“Müslüman Kamuoyuna, ….
Gün, müslümanlığın gereğini yerine getirme günüdür.
İman edenler, Allah yolunda savaşırlar. Kafirler de tağut yolunda savaşırlar. O halde şeytanın dostlarıyla savaşın. Çünkü şeytanın hilesi zayıftır. (Nisa:76)
Galip gelecek olan şüphesiz ki Allah taraftarı olanlardır.”
Yirmi yıl önce bugün, Sivas'ta bu bildiri dağıtıldıktan iki gün sonra, Madımak Oteli önünde toplanan binlerce kişi, müslümanlığın gereğini yerine getirmek için, otelde sıkışıp kalan onlarca insanı yakarak, katlederek şeytana ‘galip’ geldiler.
Otelin içindeki onca insan, genç, çocuk, çığlık çığlığa yardım isterken saldırganların arasında, "Allah'ım bu senin ateşin, cehennem ateşi bu!.." diye ibret-i alem için haykıranlar, huşu içinde tekbir getirenler vardı.
Doğruydu… Cehennem ateşiydi yanan… İçeride, yananlar vardı:
“ … Erdal Abi (Ayrancı) ‘Yaşlılar, kadınlar ve çoluk çocuk yukarı çıkın; kalanlar bir yere ayrılmıyorsunuz, barikat kuracağız,’ dedi.
Otel beş katlı, biz girişteki lobideyiz. hemen masaları ters çevirdik, sandalyeleri yığdık. Dışarıdakileri görmüyorduk ama seslerini duyuyorduk, koca koca taşlar geliyordu içeriye. O manzarayı görünce Erdal Abi “Dışarıdaki durum ciddi, belli ki biz buradan çıkamayacağız ama her ne olacaksa barikatta olup bitecek. Eğer bizden bir-iki kişi ölürse yukarıdakilere dokunmazlar, iki kişiyi öldürdük, artık gidelim derler. O yüzden barikatı terk etmeyeceksiniz. Durmak istemeyen varsa anlayışla karşılarım ama kalanlar bir daha yukarı çıkamaz…” dedi.
Ben kardeşime döndüm, “Hadi abim, sen yukarı çıkıyorsun” dedim. Çıkmamak için direndi ama kabul etmedim. Biz orada vedalaştık Serkan’la, sarılıp, öpüştük. Ben ‘burada her ne olursa olsun, aşağıya inmeyeceksin,’ dedim.
Ama yine de indi, defalarca... En sonunda “Yeter artık” dedim, “bir daha asla inmeyeceksin!” O son görüşüm oldu...
Sonrası alevler, sonrası duman, sonrası karanlık, sonrası cehennem.
Serkan’ın sesini duyuyorum, sürekli adımı sesleniyor, ama elektrikler kesik, dumandan göz gözü görmüyor. Alevler saçlarınızı yalayıp geçiyor. Ben oradan oraya koşuyorum, sonra bir an beynimin, ciğerlerimin burnumdan, ağzımdan aktığını hissediyorum. Ağzım köpük köpük. Her tarafım korkunç sızlıyor…
Nerede olduğumu kestiremiyorum, bütün odalara girip çıkıyorum… Serkan’ı bulmaya çalışıyorum. “Serkan” diye bağırıyorum, o da bana “Abi!” diyor. Çok yakından geliyor sesi. hiç değilse elini tutayım, yan yana olalım istiyorum, tamam öleceğiz ama…
Yıllardır kulaklarımdan gitmeyen çığlıklar. ‘Kurtarın, yanıyoruz!..’ diye bağıranlar, annesini çağıranlar, ‘baba,’ diye bağıran o iki çocuk ‘baba, baba, baba…’
Herkes birbirine çarparak kaçmaya çalışıyor. Ben ise hâlâ Serkan’ı arıyorum, bana hep yukarıda gibi geliyor, hep onun sesine doğru koşuyorum… Ama sonra sesini de kaybediyorum… ‘Serkan,’ diye sesleniyorum yanıt alamıyorum. Nefesimin beni taşıdığı o son ana kadar ‘Serkan…’ diyorum ama karanlık, alevler ve duman ses vermiyor…
Son anda bir şey yukarıdan üzerime doğru düşüyor, bir cam eriyiği gelip bacağıma yapışıyor. Bir an çok büyük bir acı, ama sonrası yok... Sonra her şey bitti. Artık hiç bir şey hissetmiyor, hiç bir şey duymuyordum. Artık orada değildim…”
O günü hiç unutmuyorum. Serdar ve Serkan, cehennemin tüm katlarında umutsuzca sürüklenerek, çırpınarak, nefesleri kesilene kadar birbirlerini ararken; Koray, ablası Menekşe’nin boynuna sarılmış ‘Baba, baba…” diye bağırırken biz dışarıda, ekranların başında bu akıl almaz dehşeti saatlerce, gözlerimize inanamayarak izledik…
Bir ara bağırmaya başlamıştım ben de:
“Ölüyorlar anne… ölüyorlar anne… ölüyorlar anne!”
Ve annemin giderek kuruyan sesi, “aklım almıyor, aklım almıyor, aklım almıyor…”
Benim çığlıklarıma, içerdeki odada oyalamaya çalıştığımız sekiz yaşındaki erkek kardeşim koşarak geldi. Artık hiç birimizde onu o ekranlardan uzak tutacak güç yok. Beş on saniye bakındı ve bana dönerek.
“Ağlama abla, bak, bir sürü insan var kurtarırlar,” dedi, kalabalığı göstererek.
Bir an dehşet içinde başımı çevirip ona baktığımda gördüğü ifadeyi yıllar sonra bana şöyle anlattı:
“O bakışını asla unutamıyorum, sanırım çocukluğumun bittiği, büyüdüğüm gündü…”
“Kurtarmıyorlar, annecim…” dedi annem usulca. “Onlar kurtarmıyorlar, yakıyorlar…”
Doğruydu… Cehennem ateşiydi yanan… Dışarıda da yananlar vardı:
“Beni hastaneye götürdüler, iğne vurdurdular. Çocuklarımın nerede olduğunu soruyorum. Menekşe’m ve Koray’ım nerede diye soruyorum. Babalarının yanında olduğunu söylüyorlar...
Evin bir köşesinde yatıyorum, iğneden sersem gibiyim. Evde yeğenlerim, kuzenlerim, akrabalar radyodan haberleri dinliyorlar. Birden kadın spikerin 'Koray' dediğini duydum; bağırdığımı hatırlıyorum...
Çocuklarımı aniden kaybettim. Morga gittim mi, yavrularımı gösterdiler mi hatırlamıyorum. Söylediklerine göre hep bağırıyormuşum. Ne ağlama ne de başka bir şey; sadece bağırma... Cenazelerin kalktığını filan hiç hatırlamıyorum. Tek hatırladığım; Ankara'da, Pir Sultan Abdal Derneği önünde bir grup genç kız mum yakarken, onlardan birini Menekşe sanıp, koşup sarıldım...
Sonraki günleri de hayal mayal hatırlıyorum, zorla yemek yediriyorlardı. Çevremdeki insanların sesleri duyuyordum ama ne dediklerini anlamıyordum. Sürekli yatıştırıcı iğne yapıyorlardı.
Koray'ımın sinüziti vardı; 'başım' deyip yüzünü ekşittiğinde benim kalbim yerinden çıkacak gibi olurdu. Menekşe'm sarılık geçirdiğinde neler yaşadığımı bir ben biliyorum bir de Allah...
Nasıl delirmedim… Nasıl ölmedim…
Yıllar sonra anlattılar; Koray'ımın yaşı küçük diye kurtarmak için çok uğraşmışlar, “Bu çok küçük, bari bunu kurtaralım,” demişler, olmamış... Yavrularım, abla-kardeş birbirlerine sarılıp gittiler.
Hiç öyle sakinleştirici sözler söylemeyeceğim kimseye; o gün Madımak Oteli önünde, maksadı ne olursa olsun bulunan herkes, 14 yaşındaki Menekşe'm ile 12 yaşındaki Koray'ımın ölümünden sorumludurlar. Benim yüreğim yanıyor, umarım onların da vicdanı sızlıyordur…
Ama hiçbirinin evlatlarını kaybetmesini istemem yine de; evlat acısı başka..."
Aradan yirmi yıl geçti. Hiç öyle sakinleştirici şeyler söyleyemeyeceğim kimseye...
Yirmi yıl olmuş ama son yirmi günde hiç olmadıkları kadar gözlerimin önündeydiler.
Menekşe, Koray, Serkan, Hasret… ve diğerleri…
Memleketin Başbakanı her çıktığı meydanda ““Camiye ayakkabıyla girdiler!.. Camide içki içtiler!..” diye haykırdıkça, gözümün önüne geldiler…
Her gün yeni bir cehennem akdine imza atıp, insanları manşet manşet hedef gösteren, ağızlarından salyalar akıtarak gazetecilik yaptığını düşünenleri gördükçe gözlerimin önüne geldiler:
Ellerinde benzin bidonlarıyla, çocukları yakmaya giden adamlar…
Büyük kıyam! Buna hiç şüphe yok. Hepimiz şahidiz...
Ey müslüman kamuoyu; ey inananlar!
“Gün, müslümanlığın gereğini yerine getirme günüdür…”
Nedir müslümanlığın gereği?
İçinde en çok “barış, hoşgörü, vicdan, adalet, esirgemek, bağışlamak…” geçen bir inançtan, daha yaşarken bir cehennem yaratmak mı?
‘Yaratmak’ yalnızca Allah’a mahsusken, o ‘kul’ ellerinle azap dolu bir cehennem ‘yaratmak’ ve karşısına geçip “Allah’ım işte bu senin cehenneminin ateşi!” diye böbürlenmek mi?
Kimin kafir olduğuna; kimin yaşayıp, kimin ölmesi gerektiğine, kimin cennetlik, kimin cehennemlik olduğuna sen mi karar veriyorsun?
Hangi hakla? Ne cüretle?
On iki ve on dört yaşındaki iki çocuğun birbirlerine sarılarak, korku, dehşet, acı, çaresizlik, hayal kırıklığı içinde çırpına çırpına ölmelerine; insanların zalimliğinden başka hiç bir şeye inanmayarak ölmelerine sebep olacaksın ve bunun karşılığında da Cennet’e gideceksin, öyle mi?
Cennet; çocukları, insanları, yakarak, boğarak, doğrayarak, canlarına kastederek gidebileceğiniz bir yer olabilir mi? Böyle bir Cennet tahayyülü olabilir mi?
Kimseyi yakmadan, boğazlamadan, incitmeden, öldürmeden; iyilikle, merhametle, sevgiyle, hoşgörüyle, yardımlaşma ile, yalnızca Allah'ın rızası ile hak edilebilecek bir Cennet hayal etmek çok mu zor?
Herkes sizin gibi düşündüğünde; herkes ‘katil’ olduğunda, herkes inandığı değerler uğruna birbirinin canına kastettiğinde, herkes birbirini öldürerek adaleti sağlamaya çalıştığında Allah’ın yüce adaleti, bağışlamak ve esirgemek neye yarayacak?
Hani nerede; Allah’tan başka hiçbir güç tarafından kullanılamayacak ya da ele geçirilemeyecek olan, hayatını gerçek ve adil olana adayacak olan; hiçbir zaman yıkım, acı, nefret ve karanlığın hizmetine girmeyecek olan o güzel insan, o mümin nerede?
Hani nerede “Yaşamak görevdir yangın yerinde; yaşamak, insan kalarak…” diyen o güzelim insanlar?
“Bir insan ömrünü neye vermeli?” diye soran canlar.
Hani nerede yüreklerimizin yarısı?
Nerede kaldılar?