“Ey Peygamber, bütün bu olanları görüyor musun? Sen, gerçekten de eskisinden çok farklı biri mi oldun; kendi kendine karşı bu denli gaddar, bu denli düşmanca?
Sen yeryüzündeyken senden daha şefkatli, senden daha iyi kimse yoktu. İstihzalara senden daha sukünetle tahammül eden kimse de yoktu. Sen hayattayken, sana hakarette bulunanlar, seninle alay edenler için dua ediyordun. Bu kadar değişmiş olduğun doğru mu?
Tanrı’nın kutsal hatırı için yalvarıyor ve soruyorum sana; senin buyruklarına, senin öğreticilerinin talep ettiği biçimde riayet etmeyen herkesin öldürülmesini, kılıçla doğranmasını, yakılmasınını, her türlü eziyet içinde katledilmesini sen mi buyurdun?
Ey Peygamber, böyle şeyleri onaylıyor musun gerçekten? Böylesi kıyımlar yapanlar; insanları parçalayıp doğrayarak öldürenler, senin hizmetkârların mı? Bu tür gaddarca katliamlar yapıldığı zamanlarda, sanki insan kanına susamışsın gibi adı zikredilen Peygamber sen misin gerçekten?
Böyle şeyleri sen istemiş olsaydın eğer, geride şeytana yapacak ne kalırdı? Bütün bu zulmü, onun yapacağı bu kötülükleri sen yapsaydın eğer, Tanrı’ya karşı büyük bir küfür olmaz mıydı bu?
Peygamber’e, ancak şeytanın isteği ve icadı olabilecek şeyleri mal etmek, insanoğlu için ne talihsiz, ne aşağılık bir cüret!” *
Sebastian Castellio, ‘Sapkınlara Dair’ kitabının önsözü için bunun dışında hiç bir şey yazmamış olsaydı bile ismi, tarih ve insanlık için ölümsüz olurdu.
Çünkü o daha 1550’li yıllarda, “Hakikatı aramak ve onu kendi düşündüğü gibi ifade etmek asla suç olamaz. Kimse bir inanca zorlanamaz. İnanç özgürdür,” diyebilme cesaretini göstermişti.
Castellio’nun “Bilmem ki, herhangi bir zamanda bizim çağımızdaki kadar kan dökülmüş müdür,” diye soran kederli sesi, aradan geçen beş yüzyıldan sonra, “sözcüklerin, silah seslerinden duyulmadığı ve son hükmün savaş tarafından verildiği bir dünyada,” ne denli tanıdık, sarsıcı ve umutsuz geliyor kulağa.
Zorbalığa karşı vicdanın -ya da ‘Calvin’e karşı Castellio’nun- izlerini sürerken, yüzyıllar öncesinden bugüne Stefan Zweig’in o eşsiz kaleminden; gözlerimin önünde iki fotoğraf duruyor:
Biri, Paris’te kör bir nefrete kurban giden Charlie Hebdo çalışanlarının Pazar günkü büyük yürüyüşe katılan yakınları; birbirine kenetlenmiş elleri, ayakta durmakta zorlanan bitkin bedenleri ve olan bitene hâlâ inanamayan kederli, şaşkın bakışları.
Diğeri daha da vahim: İnsanın insana zulmünün, nefretinin; insanın insanlıktan çıkmasının o en son haddi. Nijerya’daki Boko Haram katliamından bir fotoğraf karesi.
Fotoğraflar ölümün nasıl bir şey olduğunu anlatamaz bize; gözlerimizin önünde öylece dururlar ama böyle vahşice katledilmenin rengini algılayamaz, kokusunu duyamaz, acısını hissedemeyiz. Bir cesetten diğerine ayaklarını sürüyerek ve yıkılmamaya çalışarak dolaşan; kara ve kederli bakışlarla, titreyen ellerini uzatarak, parçalanmış-yakılmış yüzlerce cesedin arasında yakınlarını teşhis etmeye uğraşan insanların ruh halini asla anlatamaz bize, hiç bir fotoğraf karesi.
Bu kadar ölüyü gömmek için kaç çukur kazmak gerekir? Kaç metre beze ihtiyaç vardır? Ne kadar dua rahatlatır ıstırapla kıvranan ruhları ve ne kadar gözyaşı hafifletir acıyı?
Peki bunu yapanlar nasıl insanlar olmalı? Yoksa, insan bile değiller mi?
Boko Haram’ın katlettiği binlerce insan onlara göre ‘yeterince’ Müslüman değillerdi. El-Kaide’nin katlettiği Charlie Hebdo çalışanları, onlara göre çizdikleri karikatürlerle Müslümanları ve peygamberini aşağılamışlardı. İbret-i alem için öldürülmeleri gerekiyordu.
1500'lerin ilk yarısında Cenevre’de, 26 yaşında iktidarı ele geçiren Calvin -ki sonradan ülke tarihinin en despot, en acımasız hükümdarı olmuştu- döneminde, İspanyol din adamı Serveto, İncil’in bir bölümünü Calvin’den farklı yorumlamakta ısrar ettiği için Cenevre’de, komploya kurban edilerek kitaplarıyla birlikte yakılmıştı.
Bu cinayetin baş azmettiricisi olarak hazırladığı savunmasında Calvin, “Herkese her düşündüğünü söyleme özgürlüğü verilmez, çünkü bu Ateistlere, Epiküryenlere ve Tanrı’yı hakir görenlere yarar, sadece hakiki doktrin dillendirilmelidir. Bu nedenle sansür, asla özgürlüğün kısıtlandığı anlamına gelmez,” diye yazmıştı.
Calvin ve benzerlerine göre, kendileriyle aynı fikirde olmayan insanları susturmakla asla bir baskı uygulanmış olmaz; sadece haklı bir davranışa ya da yüce bir fikre -bu olayda olduğu gibi Tanrı’ya- hizmet edilmiş olunurdu.
Şiddet uygulayanlar, uyguladıkları şiddeti sıklıkla, herhangi bir dini inanç ya da ideolojik fikirle mazur göstermeye ve üstünü örtmeye çalışlar; ama bilinir ki kan zorbalıkla dayatılmak istenen inancı da, düşünceyi de kirletir.
Calvin’in bu ‘sapkın avına davet’ içeren savunmasına karşı, dönemin entellektüel, aydın, bilim insanı, hümanist önderleri sessizliklerini korurken, adı sanı duyulmamış bir ‘inançlı’ şehir katibinin yanıtı şöyle olmuştu:
“Kendi adıma ben, ölümü tartışmasız biçimde hak etmemiş bir adamın kanıyla lekelenmektense, kendi kanımın dökülmesini tercih ederim.”
Dönemin ‘akil’ insanları -kimi Calvin’in savunmasının iddialarını riyakarca bulduğunu açıklayacak cesarete sahip olmadığı ve kendisinin de ‘sapkın’ olarak adlandırılacağından korktuğu için, kimi iktidarın kendisine verdiği itibar, yetki ve nimetlerden vazgeçemediği için- susmaya devam ederken, despota karşı kelamından -yani kaleminden- başka hiçbir şey olmayan bir hümanist olan Castellio, bu zorba iktidara ve yandaşlarına karşı tek başına savaş açmıştı.
Castellio’ya göre, insanoğlunun bu bitip tükenmez zorbalığının, çıldırmışlığının, caniliğinin ezeli suçlusu fanatizmdi; her zaman kendi fikrini, ideolojisini ve inancını tek gerçek olarak kabul eden sabit fikirli ideologların o kibirli tahammülsüzlüğü.
“Bu insanlar kendi ideolojilerinin doğruluğundan o kadar emindirler ki diğerlerine tepeden bakar, onları hor görürler. Gaddarlıkları ve zulümleri bu kibirden doğar; öyle ki hiçbiri kendisiyle aynı fikirde değilse bir diğerine tahammül etmek istemez. Oysa günümüzde neredeyse mevcut insan sayısı kadar farklı düşünce var. Buna karşılık diğer herkesi yargılamak ve tek başına egemen olmak istemeyen tek bir mezhep yok…
Bütün kutsal kitaplar Tanrı’yı inkâr eden, hakikatin yolundan ayrılmış ‘sapkınlar’dan ve onlara verilmesi gereken cezalardan söz eder.
Ancak, Tanrı’nın sözünü yorumlayan herkes yanılabilir, hata yapabilir; bu nedenle bize düşen ilk görev hoşgörü göstermektir. Her şey, Tanrı’nın ‘bir’ olduğu gibi açık, anlaşılır ve sarih olsaydı eğer, bütün inananlar, kendi içlerinde bütün meselelerde kolayca fikir birliğine varabilirlerdi. Ama eğer kainatı böyle yaratmış olsaydı Tanrı, bütün dinlerin ağız birliği etmişçesine bizlere öğütlediği tevekkülün, tefekkürün ve tekamülün ne anlamı kalırdı?
Kaldı ki her birimiz kendi inandığımız dini inancın üstün olduğuna inanıyorsak; o zaman ‘diğerleri’nden daha iyi yürekli ve merhametli olmamız gerekmez mi?” **
Sapkınlık, mutlak değil göreceli bir kavramdır. Bir Hıristiyanın gözünde İsa’nın Tanrı’nın oğlu olduğunu inkâr etmek sapkınlıktır. Bir Müslümanın gözünde bunun böyle olduğunu iddia etmek sapkınlıktır. Bir Musevi’nin gözünde Müslüman inanç sapkınlıktır. Ve daha yüzlerce inanç için bir diğeri, sapkınlıktır.
Castello’nun ‘Sapkın nedir?’ sorusuna yanıtı net: “Hepimizin, kendi düşüncemize uymayan herkesi sapkın diye adlandırıyor olmamızdan başka bir yanıt bulamıyorum…”
Bütün bu inançlar içinde hangisi Tanrı’nın hakiki sözüdür? Hangi dinin buyruklarına itaat edersek Tanrı’nın ve elçilerinin gazabından kurtuluruz? Hıristiyanların mı? Yahudilerin mi? Müslümanların mı?
Yeryüzünde bir arada yaşayabilmek için bütün insanlar aynı şeylere -aynı dine, aynı ideolojiye, aynı öğretilere- inanmak zorundalar mı? Değilse, o zaman dinimizden olmayanların canları, malları, ırzları her daim bize helâl mi? Güçiü olan mı haklı? Kazanan her şeyi alır mı?
Kimin dini inancı daha üstün mücadelesini kazanmak için bir günde iki bin kişiyi öldürmek yeterli mi? Yetmesi için gereken sayı kutsal kitaplarınızda yazar mı?
Paris’te pazar günü, yüzbinlerce insan tek yürek, “demokrasi, özgürlük, insan hakları, hoşgörü ve barış için; barbarlığa ve fanatizme karşı dayanışma için” sokağa çıktı.
“Tarihimizde, yüzyıllar içinde haksızca, barbarca işlenen katliamlar ve eylemler içinde bazen biri çıkar ve dünyanın uyur görünen vicdanını uyandırır” diyor Zweig.
Hatırlayın, bu ülkede sekiz yıl önce, 19 Ocak 2007’de Hrant Dink katledildiğinde biz binlerce ayağa kalkmıştık.
Hatırlayın, Gezi Parkı’nda o ‘bir kaç ağaç’ bizi çağırdığında ve zalimin zulmü ayyuka çıktığında biz yüzbinlerce sokaklara taşmıştık.
Hatırlayın Uğur Mumcu’nun, Berkin Elvan’ın cenazesinde biz kaç kişiydik?
Katledildiklerinde sahip çıkamadığımız, sokaklarda yüzbinler olup isimlerini haykıramadığımız bu coğrafyanın bütün kadim halklarının o güzelim çocuklarını da unutmayın, hatırlayın…
@SibelYerdeniz
* Vicdan Zorbalığa Karşı (Ya da Castellio Calvin’e karşı) / Stefan Zweig / Can Yayınları 2014 / Çeviri: Zehra Kurttekin (Orjinal metinde ‘Ey İsa’ diye hitap etmektedir Castellio)
** Stefan Zweig