Mart ayı başında açıklanan iş güvenli raporuna göre yılın ilk iki ayında 118 işçi iş kazalarında hayatını kaybetti.
Son 30 yılda Türkiye’nin çalışma koşullarına damgasını vuran en önemli uygulamaların başında kuşkusuz taşeron işçiliğin yaygınlaştırılması geliyor. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı verilerine göre son 10 yılda taşeron işçi sayısı 350 binlerden 1 milyon 500 binlere ulaştı. Bununla paralel giden ve artık iş kazası yerine ‘iş cinayetleri’ olarak adlandırılmaya başlanan bir felaket tablosu yaşıyoruz.
Son 10 yılda iş kazalarında yaşamını yitiren işçilerin sayısı 10 bini çoktan geçti.
Ülkemizde 16 milyon çalışanın ancak yüzde 5’i sendikalı. Kimi sendikalar, olanaklarını zorlayıp mücadele veriyorlar, büyük bir kısmı ise ‘rehavet’ halinde. Tek, tek işyerlerinde de direnişler göze çarpıyor. Ancak bu direnişlerin bütünleşmesi ve birleşik bir mücadele içinde yer almasında sıkıntı var. Güvencesiz çalışanların, taşeron işçilerinin örgütlenmesi ve mücadelesi son derece önemli. Bütün bunları, taşeronlaştırmaya karşı mücadele dendiğinde ilk akla gelen Devrimci Sağlık İş Sendikası Genel Başkanı Arzu Atabek Çerkezoğlu ile konuştuk.
Öncelikle bu taşeronlaştırma furyasını ana hatlarıyla değerlendirebilir misiniz? Çalışma yaşamında nereden geliyor, nereye gidiyoruz?
Temel hizmetlerin piyasalaştırılması ve özelleştirmelerle beraber neoliberalizmin temel stratejilerinden birisi emeğin değersizleştirilmesi ve güvencesizleştirilmesi. Bu bağlamda tüm dünyada olduğu gibi Türkiye’de de esnek ve güvencesiz çalıştırma yaygınlaştırıldı. Türkiye’de “şimdilik” güvencesiz çalıştırmanın en yaygın ve en görünür biçimi taşeron çalışma. Devletin resmi rakamları da apaçık gösteriyor ki taşeron çalıştırma son on yıldır AKP hükümeti tarafından daha da yaygınlaştırılan bir çalıştırma biçimi. Elbette bu tip çalıştırma AKP hükümetinin bir icadı değil.
Taşeron çalışma özellikle kamu hizmetinin üretiminde yaygınlaştı. Bugün kamuda sayıları milyonları bulan taşeron işçiler hizmet alım ihaleleri ile çalıştırılıyor. Aynı iş yerinde yıllarca hizmet ürettikleri halde o iş yerinin “asıl işçisi” olarak sayılmıyorlar. İşyerinde bulunmayan çoğu zaman fason adreslerde bulunan şirketler üzerinden çalıştırılıyorlar. Bütün çalıştırma biçimlerini ve koşullarını hizmeti satın alan asıl işveren belirlediği halde asıl işveren taşeron işçinin hakları konusunda sorumluluk almıyor. Taşeron şirketler ihaleler yoluyla işçiler üzerinden muazzam kazançlar elde ederken taşeron çalışan işçiler azami iş - asgari maliyet mantığı ile çalıştırılıyor.
Peki bu taşeronlaştırma hevesi nereden kaynaklanıyor. Neden yaygınlaştırılıyor? Ve en önemlisi hangi yöntemlerle gerçekleştiriliyor?
Taşeron çalışma düzeneği özünde işçilerin kağıt üzerindeki haklarını kullandırmamak üzerine kurulu bir sistem. Bir işçi aynı işyerinde yıllarca çalıştığı halde şirketler üzerinden çalıştırıldığı için sürekli iş değiştiriyormuş gibi görünebiliyor. Bu nedenle yıllık izinden kıdem hakkına kadar birçok hakkının kullanılamayacağı algısı yaratılıyor. Taşeron şirketler bu alanda istedikleri gibi at koşturarak kuralsız bir biçimde hareket ediyor. İşçileri sürekli girdi çıktı yaparak özlük haklarından mahrum bırakmaya çalışıyorlar. Geçen ay Taksim İlkyardım Hastanesi’nde bunun çarpıcı bir örneğini yaşadık. Yıllardır aynı işyerinde çalışan üyelerimiz haberleri olmaksızın 28 Aralık’ta işten çıkarılmış gibi gösterilip adlarına İŞKUR’a başvuru da bulunulmuş.2 Ocak’ta da yeniden aynı işyerinde yeni şirket aracılığıyla işe başlamış gösterilmiş Hastanede çalışan hastabakıcı, temizlik personeli, yoğun bakım elemanı, teknisyen, tıbbi sekreter gibi 500’e yakın taşeron işçinin hepsi için gerçekleşen bu usulsüz durum ortaya çıktı. Gerekli fiili ve hukuksal müdahaleleri sürdürüyoruz.
O halde taşeron çalıştırma işçilerin haklarının fiilen kullandırılmaması anlamına geliyor?
Elbette taşeron düzeni kuralsızlıkta sınır tanımıyorlar. Taşeron şirketler yaptıkları işin niteliğine bakmaksızın işçileri farklı iş kollarında hatta zaman zaman farklı iş yerlerinde çalışıyormuş gibi göstererek örgütlenme haklarını ayak oyunları ile engellemeye çalışıyorlar. Biliyorsunuz son çıkarılan 6356 sayılı Sendikalar ve Toplu İş Sözleşmesi Yasası ile sendikaların üye sayıları ve işkolundaki işçi sayısının yer aldığı sendikal istatistikler artık SGK verileri üzerinden oluşturuluyor. Taşeron şirketlerin farklı iş kolları üzerinden kendilerini tescil ettirmesi ve bu tescil bildiriminin şirket tarafından istendiği zaman değiştirilebilir olması taşeron işçinin çalıştığı işkolunun sürekli değişmesi anlamına geliyor. Hastanede çalışan bir işçi sağlık işçisi olduğu için sağlık iş kolunda örgütlü olan sendikamıza üye oluyor. Fakat ertesi ay şirket kendini nakliye iş kolundan bildirdiği anda işkolu uyuşmazlığı nedeniyle üyeliği düşüyor. Bu durum taşeron işçilerin sendika hakkının fiili olarak kullanılamaz hale gelmesi demek oluyor. Elbette buna bağlı olarak toplu sözleşme hakkı da gasp edilmiş oluyor.
Sendikamızın on binden fazla üyesinin sendika hakkı bu şekilde yok sayıldı. Doğal olarak taşeron şirket aracılığıyla işçi çalıştırma taşeron şirketler için rant kapısı olurken ihaleyi veren asıl işverenler (ki bunlar arasında özel sektörden çok tüm kamu ve üniversite hastaneleri, belediyeler gibi kamu kurumları var) için de büyük bir avantaj sağlıyor. Kölece çalıştırılan işçilerin ne kıdem tazminatından ne yıllık izin hakkından kendini sorumlu görüyor. Yasalar böyle demese de vicdanen kendini sorumsuz hissetmek istiyor…
Devrimci Sağlık-İş Sendikası’nın adı her geçen gün daha fazla duyuluyor. Gerek kamu hastanelerinde çalışan taşeron işçilerin sorunları, bunlara karşı verdikleri mücadeleler ve son dönemde de bukararlı mücadelenin sonucu olarak mahkemeler tarafından tescillenen hak kazanımları. Bu tesadüfen gelişen bir süreçmiydi?
Elbette değil. Dünya çapında yaygınlaştırılan neoliberal politikalar, sistemin yapısal krizini çözmenin önemli bir aracı olarak emekçilerin haklarının olabildiğince geriletilmesini öngörüyor. Bu çerçevede son çeyrek yüzyılda sermayenin küresel çapta dolaşımının önündeki tüm engeller kaldırılırken diğer yandan güvencesiz, esnek ve kuralsız çalışma biçimleri yaygınlaştırılıyor derinleştiriliyor ve giderek yapısal bir özellik kazandırılmaya çalışılıyor.
Bu rejim Türkiye’de taşeron işçinin kimliğinin, haklarının ve emeğinin yok sayılması üzerine kurulu bir düzenek ile hayata geçirildi. Devrimci Sağlık-İş’in sendikal mücadele stratejisinin temelini de işte bu tespit oluşturuyor.
Biliyorsunuz Dev Sağlık İş olarak sağlık ve sosyal hizmetler iş kolunda uzun yıllardır mücadele veriyoruz. 2013 sonbaharında 40’ıncı yaşımızı kutlamaya hazırlanıyoruz. Son on yılda sendikamız çok hızlı bir biçimde büyüdü.
2000’li yılların başında neoliberalizmin esnek ve kuralsız çalıştırma düzeneklerini hızla hayata geçirmesi üzerine geleneksel sendikal anlayıştan koparak yüzümüzü işçisi sınıfının taze ve dinamik bileşenleri olan güvencesiz işçilere dönme kararı aldık. Bu kararın ardından hastanelerde hızla taşeron örgütlenmesine başladık. Sendikamızın işkolu barajı nedeniyle toplu sözleşme yapma olanağı olmadığı halde sayımız hızla artarak üç haneli rakamlardan on binlere ulaştı. Taşeron sağlık işçilerine çağrımız netti: “Onurlu ve güvenceli çalışma için gelin Devrimci Sağlık-İş çatısı altında mücadele edelim.”
Bu anlayışla gerçekleştirdiğimiz ve sağlık işçisinde hızla karşılık bulan sendikal mücadele hattımız üyelik-aidat-toplu sözleşme düzeneğine sıkışan ve bugün işçi sınıfının şanslı ve sınırlı bir kesimi olan kadrolu, güvenceli işçileri kapsayan geleneksel sendikal anlayıştan kopuş anlamına da geliyordu.
Adana’dan, Diyarbakır’a, Bursa’dan Kocaeli’ne, Samsun’dan Ağrı’ya Hakkari’ye kadar örgütlendiğimiz tüm işyerlerinde taşeron işçinin emeğinin, kimliğinin, haklarının var edilmesi konusunda hem fiili hem hukuksal mücadele yürüttük ve önemli kazanımlar elde ettik.6 yıl önce 2007’de gerçekleştirdiğimiz, birkaç gün öncesinde sendikamızın Ankara’daki bürosunun kimliği belirsiz kişilerce kundaklandığı, ilk merkezi taşeron işçi mitingimizin adı “YOKSAYILANLAR, ANKARA’DA KENDİNİ VAREDİYOR” idi.
Peki sonra neler değişti? Hukuki kazanımlar oldu mu?
Hastanede isimleri bile söylenmeyen, taşeron şirketin adı ile veya personel denilerek kendilerine hitap edilen taşeron sağlık işçileri her türlü baskıya rağmen sendikamız çatısı altında örgütlenerek kendi varlıklarını, kimliklerini ortaya koydu. Yıllık izin, fazla mesai gibi haklarımızın kağıt üzerinde değil, fiilen kullanılabileceğini gösterdik.
Öte yandan sendikamızın girişimleri ile birçok hastanede taşeron çalıştırmanın hukuksuzluğunu ortaya koyan kararlara imza attık. Az önce bahsettiğim hukuki kazanımlar bunlardı. Çalışma Bakanlığı’nın, örgütlendiğimiz tüm işyerlerine ilişkin yaptığımız başvurular üzerine yaptığı incelemeler sonrası sağlık alanında taşeron çalıştırma biçiminin tümüyle hukuksuz olduğunu belgeleyen “muvazaa (hileli çalıştırma) kararları” bu süreçteki önemli hukuksal kazanımlar oldu. Bu kararlarda taşeron şirketler üzerinden çalıştırılan işçilerin şirketlerle hiçbir ilişkisi bulunmadığı işe ilk girdikleri günden itibaren asıl işverenin yani hastanenin işçisi sayılmaları gerektiği belirtildi. Bu kararlar mahkemeler ve Yargıtay tarafından da onaylanarak kesinlik kazandı. Kararı uygulamamakta direnen hastane yönetimleri karşısında önce Adana’da ardından Bursa ve Kocaeli’nde sendikamızın kitlesel biçimlerde ihale salonlarına kadar girerek ihaleleri yasa dışı ilan ettiği eylemlere tanık oldu. Hastane yönetimleri yasadışı ihaleleri gerçekleştiremedi. Fakat biz biliyoruz ki mahkeme kararlarının gereğini uygulamak aslında hükümetin ve ilgili bakanlıkların görevi. Yani bu durum üniversite ya da hastane yönetimlerinin değil, doğrudan siyasi iradenin yani bu ülkeyi yönetenlerin siyasal tercihleriyle ilgili bir mesele.
Kısacası işçileri daha düşük maliyetle ve temel haklarından yoksun bir biçimde çalıştırmak ve asıl işverenin onlara karşı sorumluluklarından kurtarmak için inşa edilen taşeron düzeneği sendikal mücadelemiz ile işlemez hale geldi.
Hükümetin taşeronlaşma konusunda yapmak istediği değişiklik neyi amaçlıyor, gerçekten de ortada bir müjde var mı? Taşeron işçilik alanında bundan sonrasında nasıl bir süreç yaşayacağız?
Taşeron işçinin mücadelesi, yaşanan iş cinayetleri ve bahsettiğimiz kazanımlar hükümeti taşeron çalıştırmaya dair yeni düzenlemeler yapmaya sevk etti. Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’nın gündeminde şimdi taşeron çalıştırmaya dair yeni düzenlemeler var. “Taşeron işçiye müjde” sloganıyla kamuoyuna sunulan bu düzenlemeler özünde bizim örgütlü olduğumuz işyerlerinde zaten kullanabildiğimiz kıdem tazminatı, yıllık izin gibi hakların taşeron işçiye de tanınacağı söylenerek gerçek niyetin yani taşeron çalıştırmayı tümüyle dizginsiz hele getirecek olan yasal düzenlemelerin üzeri örtülmeye çalışılıyor. Zaten var olan ve yasa ile tanınan fakat kullanımı taşeron şirketlerin ayak oyunları ve baskısıyla engellenen sosyal ve ekonomik haklar taşeron işçiye verilmiş bir lütuf değil zira. Elbette bu çarpıtma bilinçli yapılıyor. Çünkü müjdenin arkasında aslında başta TİSK ve TOBB olmak üzere sermaye örgütlerinin taşeron çalıştırmanın yaygınlaştırılmasına dair taleplerine cevap verme niyeti yatıyor. İş Kanunu’nun taşeron çalıştırmayı düzenleyen 2’inci maddesinde yapılmak istenen değişiklikle taşeronun sadece yardımcı işler ve teknolojik gerekliliklere bağlı kapsamının asıl işe genişletilmesi talep ediliyor.
Hükümet de taşeron işçiye bazı haklar tanıdığı imajını yaratıp özünde sermayenin talepleri doğrultusunda taşeron çalıştırma düzeneğini yaygınlaştırmak istiyor. Önümüzdeki günlerde sendikamızın mücadele gündemlerinden birisi de bu yasa olacak.
Devrimci Sağlık İş Sendikası’nın mücadele anlayışının temel çizgileri ve dayanakları ne? Az önce geleneksel sendikal anlayıştan kopuş kararı aldığınızı söylediniz, bununla neyi kastediyorsunuz?
Türkiye’de sendikal hareketin krizi uzun süredir gündemde. Uzun bir aranın ardından SGK verilerine dayanarak açıklanan sendikal istatistikler, ücretli çalışanın sendikalı oranının %10’un altında olduğunu gösterdi. Bu durum kuşkusuz sermaye ve hükümet işbirliği ile sınıfın sendikasızlaştırılması için yürütülen sistematik saldırılarının sonucu. Ancak bizler açısından üzerinde durulması gereken diğer bu nokta da, değişen sınıf yapısını kavramakta zorlanan geleneksel sendikal anlayışın değiştirilmesi ve sınıf hareketin bugün bu kuşatmayı ortadan kaldırması için ortada duran gereklilikler. Az önce de söz ettiğim gibi bugün işçi sınıfının ana gövdesini güvencesiz ve kuralsız çalıştırılan işçiler oluşturuluyor. Neoliberal saldırı programı işçi sınıfının gençleştirilmesi, en önemlisi esnek ve kuralsız biçimlerde çalıştırılması üzerine kurulu. Mevcut sendikal düzen ve çalışma yaşamı mekanizmaları ise bu büyük işçi kitlesini kapsayamaz durumda. Kendi hareket alanını yasanın çizdiği çerçeve ile sınırlayan, sendikal mücadele stratejisini örgütlü olduğu işyerlerinde mümkün olan en iyi toplu sözleşmeye imza atmak üzerine oluşturan sendikaların, yasa önünde sendikaya üyelikleri bile tanınmayan işçileri kapsaması elbette düşünülemez.
Bu nedenle kendi yasalarını kendisi yapmaya yönelen, sınıfın ihtiyaçlarını gören ve bunun üzerinden şekillenen bir sendikal anlayış benimsenmediği sürece sendikaların erimesi, milyonlarca işçinin ise örgütsüz kalması kaçınılmaz. Bu noktada fiili mücadele öne çıkıyor. Yani sınırını yasayla değil, sınıf mücadelesinin ihtiyaçlarıyla çizen hatta yeri geldiğinde yasada var olan hakları bile fiili gücüyle uygulatan bir anlayışı benimsiyoruz. Dahası bugün artık bunun zorunlu olduğunu görüyor ve söylüyoruz.
Sendikal hareket uzun süredir bir bunalım içersinde. Hem Türk-İş, hem de DİSK olağanüstü genel kurula doğru gidiyor. Limter-İş Sendikası Genel Başkanı Kamber Saygılı, “Konfederasyonlardan çatırtılar geliyor. Bu gelen ses, aslında statükonun çatırdamasıdır. Sendikal hareket artık eskisi gibi gidemez” diyor. Öte yandan hız kesmeden, güvencesiz çalışanların, taşeron işçilerinin örgütlenmesi ve mücadelesi için çalışan sendikalar var. Enerji-Sen’in kongresinde de bu konuya ağırlık verildi. Petrol-İş Sendikası da, bir süre önce yapılan Başkanlar Kurulu toplantısında güvencesiz çalışmaya karşı ortak bir mücadele yapılması gereği üzerinde durdu.
Siz bu gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz? DİSK’i bu mücadelenin neresinde görüyorsunuz?
Sendikalarımızın güvencesizlerin örgütlenmesini bir hedef olarak önlerine koymaları olumlu bir gelişme. Fakat bu konuda kat edecek çok yolumuz olduğunu düşünüyoruz. Taşeron işçilerin örgütlenmesinin sendikal hareket açısından kaçınılmaz bir görev olduğu yeni yeni kabul ediliyor. Konfederasyonumuz içinde Enerji Sen, Sosyal-İş, Birleşik Metal İş, Nakliyat-İş gibi sendikaların mücadele çizgisi bu anlayışın güçlendirilmesinde öneli bir paya sahip. Öte yandan, haklarını elde etmek için direniş yürüten ve kazanan tersane işçileri, yol işçileri, maden işçileri taşeron işçisinin örgütlenme ve direniş potansiyelini gösteriyor. Var olan direniş ve örgütlenme eğilimlerini sınıf hareketiyle buluşturmak elbette sendikalara düşüyor.
Konfederasyonlarda, sendikalarımızda yaşanan sıkıntılar ve gerilimler bir yandan olumsuzluk gibi görünse de diğer yandan eğer gerçek dinamikler üzerinden yaşanabilirse bir yenilenme olanağı olarak da değerlendirilebilir. Aslında yaşanan gerilimlerin temelinde sınıf hareketinin ve sendikalarımızın taşıdığı yapısal sorunlar bulunuyor. Yukarda da çokça değindiğimiz sermaye politikaları, kazanılmış hakların ortadan kaldırılması, güvencesizleştirme, taşeronlaştırma gibi sermaye politikaları karşısında sendikal hareketin ve sendikal örgütlerin içinde bulunduğu yapısal sorunlar bunlar. Aslında dünya sisteminin bugünkü aşamasında “elveda proletarya” diye kitapların yazıldığı bir dönemlerden işçi sınıfı hareketinin yepyeni bir tarihsel dönemini yaşıyoruz. Ve artık çok açık ki, güvencesizliğe karşı mücadele işçi sınıfı hareketinin geleceğini temsil ediyor. Böylesi bir tarihsel süreçte sınıf hareketinin ve sendikal örgütlerimizin kendi gelenekseliyle de hesaplaşan devrimci bir yenilenmeye ihtiyacı olduğu çok açık.
Konfederasyonumuzun DİSK’in 6 Nisan’da gerçekleşecek olan Olağanüstü Genel Kurul’unda sınıf mücadelesinin güncel ihtiyaçlarını karşılayacak bir dinamizmi açığa çıkarması en büyük temennimiz.Çünkü DİSK bu topraklarda işçi sınıfı mücadelesi açısından emek mücadelesi açısından çok önemli bir geleneği ve mücadele çizgisini temsil etmektedir. Böylesi bir tarihsel süreçte DİSK’e, DİSK’e bağlı sendikalara son derece tarihsel bir sorumluluk ve görevler düşmektedir.
Bakanlık Dev Sağlık-İş'in taşeron üyelerini dikkate almadı, böylece sendika barajı aşamadı, bunun ayrıntıları? Barajı aşamadılar, peki şimdi ne yapacaklar?
Evet,Çalışma Bakanlığı 2009’dan sonra ilk kez yayınladığı Ocak 2013 istatistiklerinde sendikamızın üyeliklerini tanımadı. Yıllardır sendikalı olma mücadelesini her türlü baskıya göğüs gererek yürüten 10 bin taşeron sağlık işçisinin sendika üyeliği taşeron firmaların tamamen yasadışı olan tek taraflı beyanları esas alınarak tanınmadı. Daha da önemlisi gerek Çalışma Bakanı, gerekse de Bakanlık bürokratlarıyla yaptığımız görüşmelerde bizim tümüyle haklı olduğumuz ancak sistem(!) buna göre kurulmamış denilerek sorun teknik bir mesele olarak gösterilmeye çalışıldı. Oysa sorun teknik ya da idari bir sorun değil, bütünüyle bu ülkeyi yönetenlerin siyasi tercihleriyle ilgili bir meseledir. Biz bu durumu sadece sendikamızın toplu sözleme için gerekli olan yüzde 1 barajını aşamama ya da yetki sorunu olarak görmüyoruz. Çünkü ortada daha vahim bir durum var. Sendikamızın üyeleri yok sayıldı çünkü yıllardır taşeron işçilerin emeğini, kimliğini yok sayan sistem, şimdi de sendika hakkını yok sayıyor. Üyelerimiz sağlık hizmeti ürettikleri halde sağlık işçisi sayılmıyor. Yaptıkları iş yerinde taşeron şirketlerin tek taraflı beyanı ve iradesi aracılığıyla tanımlanıyorlar. Bu durum farklı işkollarındaki tüm taşeron işçiler için geçerli. Daha iki ay önce Kozlu’da taşeron maden işçileri şirket kendilerini inşaat işçisi olarak tescillediği için sendika haklarından mahrum bırakılmalarının, maden işçisi olarak tanınmamalarının bedelini canlarıyla ödedi. Bu nedenle bizim için sorun baraj sorunu değil taşeron işçilerin sendika hakkının ve dolayısıyla güvenli güvenceli çalışma hakkının gasp edilmesi, kimliklerinin yok sayılması sorunu. Mücadelemizde sendikamızın üyelerinin kabul edilip yüzde 1 barajını aşmamızın sağlanması değil, taşeron işçinin sendika hakkını kullanabilmesi amacını taşıyor. Yani kavgamız %1’in değil yüzbinlerce taşeron işçisinin sendikal haklarının kavgasıdır.
İstatistiklere itirazımızı yargıya taşıdık. 11 Nisan’da üyelerimizin sayılmamasına itirazımıza ilişkin ön inceleme duruşması olacak Ankara’da. Bu duruşmaya delil olarak hastanelerde üyelerimizin işyeri kimlikleri üzerine yazdıkları sağlık işçisiyim, Dev Sağlık-İş üyesiyim beyanlarının yazdığı sembolik referandum sonuçlarımızı sunacağız. Başta hekimler ve 100 bin hekimin temsilcisi olan Türk Tabipleri Birliği (TTB), Sağlık ve Sosyal Hizmet Emekçileri Sosyal Hizmet Emekçileri Sendikası (SES) olmak üzere mesai arkadaşlarımız yapacakları açıklama ile “Biz Bu Davanın Tanığıyız” diyecekler. “Sağlık hizmeti bir ekip hizmetidir, biz bu arkadaşlarımızla yıllardır hastanelerde birlikte çalışıyoruz, arkadaşlarımız sağlık işçisidir” diyerek mahkemede tanıklık etmek isteyecekler. Ve tabi ki tüm bu mücadeleler artık hiç kimsenin savunamadığı taşeron işçiliğin akıldışılığını açığa çıkarmak ve taşeron çalıştırmayı bütünüyle ortadan kaldırmak içindir.
Son olarak, sendikal mücadelenin içerisinde ‘kadın’ olmak; sendikalarda kadın temsili konularında bir değerlendirme yapmanızı istesek?
Kadın düşmanlığının neoliberal sermaye birikim stratejilerinin ve rejimin kurucu unsurlarından birisi olduğu bu dönemde tüm mücadele alanlarında kadınların varlığı ve militanlığı daha da önem kazanıyor. Kadınlar yoksullaştırma ve mülksüzleştirmeden nasiplerini alarak “iş gücü piyasalarına” atılıyor. Gericilik, ırkçılık ve erkek egemenliğinin işbirliği kadın emeğinin değersizleştirirken yoksulluğun toplumsal öfkesi kadın bedenlerine yönelen şiddet olarak kendini gösteriyor.
Böylesi bir toplumsal konjonktürde kadın bir sendika başkanı olmak önemli sorumluluklar yüklüyor. Sendikamızın örgütlü olduğu sağlık ve sosyal hizmetler iş kolu kadın işçilerin ağırlıkta olduğu bir işkolu. Bu ağırlık sendikal örgütlenmemize de yansıyor. Sendikamızın 7 kişilik merkez yönetim kurulunda 3 kadın yönetici bulunuyor. Bu işkolumuzun ve sendikal mücadelemizin sendika yönetimine etkili ve doğrudan bir biçimde yansıdığının göstergesi bizim açımızdan.Öte yandan kadınların sendikal yönetimlerde ağırlıkla yer almasının az önce bahsettiğim yeni sendikal anlayışın sendikal harekette ağırlık kazanmasından bağımsız bir sorun olduğunu düşünmüyorum. Sendikalarımız sınıfın yeni dinamiklerini kavradıkça bu dinamizmi yansıtacak taşeron, kadın ve genç işçilerin yer aldığı yönetimlerin de oluşacağına inanıyorum.