Günlerdir bekliyoruz. Nasıl bir akibeti beklediğimizi bilmeden...
En son 19 Haziran’da konuşmuştuk. O günden bu güne ben ona “Nasılsın?” demeye korkuyordum…
Ama dün o aradı:
“11 aylıkken rehin alınan bir bebeğin, birinci yaşına, IŞİD gibi ‘vahşi’ bir örgütün elinde rehin tutularak girmesinin hikâyesini sen de yazmıyorsan, bitmiş bu ülke...” dedi.
Aynen böyle söyledi.
O, IŞİD’in elinde rehin tutulan 80 kişi içindeki iki bebekten birinin dayısı. Deniz Kuzey Yıldız’ın.
Sustum kaldım öyle. Bir süre ne cevap vereceğimi bilemedim… Günlerdir sayfasında paylaşıp durduğu Deniz’in fotoğrafları geldi gözlerimin önüne. O güzelim bebek yüzü, gülen gözleri…
Ne denir ki?.. “Yirmi gündür çırpınışlarını, kederli gözlerle izliyorum, ‘Yardım edin!’ diye sağa sola koşuşturmanı, çığlıklarını duyuyorum ama elimden hiç bir şey gelmiyor,” mu diyeyim?
Bu konuda soru sormamız, konuşmamız, yazmamız yasak mı diyeyim? Hani memlekette işçiler grev haklarını bile kullanamıyorlar milli güvenliği bozucu nitelikte görüldükleri için; insanlar sokakta ‘iftar’ yemeği için bile bir araya gelseler altında mutlaka ‘yıkıcı’ bir şeyler arayan bir devletimiz var; bu ‘rehineler’ konusunu da en iyi sen biliyorsun işte… susmaktan başka yapabileceğimiz bir şey yok... mu diyeyim?
Sadece şöyle diyebildim: “Ne olup bittiğini bilmiyorum ki! Gerçekten bilmiyorum… Sen anlatsana, neler oluyor?”
“Ne anlatayım sana? Nereden başlayayım?
Beklemek dünyanın en kötü işkencesiymiş. Gözünü tavana dikip, kulakların telefonun sesinde, saatler, günler boyu beklemek...
20 gün oldu. 20 gündür kardeşim ve ailesi rehin... 20 gündür bir anne camın önünde gözyaşlarıyla, çocuklarının yolunu bekliyor. Hiç uyumuyor.
İlk doğum gününü ‘tutsak’ olarak kutlayan bir bebek. Çocuğunun başına bir şey gelmesinden korkan bir anne. Ailesini ayakta tutmaya çalışan bir baba...
Ve dut yemiş bülbül kesilen bir Devlet...
7 aylık ve 11 aylık iki tane bebek rehin alındı orada. 20 gündür yüreğimiz ağzımızda bekliyoruz. Biz beklerken, medya susmuş, gazeteciler unutmuş…
Devlet yetkililerimizin daha önemli işleri var, onların hep daha önemli işleri var… İktidarlarından, koltuklarından, yönetmekten, seçmek ve seçilmekten, insanların yüreğine kaygı ve korku salmaktan daha önemli işleri olmayanların ülkesinde sesimiz bu denli boğulmuşken… ne anlatayım?
Sınırlarımızın hemen ötesinde ‘vahşi’ bir savaş devam ederken; binlerce Suriyeli sığınmacı ülkemizde artık sokaklara düşmüş çoluk çocuk dilenirken… Biz rehine yakınları, yüreğimiz ağzımızda Irak’tan gelecek ‘iyi’ bir haberi beklerken… insanlar, “Ekmeleddin, diye isim mi olur yahu?!” diye günlerce tartıştılar…
Onlara ne anlatayım?
Rehin alınmalarından sadece on gün önce gitmişlerdi. Kız kardeşim Nermin, eşi Hakan ve yeğenim Kuzey Deniz...
Kuzey Deniz, Haziran'ın 26'sında 1 yaşına girdi.
Gülen yüzü hiç gözümün önünden gitmiyor. O hep gülüyordu, her sabah gülerek uyanırdı... Ben ‘Deniz’ koydum adını, babası ‘Kuzey’... Ve Deniz diye çağırdılar... Büyüsün, Deniz gibi olsun diye…
Babası, burada bir kargo firmasında işçi olarak çalışıyordu, kardeşim doğumdan sonra işinden ayrılmış evde çocuğuna bakıyordu. Evleri kira, baba 1.200 TL maaş alıyordu.
Borç-harç derken epey sıkıntı yaşadılar. Musul Başkonsolosu bizim damadın halasının oğlu. Aklına sokmuş bir kere. Sonuçta onların iyiliğini istiyor. Orada çalışmaları için ısrar ediyor: “Sana 1900 dolar maaş, eşin de gelirse 1200 dolar da ona...”
Başvuruyorlar; çocuğa gelecek lazım...
Güvenlik soruşturması falan... ‘Soruşturma’ iznimizin olmadığı ‘güvenliğimizi’ sorguluyor birileri. Güvenlikteymişiz! Oysa, daha yeni gelmişiz, çocuk taziyelerinden...
Pasaport işlemleri başlıyor apar topar. Her şey yolunda... 1 Haziran itibariyle göreve başlamaları lazımdı, gittiler...
Çok söyledim ‘gitmeyin’ diye. "Abi, öyle diyorsun da herkes bedava akıl dağıtılır da kimse bedava bakmaz insana..." dedi kız kardeşim. Sustum...
En son 10 Haziran'da görüştüm kendisiyle. Konsolosluk kuşatılmış. "Dönün abim," dedim.
“Bakanlıktan haber bekliyoruz..." dedi.
Sonra akşam vakti bir daha aradım. "Ortalık yatıştı abim; siz merak etmeyin, iyiyiz biz..." dedi titrek sesiyle.
Saat, 11.00 gibi ablası aramış, yarım kalmış konuşmaları. Almışlar götürmüşler...
O gün bu gündür ne bakanlığı kaldı, ne konsolosluğu, ne de kriz merkezleri... Prompterdan okurcasına, önünde yazılanları okuyan insanlarla muhatap oldum hep.
"Sağlık durumları hakkında olumsuz bir şey yok, devletimiz teyakkuz halinde, en üst düzeyde girişimler devam ediyor... Bekleyin... Bakanlığımız açıklamaları dışında hiç bir bilgiye itibar etmeyin..."
İtibar? İtimat?
Küçücük iki bebek. Mama ister, süt ister… O ortamda ne yer, ne içerler? Anneleri babaları ne yapar?
Savaşın, kaosun ve ‘inançlarının’ insanlıktan çıkarttığı; o koşullarda var olabilecek en acımasız, en fanatik, en gözü dönmüş adamların ellerindeler!.. Nasıl merak etmeyelim? Nasıl soru sormayalım? Nasıl konuşmayalım? Nasıl yazmayalım? Nasıl isyan etmeyelim?
Bize yardım edin! N’olur bize yardım edin!
Kimsenin bu çocukların gülücüklerini soldurmaya, geleceklerini karartmaya hakları yok.
Günlerce hiç bir bilgi almadan yüreğimiz ağzımızda bekliyoruz. Daha üç gün önce aradılar Bakanlıktan bizi. Onca zaman sonra… 27 Haziran’da görüşmeye çağırdılar.
Bir gün öncesinden rehine yakınları ile görüşme yapılacağı, söylendi. Herkes, “Acaba bir şey mi var?” endişesi ile sabahı dar etti. Kendimden biliyorum, o günden beri uyumuyoruz; o günden beri Ankara’daki ‘Irak Kriz Masası’ndan gelecek haberlere endekslendik.
O gece de sabahı dar ettim. Ertesi gün Dışişleri Bakanlığı’nın girişinde cep telefonlarımızı alıkoydular. Bakanlık girişindeki polis “Başımız ağrır abi, sessize alın ya da kapatın, emanate alalım” dedi. Çaresiz kabul ettik.
Toplantı B Bloktaydı. Önce ses düzeni ayarlandı ama Naci KORU kürsüde konuşmak istemedi. Acılarımızı paylaşacakmış, bizlere yakın olmak istiyormuş; gelip yakınımıza oturdu.
Ben bir yandan ailelerle konuşuyorum; haber alabilen, aranıp sorulan, bilgi edinebilen var mı diye? Özel Harekat’taki rehine yakınları şanslı. Hepsinin arayanı var. Özel Harekat daire başkanı bile günde bir kaç kez hatırlarını soruyormuş ailelerin.
7 aylık Ela bebeğin dedesi de orada. “Ben çocuğumu devlete emanet ettim, devletten isterim!” diyor. Ama bir yandan da korktuğunu anlıyorum; belli ki ona da demişler; “Medyaya açıklama yapmayın, başınız belaya girmesin!” diye…
Gençten bir çocuk vardı. Abisi oraya rehine alınmadan altı gün önce gitmiş. Nişanlandıktan bir kaç gün sonra… 3 Temmuz’da düğünü varmış ve giderken davetiyeleri bastırın, ben geleceğim, demiş. Baskında rehin alınınca her şey ortada kalmış. Çocuk iki gözü iki çeşme anlatıyordu; abimden haber verin…
Oradaki herkes ağlamaklıydı zaten.
Bir diğeri,10 gün olmuş kızı doğum yapalı. Damadı telefonla güç bela aramış, “Eşim sağ salim doğum yaptı mı?” diye…
Herkes bir şeyler anlatıyor. Kulaklarım uğulduyor. Duyduğum her hikâye daha da sıkıştırıyor kalbimi…
Naci Koru konuşuyor. Süreci anlatıyor. Duyduğunuz şeyler… “Maliki desteğini çekmiş. Süreç çok hızlı gelişmiş. Öztürk Yılmaz tahliye teklifini güvenlik tehdidi dolayısıyla reddetmiş… Tüm belgeler yakılmış. IŞİD’le doğrudan ya da dolaylı olarak hiç bir ilişkimiz yokmuş…”
Aileler söz alıyor. Tırlardan bahsediyorlar… “Oradaki tutsaklar devletin namusu değil midir?” diye soruyorlar. “Daha ne kadar bekleyeceğiz?” diyorlar.
Ve ardından, duymaktan korktuğum, yüreğimi acıtan o sözler geliyor:
“Ölü ya da diri getirin çocuğumu,” diyor bir baba… “Oğlum, devletin çiğnenmiş namusundan önemli değil!”
Başımı öte yana çeviriyorum.
Naci Koru konuşmaya devam ediyor:
“Biz her şeye vakıfız. Nerede kalıyorlar, ne yiyorlar, ne içiyorlar, durumları nasıl biliyoruz… Mesela bebeklerden biri hastalandı, doktor gönderdik…”
İşte o anda, Ela bebeğin yakınları ile ben aynı anda atlıyoruz:
“Hangisi?!”
“Bilmiyorum…” diyor.
Bilmiyor!.. Orada biri kız, biri erkek iki bebek olduğunu doktordan aldığı raporda okumuş ama hangisinin hastalandığını sormak hiç aklına gelmemiş.
Kaç tane özel güvenlikçi olduğunu bilmiyor…
Kimle muhattap olmaları gerektiğini bilmiyor…
Kaç tane rehine var, ne iş yaparlar, kim ne zaman işe başladı, bilmiyor…
Ama karşımızdaki tek muhatap o ve bizi bilgilendirmek için konuşuyor. Bazen susuyor…
Sıkıştığında “Ben buraya sıkıntılarınızı paylaşmaya geldim; karşımızda ‘devlet’ yok ki oturup görüşelim,” diyor.
Dün IŞİD’in ‘hilafet’ ilan ettiğini; adını ‘İslam Devleti’ olarak değiştirdiğini; hatta kendilerine kısaca ‘Devlet’ dediklerini duyduğumda, gülsem mi, ağlasam mı bilemedim…
“Siz operasyon mu istiyorsunuz?!” diye soruyor Naci Koru…
Yüreğime taş değmiş gibi irkiliyorum. Korkuyorum… Devletin her türlüsünden korkuyorum!..
Burada, bir koyun bile emanet etmeyeceğim bu ‘Devlet’ üç canımın emanetçisi…
Daha fazla kalamıyoruz. Vurup kapıyı çıkıyoruz benim gibi ciğeri yanmış başka bir aileyle birlikte…
Akşam yolda arıyorlar.
“Hocam, inan ki çok üzgünüz… Elimizden geldiği kadar…”
Ellerime bakıyorum, küçülmüşler gibi geliyor bana, hiç bir işe yaramıyorlarmış gibi…
Deniz’imin minik ellerini düşünüyorum, yağmur ellerini…” **
@SibelYerdeniz
** Muammer Taşdelen