorum, ziyarete gideceğim ve büyük çoğunluğunun benim gibi Barış ve Demokrasi Partisi üyeleri olduğunu biliyorum. Bildiklerimi aktarıyorum. Beni ve bizi savunan avukatlarla görüşmeleri sürdüreceğim.
- Tahliye olduğun gece, epey bir kovalamacadan sonra otobüse bindiğinde “Bu, hayatımın en güzel otobüsü” demiştin? Neydi hissettiğin?
Hayatımın gerçek ve en uzun alanına, yani akademik dünyaya kavuşmuş oldum. Mesleğimin onurlu, sevgi dolu üyeleriyle hemen buluşmuş oldum. En sevdiğim arkadaşlarımı ve öğrencilerimi hemen görmüş oldum. Bunun için Gürhan Ertur’a çok teşekkür ediyorum.
- Cezaevinde olduğun yaklaşık 9 ay içinde dışarıda yapmak istediğin ama yapamadığın şeyler, yanında olmak istediğin kişiler ya da “şimdi orada olmalıydım” dediğin durumlar çok oluyor muydu?
Bu tür duygular pek olmadı. “Keşke” ile yaşamak yorucu ve zordur. Kolaya kaçtım!