Maliye Bakan Mehmet Şimşek, yılan hikâyesine dönen ‘Mercedes’ mevzusuna dün nihayet son noktayı koydu:
"Araç saltanatı diye ortalıkta bu işin istismarını yapanlar, topu topuna genel müdür ve üstünden bahsediyorlar. Harcanan para Türkiye’nin milli gelirinde ve bütçesinde çerez parası bile değil…”
Diyanet İşleri Başkanı Mehmet Görmez'in ‘ibret-I alem’ için iade ettiği ilk makam aracına gelen tepkilere Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın verdiği yanıtı da hatırlayalım:
''Bir kere o Mercedes’in iddia ettikleri gibi 1 milyon TL olması için zırhlı olması lazım. O tür normal Mercedes’lerin fiyatları 300-320 bin TL civarındadır. Kaldı ki artık eski dönemlerde değiliz. O tür araçlara artık herkes binebiliyor.''
Neyse ki Cumhurbaşkanı zamanında ve yerinde müdahale etti de Diyanet İşleri Başkanı’mızın artık herkesin binemediği değerde bir makam arabası var.
Asıl ‘ibret-i alem’ bu. Evet, hayırlı olsun.
Cumhurbaşkanı’nın bu ısrarlı, kararlı, tutarlı tavrına bakıp da nedâmet getirmeyecek kulu yoktur sanırım. Herkes dersini almıştır.
Onun bu ‘yüce makama layık değerde araba’ ısrarını “Bugün, kendisine münasip görülen Mercedes’i iade eden yarın başı sıkıştığında ‘yolsuzluk, hırsızlık haramdır’ diye fetva vermeye başlar. Cumhurbaşkanı doğru olanı yapmış,” diye yorumladı bir arkadaşım.
Tabiî o da var.
Ama sadece o kadar değil. Bu müjdelik ‘jest’ aynı zamanda, en tepeden en aşağı kadar herkesin yerini ve haddini bilmesi açısından da elzem.
Misal biz sıradan halk, yüce sultanımızı sarayının merdivenlerinde ‘Ak Tolgalı Beylerbeyi’ pozlarında görmemiş olsaydık sahip olduğu makamın hikmetini, kudretini, azametini nasıl anlayacaktık?
Diyanet İşleri Başkanı’mızı o trilyonluk makam aracının içinde görmezsek, vaaz ettiklerinin anlamını, öğretilerinin değerini nasıl kavrayacağız? Nasıl kadir kıymet bileceğiz?
Ama en önemlisi bu zat-ı şahaneler altın kaplama tuvaletlere def-I hâcet edemez, sularını altın varaklı kadehlerden içemezlerse biz fani kullar ile aralarındaki farkı nasıl hissettirecek, mesafeyi nasıl koruyacaklar?
İnsani varoluşun en büyük laneti nedir diye soracak olursanız ‘AÇLIK’ derdim…
Devleti bir anonim şirkete -devasa bir aile şirketine- dönüştürdüler.
Ne için? Daha yüksek kâr, daha çok kazanç için.
Ama yine de ne patron doyuyor ne de ‘üst düzey yöneticileri’ tatmin oluyor.
Ne kadar yeseler o kadar çok açlık çekiyorlar.
Öyle doymak bilmez bir iştahları var ki memleketin sahip olduğu ne kadar kaynak ve imkân varsa, ziyafet sofrası misali ‘makam’larının önüne serilmiş, yine de yetmiyor…
Keynes, birikmeye başlayan zenginliğin -ve fütursuz gücün- akıl sağlığını tehdit ettiğine dikkat çeker. Hatta bu konudaki tanımlaması çok keskindir: “Mülkiyet ve para açlığı temelde sapkın bir şeye duyulan arzudur ve akıl sağlığı bu gerçekle yüzleşebilmekte yatar…”
Başımızdaki muktedirlerin bu histerik açlıklarını; bir türlü doyurulamayan azgın iştahlarının nedenlerini psikiyatristler, antropologlar, toplum ve siyaset bilimciler açıklayabilir. Belki.
Benim gördüğüm; bugün sınırımızın hemen öte yanında dördüncü yılına giren Suriye iç savaşında, yıllardır bir lokma ekmeğe hasret, derisi kemiklerine yapışmış bir çocuğun; ya da şu an okyanusun azgın sularında bir teknede kurtarılmayı bekleyen, umutsuzluk ve açlıktan gözlerinin feri sönmüş herhangi bir mülteci çocuğun açlığına rahmet okutacak bir açlık bu.
Aslında, dokunaklı bir şey var, bedenlerinin ve ruhlarının açlığını bir türlü doyuramayışlarında. İnsanlık adına büyük dersler, hikmetler var…
Bu pazar gününde bu iç karartıcı yazıyı daha fazla uzatmak istemiyorum.
Önceki gün, Star gazetesinde “Uzay Çağı Türkiyesi’ manşetiyle birlikte yayımlanan fotoğrafı görünce aklıma gelen bir yazıyı paylaşayım sizinle. (İlk okuduğumda gülmüştüm ama dün tekrar okuyunca nedense içimden gülmek gelmedi.)
“…
Büyük İskender’in yüzü asıldı. Her şeyi fethetmişti. Fethedilecek hiçbir şey kalmamıştı.
“Şurasını alalım?” dedi, haritada taranmamış bir yeri göstererek.
“Orayı geçen hafta ele geçirdiniz efendim,” dedi en yüksek rütbeli general, “boyamaya vaktimiz olmadı.”
İskender bu işe başladığında dünya taze ve yeniydi, fethedilmek için yalvarıyordu. On yaşında bütün Yunanistan’ı aldı. Büyük Pers İmparatorluğunu yok etmeye tamamen çıplak halde gitti. Uyurgezer bir gecenin sonunda uyandığında Mısır’ı fethetmiş olduğunu gördü.
Tabiî ki zorluklar da yaşıyordu. Tatsız bir zafer yemeğinde bir tavuk kemiği boğazına takılmış, su içmek için bardağa uzanırken fare kapanına, sonra bir diğerine, sonra bir başkasına takılmıştı. Buna rağmen Hindistan’ı alıverdi.
Durdurulamıyordu. Ülkeleri ve ardından başka ülkeleri ele geçiriyordu. Komutanları durmasını rica ediyor ama o “ Hadi lütfen bir tane daha!” diyordu. Komutanlar da “E peki madem,” demek zorunda kalıyordu.
İskender üzerine gönderilen bütün orduları bozguna uğrattı ve binlerce insanı boğazladı. Savaş meydanından kaçanları da yakalatıyor ve öldürüyordu. Kadınlar ve çocuklar köle olarak satılıyordu.
Ama mutlu günler sonsuza kadar sürmez. Sonunda, fethedilmemiş tek bir insan evladı kalmamıştı.
“Asurlular?” diye sordu generallerine.
“Aldık efendim” dedi biri.
“Tamam. Peki Basurlular?”
“Al-dık” dedi birkaç general koro halinde.
İskender çaresiz hissetmeye başlamıştı. “Önce özgürlüklerini versek ve sonra tekrar fethetsek olmaz mı?”
Generaller bakışlarını yere çevirdi. Bir tanesi öksürdü.
“Oldu o zaman, ben de gider gökyüzündeki kuşları…” dedi ama onları da çoktan ele geçirdiği hatırlatıldı, hatta papağanın teki ağdalı bir övgü konuşması yapmıştı onun için.
“Ya karıncalar? Onlara çökemez miyiz?”
Bir komutan gönülsüzce küçücük bir teslimiyet belgesini açtı.
İskender’i avutmak isteyen en bilge konsey üyesi: “Belki de efendim, asıl istediğiniz fethetmek değil, fethedilmektir,” dedi. Bunun üzerine İskender mızrağını kapıp adamı deşiverdi.
Ordusuna basit bir uzay roketi yaptırdı. Özel seçilmiş ve nefeslerini tutabilen otuz adamıyla birlikte aya gitti. Aydakileri çok şaşırtarak çöplerini aya bırakıp geri döndüler.
Belki de en muhteşem zaferi cennetin yarısını fethetmesiydi. İstihkâmcılarıyla sedef kaplama kapıları zayıflatmış, zırhlı filleriyle içeri dalarak azizleri ve melekleri ezmişti.
Ama cennetin ‘çoğu bulut’ olduğuna karar verdi ve akıllıca bir hamleyle geri çekildi.
Büyük İskender, yakıp yıkabileceği bir başka evrene yolculuğa hazırlanırken öldü. Generaller başta buna inanmadı, Ama cesedi ortaya çıkınca gördüler ki hâlâ sımsıkı kılıcını tutuyordu ve üzerinde yeni diktirdiği uzay elbisesi vardı.
Derler ki, safranlara sarılarak Kafkasya’ya gömülmüştür. Ama kimse kesin olarak bilememektedir. Efsaneye göre bir gün geri dönecektir, belki de çok yakın bir gelecekte, dünya bir kez daha güzelce fethedilmeye ihtiyaç duyduğunda…” *
@SibelYerdeniz
*The New Yorker - 12 Mart 2012 (Çev: Bahadır Cüneyt Yalçın- Afili Filintalar)