1965 yılında, Endonezya hükümeti ordu tarafından devrildi. Askeri diktatörlüğe karşı çıkan herkes ‘komünist’ olmakla suçlandı. Sendika üyeleri, arazisi olmayan çiftçiler, entelektüeller, Çin kökenli olanlar, Hıristiyan azınlıklar ve diğerleri...
Bir yıldan az sürede, bir milyondan fazla insan öldürüldü.
Ordu, bu cinayetler için paramiliter birlikleri kullandı. O dönem sayıları üç milyona kadar ulaşan bu ‘kahraman’ kolluk kuvvetleri 1965’in baş mimarlarıydı.
Komünistlerin, radikal solcuların, Hıristiyanların ve ‘din düşmanları’nın kökünü kazıdılar. Orduya ve polise yardım ettiler. Devletlerinin ‘güvenliğini’ korudular.
Adları Pancasila Gençliği olan bu paramiliterler, o gün olduğu gibi bugün de hâlâ görevlerinin başındalar -artık daha nüfuzlu ve daha zenginler- ve ‘düşmanların’ korkulu rüyası olmaya devam ediyorlar.
***
Aram Ekin Duran’ın T24’deki 1 Haziran tarihli “İran’ın Besic'leri Taksim Meydanı'ndaydı” yazısını okumadıysanız, okuyun.
Ardından, Tarık Demirkan’ın Sendika.org’da yine aynı gün yayımlanan “Devrim Muhafızlarınız Hayırlı Olsun” yazısını okumanızı da öneririm.
Aynı minvalde bugün T24’de de yayımlanan, Ümit Kıvanç’ın ‘Sokağa dehşet saçma projesi’ yazısı ise tekrar tekrar okunması gereken bir analiz.
İktidarını ne pahasına olursa olsun korumaya kararlı ‘sağlam irade’ Gezi travmasını atlatabilmek için yalan, provakasyon ve ajitasyon ile toplumu eşi görülmedik bir şekilde kutuplaştırmaya başlamıştı ki üstüne dağılan kutsal ittifakın 17 Aralık operasyonu geldi.
Bu ülkede ‘yönetenler’ için her dönemin seçili düşmanları olmuştu ama üst üste gelen bu iki ağır travma sonrası AKP hükümeti, göstermelik düzeydeki tüm meşruiyet kaygılarını da terkederek kendisinden olmayan herkesi açıkça ‘düşman’ ilan etti.
Yeni MİT yasası, 2009’da ilan edilen ‘Güven Timleri’nin kuruluş amacı ve görev tanımı dışında sokağa sürülmesi derken, Türkiye’de yeni bir ‘dehşet’ eşiğini aşmak üzereyiz.
Ümit Kıvanç’ın, işaret ettiği olası dehşetin boyutlarını bugünden kavrayabilmek, bu ülkede yaşayan her aklıselim vatandaşın boynunun borcu olmalı.
Bunun için de, yönetmen Joshua Oppenheimer’in 2012 yapımı, 1965-66 Endonezya’sını anlatan ‘Öldürme Eylemi’ isimli belgeselini mutlaka izlemenizi öneririm.
Belgeselde, paramiliter Pancasila Gençliği’nin liderleri o dönemi şöyle özetliyor:
“Komünizmin kökünü kazıdık... Gençler tarihini hatırlamalı, komünistleri nasıl ezdiğimizi. Bizim çocuklarımız da, onların çocukları da. Asla unutmamalı...”
Peki ne yapmış bu ‘kökünü kazıdıkları’ komünistler? Neden ‘ezilmeleri’ gerekmiş?
Bunu belgeselde, dönemin en etkili, en çok ‘iş’ yapmış adamlarının ağzından dinliyoruz:
Durup dururken hiç bir şeyi olmayan köylülere gübre, tohum ve tarım makinaları veriyorsan sen komünistsin. Amacın komünizmi yaymak! Bu kanun dışı... Ülkemizin huzurunu bozan olursa nasıl öfkelenebileceğimizi gördüler...
Ben bu sinema salonunda korsan bilet satardım. Komünistler biraz güçlendiklerinde, daha az Amerikan filmi olsun diye baskı yaptılar. Bu, daha az kazanmamıza neden oldu. Seyirci azalmıştı. Hollywood filmleri çok seviliyordu. Onlar olmayınca biz az kazanıyorduk. Ama bunun bedelini ödediler!
Paramiliter ofis bu sinemanın karşısındaydı. İnsanları hep burada öldürürdüm. Sorguya çekilen kişinin karşısına geçerdim. Ona bir sigara uzatırdım. Dans edip kahkaha atmaya devam ederdim. Yani bizim öldürme şeklimiz... neşeliydi....
O zamanlar hep sadistçe filmler izlerdim, o filmlerden ilham alırdık biz. Ama filmlerden daha acımasızdık. İnsanlar niye James Bond izliyorlar? Aksiyon görmek için! İnsanlar niye Naziler hakkında filmler izliyorlar? Güce ve sadizme şahit olmak için!
Biz bunu yapabiliyoruz. Nazi filmlerinde gördüklerinizden daha sadistçe şeyler yapabiliyoruz. Gerçek hayatta yaptık!
Böylece komünizmin kökünü kazıdık...
Peki bu ‘kökünü kazıma’ işlemini nasıl yapmışlar?
“Hepsini öldürdük. Olan bu. Bizde demokrasi fazlalığı var. Kaos yaratıyor. Nedir ki demokrasi? Diktatörlük varken işler daha iyiydi. Ekonomi daha iyiydi. Güvenlik fazlaydı. Paramiliterler özgür adamlar ve hayatın tadını çıkarmak istiyorlar. Kafan relaks olsun, saatin Rolex. Bizim sloganımız bu...
İnsan haklarıymış!.. Bu ‘insan hakları’ muhabbeti canımı sıkıyor. Burası özgür bir ülke. Ben özgür bir adamım. Hayat okulu mezunuyum. Dünyanın her yerinde benim gibi insanlar var. Bu hükümetin ‘işleri halletmek’ için bizim gibi adamlara ihtiyacı var. İş bitirici, özgür, has adamlara...
Yıllar sonra, parlamentoya adaylığımı koymamı istediler. Orada oturanların hepsi sahtekâr. Kravat takıp yalan söylemek için oradalar. Bir tek seçim zamanlarında oy istemek için geliyorlar. Burada meydanları doldurabilmek için rüşvet dağıtıyorlar. Para almadan kimse gitmez. Herkes birbirine soruyor “Sana ne kadar verdiler?” diye. Benim işim değil.
Biz o dönemin ‘gangster’leriydik. Anlamı ‘özgür insan’ demek. Biz bir şeyleri ‘özgürce’ yapmak istiyorduk. Bunlar kötü şeyler olsa da fark etmezdi. O günlerde ‘öldürmek’ bizim uzmanlık alanımızdı. Başka mesleğimiz yoktu. Para için her şeyi yapardık. Güzel kıyafetler için. Çocuklarımızın karnını doyurmak için...”
Dönemin ‘merkez’ medya patronu konuşuyor:
“Bir gazeteci olarak benim görevim, halkın onlardan nefret etmesini sağlamaktı.
Benim ofisimde de komünistleri sorguluyorlardı. Sorulara ne yanıt verirlerse versinler onları ‘kötü’ göstermek için yanıtları değiştiriyorduk ve gazetemizi öyle hazırlıyorduk.
Gazetede çalışanlar sürekli bilgi toplardı, bilgiye ulaştığımızda ve bu ‘suçlu’ dediğimizde onları alıp götürüyorlardı.
Ellerimi hiç kana bulaştırmadım. Ben neden öldüreyim ki? Bir göz kırpmamla ölüyorlardı zaten...”
Bunca yıl sonra geriye dönüp baktıklarında yaptıklarından pişman olmuşlar mı? Kendilerini suçlu hissediyorlar mı?
“Cinayet, işleyebileceğin en büyük suçtur. Ama işin anahtarı ‘suçlu hissetmemenin’ bir yolunu bulmaktır... Tüm yapmanız gereken doğru mazereti bulmak.
Mesela benden birini öldürmemi isterlerse ve ‘mükafatlandırma’ iyiyse ben bunu kabul edebilirim. Benim bakış açıma göre bu yanlış bir şey değil. Benim buna kendimi inandırmam yeter; kendime bunun bir ‘savaş’ olduğunu söylüyorum ve böylece suçluluktan kurtuluyorum...
Ayrıca bunları yapmaya iznimiz vardı... Bunun kanıtı insanları öldürüp asla ceza almamış olmamız. Öldürdüğümüz insanlar, onarın çocukları... onlar için yapacak bir şey yok. Bunu kabullenmek zorundalar... Bunu çok fazla insana yaptım... size yanlış gelebilir ama yapmak zorundaydım...
Üstelik Tanrı da bizimleydi. O da komünistlerden nefret eder. Ama yine de biz, ezan okunurken işkenceye ara veriyorduk...
Sadece şimdi bu kadar ‘vahşi’ görünmemiz; çektiğiniz bu görüntüler falan - bu canlandırmalar- örgüt imajımıza zarar veriyor. Komünistleri kesinlikle yok etmeliydik... Ama belki daha ‘insancıl’ yöntemlerle. Kan içici vahşiler gibi görülmemeliydik... Ama oldu...”
Psikolojileri nasıl; yaşanan onca ‘şiddet’ eyleminden sonra aralarında ruh sağlığını koruyabilen var mı?
“Ben kendimi lanetlenmiş gibi hissediyorum. Çok fazla kabus görüyorum. Öldürdüğüm ilk adam, her gece beni ziyarete geliyor. Ona “Arabadan in...” dediğimi anımsıyorum. ‘Beni nereye götürüyorsun?’ demişti... Tanrı, ona yaptıklarım için beni affetsin...
Her gece ona, ‘Seni öldürdüğümü sanıyordum!...’ diyorum. Merhamet, öldürdüğün ilk insanla birlikte ölür...
Katil bir tek kendinden nefret eder. Kendi gölgesinden ve yüzleşmekten korkar. Uyanıkken düşünmemeye, hiç aklıma getirmemeye çalışıyorum. Bir tek uyuduğumda...”
Bir diğeri:
“1966’da ‘Çinlileri ezelim!’ eylemi yapmıştık. Sokağa çıkmıştık ve önümüze çıkan tüm Çinlileri öldürmüştük. Ben öldürdüklerimin sayısını hatırlamıyorum ama düzinelerce olduğu kesin. Karşıma çıkanların hepsini bıçaklıyordum.
Ben hiç suçluluk duymadım, hiç bunalıma girmedim, hiç kabus görmedim... Olanları güzel müzikler dinleyerek unutmaya çalıştım. Dans ederek. Kendini iyi hissederek...”
“Merhamet, öldürdüğün ilk insanla birlikte ölür,” diyen yaşlı adam, belgeselin bir yerinde torunlarıyla oynarken görülüyor.
Bahçedeki yavru ördeklerden birini elinden düşürerek ayağının kırılmasına neden olan beş-altı yaşlarındaki torununa şöyle söylüyor:
“Dikkat et tekrar sakatlanacak. Çok zayıf, çünkü bacağını kırdın. Özür dilerim ördek de; bu bir kazaydı, korkmuştum, o yüzden sana vurdum de...”
Merhamet, öldürdüğün ilk insanla birlikte ölür...
O ilk cinayet için, bıçağın senin elinde olması da gerekmez çoğu zaman. Bazen sadece gözlerini kırparak yaparsın bunu, bazen sadece yumarak...
Merhameti öldürdüğünde, içindeki insanı da onunla birlikte yok ettiğini anlamak, kurban için olduğu kadar, cellat için de dehşet verici bir bedel olmalı.
@SibelYerdeniz