Geçen yıl bu aylarda, Hatay Reyhanlı’da Hira ile tanıştığımızda henüz üç aylıktı. Bir evin giriş katında, taş zeminin üzerine atılmış minderlerden başka eşyası olmayan bir odada annesinin kucağında etrafı izliyordu, sessizce.
Teyzesinin, merdiven altından bozma seyyar mutfakta demlediği çayı içerken, annesinin gözyaşları içinde anlattıklarını dinliyorduk aynı sessizlikte.
Yakın bir arkadaşımın amcası olan tercümana “mülteci kadınları ziyarete etmek istiyoruz, bize tercümanlık yapar mısınız?” dediğimizde, biraz canı sıkılmış ve “ama onlar Selefilerin kadınları, biliyorsunuz değil mi?” diye sormuştu.
Kadınlar hararetle, bazen öfkeyle, bazen sesleri titreyerek konuşuyorlardı ve dillerini bilmememiz bir şeyi değiştirmiyordu. Kimin kadınları olurlarsa olsunlar onlar bizim için yalnızca savaştan kaçan kadınlar ve çocuklardı ve biz aslında pek çok şeyi anlıyorduk…
Bir süre sonra, kadınların anlattıklarını çevirirken sesi titremeye başlayan tercümanımız da sustu, devam edemedi.
Orada öylece sessizce oturduk.
Bu, ziyaret ettiğimiz ilk evdi -eğer yaşadıkları yere ev denirse- sonradan onlarcasını Reyhanlı’da, Altınözü’nde gördük, dinledik ve boğazımız düğüm düğüm karşılıklı sessizce oturduk…
Geçtiğimiz ay Hatay’da ‘eski’ şehrin sokaklarında dolaşırken rastladım Hira’ya ve her nasılsa onu tanıdım. Epey büyümüştü ama o büyürken sorunlar ve acılar da büyümüştü. Yanımdaki arkadaşım aracılığı ile teyzesiyle sohbet ettik. Annesi çok hastaydı ve iyileşme ümidi yoktu. Muhtemelen ÖSO askerlerinden biri olan babasından bir aydır haber alınamıyordu. İki yıl önce Banyas’taki kuşatma öncesinde apar topar kaçarken, anneannelerinin yanında kalan, Hira’dan bir kaç yaş büyük kardeşlerinden de hiç haber yoktu…
Ayrılırken, pencerenin parmaklıklarında ‘anne’ diye ağlayan Hira’nın, olan biteni anlamaya çalışan, soru soran, endişeli ama bir o kadar da ışıl ışıl bakan o güzelim gözbebekleriydi ardımızda ve aklımızda kalan.
Suriyeli sığınmacılar üzerine yazacak ruh halini hiç bir zaman kendimde bulamadım. Hangi ‘taraf’a gözlerimi çevirsem bir tür tükenmişlik hissi… Kopkoyu bir umutsuzluk içimdeki…
Banyas katliamı fotoğrafları önümüze düştüğünde “Hira’nın kardeşleri de aralarında mıydı?” diye düşünmeden edemedim. Onlar da hiç bir zaman gelmeyecek olan annelerini ve babalarını pencerede beklerken mi öldürüldüler?
Öncesinde, gözlerimizin önünden geçip giden bir başka fotoğrafta, ellerinde kestikleri savaş esirlerin kafaları ile, gururla poz veren mücahitlerden biri Hira’nın babası olabilir miydi?
Bir gün, bütün bunları birileri açıklayabilir mi Hira’ya?
Banyas katliamı fotoğraflarına bakarken gözyaşlarını tutamadığını söyleyen ve “Böyle bir vahşeti görmezden gelemezsin. Ağzında emzik olan bebeğe kurşun sıktılar, dünya buna sessiz kaldı…” diyen Başbakanımız; bu fotoğraflardan on gün önce Nusra Cephesi tarafından yayımlanan, başları gövdelerinden kesilerek ayrılmış esirlerin fotoğraflarını gördüğünden ne hissetti?
29 Nisan Pazartesi günü Şam’ın en işlek caddelerinden birinde, muhaliflerin bombalı saldırısı sonrasında onlarca sivil insanın öldüğü katliamın fotoğrafları önüne düşmediği için mi ne hissettiğini bilmiyoruz?
Esad’a karşı savaşmak için Rize’den Suriye'ye giderek ÖSO'ya katılan ve yirmi iki yaşında cihat için savaşırken ölen Burak’ın hikâyesini duyduğunda gurur mu duydu Başbakan?
Amerikalı Siera’nın katili bile elini kolunu sallayarak -ÖSO’nun yanında savaşmak isteyecek kadar ince hesaplarla- Reyhanlı’dan Suriye’ye geçiş yapabildiğinde, hiç mi endişelenmedi?
Kimi gencecik yaşında kafa keserek şehit olmak için, kimi kanlı ellerini bir başkasının kanıyla yıkamak için komşu ülkenin sınırlarından içeriye hiç bir güçlükle karşılaşmadan girebilen halkının ruh sağlığı ile ilgili ne düşündü?
En son Reyhanlı’yı kana bulayan bombaları duyduğunda gerçekten şaşırdı mı?
Yoksa o da Ortadoğu politikasında ‘etkili bir aktör’ olmanın farkındalığıyla, ‘kaçınılmaz bir maliyet’ kalemi olarak muhasebe defterine not mu düştü kayıpları?
Reyhanlı’daki ölü sayısının 150 değil de 50 olması -ya da öyle bilmemiz- acılarımızı hafifletiyor mu?
Patlamanın sorumlularının El Kaide, El Nusra ya da El Muhaberat olması neyi değiştiriyor?
Bir buçuk yaşında teyzesinin kollarında ölen Fatma Nur için fark ediyor mu?
Kafası kesilen insanların hangi ‘taraf’tan oldukları sizin için önemli mi?
Sığınmacı kadınların kimin kadınları olduğu?
Kurşuna dizilen çocukların kimin çocukları?
Kimyasal olan ya da olmayan silahları kimin kullandığı?
Elinde bıçak ile bir başka ‘Müslüman’ın gırtlağını keserek Allah adına dünyayı fetheden ve cennetlik olacağına inanan adamın nasıl bir insan olduğu?
Üç yaşındaki bebeyi, gözünü kırpmadan zafer çığlıkları içinde kurşunlayan askerlerin toprak, vatan, millet, görev sevgisinin büyüklüğü?
Bugün Reyhanlı’daki yıkıntılara baktığımızda ne görüyoruz? Yalnızca düşmanları mı?
Düşmanlarımız kim?
Bizden olmayanlar… Bizim gibi düşünmeyenler… Zalim olanlar…
Kim onlar?
Haklarında ön yargılarımız, klişelerimiz ve ezberlerimizden başka hiç bir şey bilmediğimiz insanlar mı?
Katledildiklerinde soğukkanlılığımızı koruyabildiklerimiz, cesetlerine gözlerimiz yaşarmadan bakabildiklerimiz mi?
İçişleri Bakanımız “vatandaşlarımız, oynanmak istenen oyunun farkına varsınlar,” diyor.
“Farkındayız Sayın Bakan, farkındayız ama bizi rahatlatmıyor ‘oynanmak istenen oyunun’ farkında olmak…” desek kendilerine?
Reyhanlı katliamı ile basını manipüle etme ihtiyacınızın ve korkularınızın ne denli derin olduğunun bir kez daha farkına vardık, desek?
Suriye’deki katliamların, bir parça ekmek için kuyrukta beklerken tepesine bomba yağdırılan insanların; hayatları ateş, barut, kan, sürgün, dehşet arasında sıkışmış bir halkın çaresizliğinin, Esad’ın bir tiran olduğunun farkındayız desek?
Ama aynı zamanda, doğruluğundan ve erdeminden sual olunmayan iktidarınızın, Suriye’deki muhalif eylemleri vahşetinden, eli en az Esad kadar kanlı katilleri ‘vahşi sevaplarından’ arındırarak ağzı süt kokan çocuklar gibi gösterme çabanızdaki muazzam ikiyüzlülüğün de farkındayız desek?
Zalimlerden zalim beğenmek zorunda kaldığımızda, yaşananları sadece bir oyun, komşularımızın topraklarını oyun bahçemiz olarak gördüğümüzde, nasıl bir yarın bekliyor bizi?
Her birimiz kendi yüce erdemlerimizle sarılıp sarmalanmış olarak, bizim gibi düşünmeyenlerin acılarına gözlerimizi kapattığımızda nasıl bir yarın bekliyor?
Hangi tarafa dönüp, aidiyet hissettikleri grubun vahşetine işaret etseniz, o taraf söze “ama onlar da…” diye başlıyor.
Güzel ve adil bir dünya düşünden, hep birlikte içine düştüğümüz bu cehennemi nasıl yarattık?
Savaşta ölmek anlı şanlı bir şey gibi görünür, savaşta olmadığınızda. Ama kan revan ve acılar içinde, yabancı topraklarda, hiç tanımadığı düşmanları tarafından öldürülen Burak için savaşta ölmek; yirmi iki yaşında, hayatının baharında ölmek demekti yalnızca...
Ama yine de koşarak gitmişti onun gibi yüzlercesi ‘cihat’ için savaşmaya.
Bir kaç kelle alarak cennetin yolunu kısaltabileceğine inanıyorlardı.
İnanç, kötülükten başka geriye hiç bir şey kalmadı demek mi? İnanç ‘insan’ olmaya dair hiç umut yok demek mi?
Bu zihniyetin sorumluları kimler?
Reyhanlı katliamının sorumluları kimler?
Kendi ülkesinin ya da başka bir ülkenin halkına tehdit oluşturacak eli kanlı katillere hamilik yapanlar olabilir mi?
Halkların, kendi topraklarında, kendi kaderlerini tayin etme haklarına saygı duymayanlar olabilir mi?
Eğer savaştan başka bir şeye inanmıyorsanız, eğer savaşı bu kadar çok seviyorsanız, eğer inandığınız değerler uğruna savaşmaya can atıyorsanız; çocukları kanlı terörün kucağına atmadan, babalarının boğazlarını kesmeden, annelerine tecavüz etmeden, topraklarını zehirlemeden, sularını kirletmeden, hayvanlarını telef etmeden, bir yudum sütlerini boğazlarına dizmeden savaşın da görelim nasıl erdem ve cesaret dolu insanlar olduğunuzu…
Hira’ya ne olduğu, onu nasıl bir geleceğin beklediği sizin için gerçekten önemliyse, önce ait olduğu toprakların üstündeki karanlık gölgelerinizi çekin.
Başınızı kaldırıp, Hira’nın korku dolu ama ışıl ışıl gözbebeklerine bir bakın; hep birlikte yepyeni bir gelecek düşü için onların pırıltısına ihtiyacımız var...
Düşüncelerin zehrine, postalların ezici ağırlığına, bıçakların keskin darbelerine, ateşin yakıcılığına, baruttaki kan kokusuna karşı onun masum bakışlarına ihtiyacımız var.
Yeryüzünde, kendisini ait hissedebileceği, kaçmak zorunda kalmayacağı, özgür ve güvende olabileceği, karnını doyurabileceği ve penceresinin taşlanmadığı bir avuç toprak parçası olmalı…
Eğer bugün bütün bu koşullar Hira için yoksa yarın bizim çocuklarımız için de olmayacak.
Ve her kim ki bugün, düşman bellediği insanların/halkların çocuklarının geleceği ve yaşam hakkı için ayağa kalkarsa, yarın dünya onun sayesinde bugün olduğundan çok daha başka bir yer olacak…