Geçen yıl 29 Mayıs gecesi Gezi Parkı’nda, 6 yaşındaki Yalın ablasıyla birlikte çimenlere uzanmış yatıyordu. O gece çadırda kalmak için çok ısrar etmişti. Etrafta onunla ilgilenen bir sürü ‘neşeli’ abi-abla vardı ve Yalın çok mutluydu.
Bir ara heyecanlanarak sordu:
“Abla yıldız mı kayıyor?”
“Yok, uçak o…”
“Tüh ya! Dilek de tutmuştum.”
“Ne dilemiştin ki?”
“Ağaçların kesilmemesini!”
Gezi Parkı’nda eylemcilerin çadırlarının şafak baskını ile yakıldığı 30 Mayıs’tan bu yana bir yıl geçti.
Başbakanı bir kaç gündür yine ‘Gezi korkusu’ sardı.
Çünkü Gezi, AKP iktidarının ‘ileri demokrasi’ mitini gerçeğe tercüme etti. Onun sislerini dağıttı. Adaletin ‘herkes için adalet’ olmadığını; kalkınmanın, bir tek iktidarı elinde tutanların tekelinde olduğunu ve demokrasinin bir kandırmacadan ibaret olduğunu gözler önüne serdi.
Ardından ‘patlayan’ 17 Aralık operasyonu ise, hak-hukuk gibi kavramların, Ak Parti hükümetinin çıkarlarına ve ihtiyaçlarına uygun olarak gerektiğinde tekrar tekrar tanımlanabileceğini gösterdi.
Başbakan önceki gün konuştu:
“Neymiş? Ağaçlar sökülüyormuş.12 tane ağaç başka yere nakledilecek diye… Bunu istismar ederek dalga dalga ülke geneline yayıyorlar…”
Dün de devam etti:
“Bazı densizler duvarlara ‘zulüm 1453’te başladı’ diye yazdılar. Bu zihniyet barışı, hakkı, adaleti, dayanışmayı, dostluğu, kardeşliği savunamaz. Bunlar molotof kokteyllerle cam çerçeve indirirler, insanları öldürürler. Başörtülü kızlarımıza alçakça saldırdılar, Mabetlerimize saygısızlık yaptılar. Sokakları savaş alanına çevirmek istediler. Türk bayrağını yaktılar. Bira şişeleriyle TC yazdılar. Bölücü örgüt liderinin posterleriyle, Gazi Mustafa Kemal’in posterlerini yan yana açtılar… Fetih ruhunu anlamış bir gençlik bunu yapmaz. Bizim medeniyetimizin gençliği, eleştiren, haksızlığa itiraz eden ‘yumuşak başlıysam kim dedi uysal koyunum’ diyen bir gençliktir…”
Başbakan’ın azmine ve kararlılığına hayran olmamak elde değil.
Profesyonel görevinin yüklendiği sorumlulukların hayli üstüne ve dışına taşmış azametiyle bir yıldır, neredeyse tek başına canhıraş bir politik şiddet kampanyası yürütüyor. Kendi halkının çocuklarına karşı.
Ağzını açtığında tüm yaptığı, kafa karıştırmak, çaresizlik yaratmak, korkutmak, endişe uyandırmak, ayrıştırmak, ötekileştirmek, düşmanlaştırmak…
Bu bir yılda Başbakan tüm enerjisini, yetkisini ve imkânlarını, otoritesine karşı çıkmaya cüret eden vatandaşlarının -ki onlar ‘halk’ olmayanlar- başlarına neler gelebileceğini göstermeye harcadı. Harcamaya da devam ediyor.
Malum, bu 31 Mayıs için yeni bir güç gösterisine hazırlanıyor. Sadece İstanbul’da görev yapacak 25 bin polis ve 50 TOMA ile bize şiddetin kimin tekelinde olduğunu bir kez daha gösterecek.
Bu dehşetli manzarayı görmezsek kimin güçlü olduğunu nerden bileceğiz?
Adorno, faşizmin psikolojik kökenlerini açıklamak için ‘otoriter kişilik bozukluğu’ teorisi üzerinde yoğun çaba harcamıştı.
Teoriye göre, bir otorite altında ezilenler kadar, ezenler de yabancılaşmakta ve insanlıktan çıkmaktaydı.
İnsanların, iktidar -ve onun araçları- aracılığı ile zihinsel ve ruhsal olarak sakatlanması diye bir şey var anlayacağınız. İktidarı kullananların, hem kendilerinde, hem de hegemonya kurdukları insanlar üzerinde yarattıkları, kimi zaman çok vahim boyutlara ulaşabilen bir deformasyon.
O yüzden iktidar sahiplerine sık sık, iktidarlarının geçici ama ‘insanlığın’ kalıcı olduğunu, hatırlamakta fayda var.
Gezi’de, Yalın’ın çok saf, çok içten bir dileği vardı: Ağaçların kesilmemesi.
Gezi’de hepimiz tek bir şey istiyorduk: Oranın ‘park’ olarak kalmasını!..
Hepsi bu. Bu kadar basit.
Bu kadar yalana, manipülasyona, zorbalığa, şiddete gerek yoktu.
Bu kadar genç çocuğun ölmesine, sakat kalmasına, ailelerinin yüreğine ateş düşürülmesine gerek yoktu.
Bu kadar korkuya, kötülüğe, bu yaratığınız ‘cehennem’e gerek yoktu.
Ama benim tüm bunlardan anladığım insanın günahı da, kötülüğü de, cehennemi de suçluluk duygusuyla yarattığı.
Kaldı ki Dünya tarihi, kaybetmekten deli gibi korkacağı kadar çok şeye sahip olan ‘tek adam’ların da tarihi aynı zamanda; sayılamayacak kadar çok para, sorgulanamayacak kadar otorite ve fütursuz güç.
Dünya halkları, bu tek adamların ölümcül ‘kaybetme’ korkularından, nefret ve kibirlerinden fazlasıyla nasiplenmişler.
Şimdi sıra bizde.
Kendine biat etmeyenleri düşman ilan eden, şeytanlaştıran ve elindeki bütün imkânları onları ‘ezmek’ uğruna seferber eden bu ruh hali, bu zalim akıl; herhangi bir ‘savaş’ ortamında bugüne kadar duyduğumuz ve tanık olduğumuzdan çok daha fazla kanı dökmeye hazır olacaktır.
Hiç şüpheniz olmasın.
Aradan bir yıl geçti… Gezi direnişinin çocukları bir yaş daha büyüdü. Aralarında büyüyemeyen ve hep aynı yaşta kalacak olanlar da var.
Hiç biri göstericiler tarafından ‘molotof kokteyli’ ile öldürülmedi. ‘Devlet dersi’nde öldürüldü her biri. Bizzat devletin Başbakanı tarafından yüreklendirilen ve kutsanan ‘sabırsız’ polisler tarafından katledildi çoğu.
Berkin’in cenazesinde, uzağı iyi göremediğini söyleyen bir teyze tedirginlikle sordu: “Şu ileridekiler polis mi, insan mı? Seçemiyorum…”
Bilinç altı işte. Arada böyle oyun oynar. İşaret ettiği yöne baktım ve yanıt vermeden önce bir süre düşündüm...
Ertesi gün Çapul TV’de, cenazeden sonra Taksim’e yürümek isteyen insanları Harbiye’de sıkıştırıp; kimyasal katılmış su, plastik mermi ve gaz kapsülleri ile yakmak, parçalamak, boğmak için birbirleriyle yarışan polisleri izledim.
Kaskla yüzü parçalanmış adamın fotoğrafına baktım.
“At at at, gözüne at!” diye işaret eden emniyet amirini gördüm.
Aynı soruyu defalarca kendime sordum: Polis mi? İnsan mı?
“Polis arkadaşlara ben hayret ediyorum, nasıl sabrediyorlar?” diyor Başbakan.
Polis arkadaşlara ben de hayret ediyorum.
Yalnızca onlara da değil.
“Başbakanımız yolsuzluk, hırsızlık yapmış olsa bile mutlaka vatan için, millet için, dava için, selamet için, Allah için yapmıştır,” diyebilenlere.
Telefonun bir ucunda “Nasıl girdim bu işe ya, kim için?” diye ağlayanlara.
“Kendimle ilgili gereğini yapacağım...” diye hazırola geçenlere.
Elleri, kolları, dilleri ‘korku’ ile bağlanmış olanlara. Karşı çıkma cesareti olmayanlara.
Bir iktidarın azgın iştahı tarafından yönetilmeyi içine sindirebilenlere.
Bu içler acısı ‘demokrasi ve kalkınma’ efsanesinin altından fışkıran lağımı görmek istemeyenlere.
Bir zalim iktidarın gölgesinde sinsi sinsi semiren, bütün bu yolsuzluğa, haksızlığa ve şiddete rıza gösteren, sessiz kalan, üstünü örtmeye çalışan her ve kim varsa onlara…
İnsan gerçekten hayret ediyor
@SibelYerdeniz