Amerikalı fotoğrafçı Lewis Hine (1874-1940) belgesel fotoğrafçılığın gelişmesinde önemli bir yere sahiptir. Hine Ulusal Çocuk Emeği Komitesi ve İlerici Reform Hareketi'nin kampanyalarında aktif biçimde rol almıştır. Çalıştığı alanlar genellikle işçi sınıfı aileleri ve göçmenler olmuştur. Hine amaç olarak bu ailelerin yoksulluğunu kitlelere anlatma derdini taşımakla birlikte; bu fotoğrafları propaganda aracı ve sosyal antropolojiye katkı sağlayan materyaller olarak da görmüştür. Hine'nın yoksul aile fotoğrafları ilk bakışta sıra dışı bir aile görüntüsü vermemektedir. Çocukların merak dolu bakışları, annenin konuksever duruşu, eşyaların konumlanışı, kıyafetler; fotoğrafa bakan kişide bir acıma hissi uyandırmamaktadır. Kısacası ilk bakışta, fotoğrafta aşırı yoksulluğu belirten bir emare görülmemektedir. Fakat yapılan incelemelerde görülmüştür ki; Hine, betimlediği tüm yoksul aile fotoğraflarını 'baba' olmadan çekmiştir. Ailede her şey yerli yerindedir fakat baba ortada yoktur. Hine, babanın yoksunluğunu, ailenin yoksulluğunu ve muhtaç durumda olduğunu belirten bir imge olarak kurgulamıştır.
Baba, ailenin temel taşı, koruyucusu ve kollayıcısı olarak tasvir edilse de, büyük oranda otorite, kanun, iktidar görevi taşımaktadır. Hatta çoğu zaman, bu özellikleri itibariyle alt edilmesi gereken bir güç yapısı olarak görülmektedir. Baba'nın yoksunluğu, ailenin yoksulluğuyla eş görülürken, varlığı da özellikle erkek çocuklar için, aşılması gereken bir eşik olarak görülür.
Baba-oğul çatışmasının temelleri hakkında, faklı disiplinlerin birbirinden farklı çıkarımları olmuştur. Oğulun çatışmadaki rolü ile babanın rolü de tabiatı itibariyle birbirinden farklıdır. Oğul, babayla girdiği rekabette onu bir iktidar yapısı olarak görür ve onu alt etmeye çalışır. Baba ise oğlunu, kendi yaşamının bir uzantısı, iktidarının devamı olarak görür. Kısacası kendi hayatından ayrı, bağımsız bir hayat olarak görmez.
Sanatın birçok dalında rastladığımız baba-oğul çatışmasının, edebiyatta da sayısız örnekleri vardır. Sanırım bunlardan en eskisi ve bilineni, Sophokles'in Kral Oidipus adlı eseridir. Sigmund Freud'un ünlü kavramsallaştırmasının da adını aldığı bu eser M.Ö. 428 yılında sahnelenmesine rağmen hâlâ okunmakta ve güncelliğini korumaktadır. Dostoyevski'nin Karamazov Kardeşler adlı romanı da baba-oğul çatışmasına örnek gösterilebilir. Smerdyakov'un 'Baba Karamazov'dan aldığı intikam bir Oidipus kompleksidir özü itibariyle. Benzer şekilde Turgenyev'in 'Babalar ve Oğullar' romanı da; her ne kadar bir kuşak çatışmasını anlatma derdinde olsa da, nihayetinde bir 'baba-oğul' romanıdır.
Türk Edebiyatında da son yıllarda bu konu sıklıkla işlenmektedir. Tabii bizdeki baba-oğul çatışması, batıdakinden farklı olarak taraflar arasında sessizce sürdürülmektedir. Bunun birçok nedeni olabileceği gibi, Asya toplumlarının kutsallık atfedilen baba figürü en önemli etken gibi durmaktadır.
Kemal Varol'un son romanı 'Âşıklar Bayramı' da uzun yıllardır birbirlerini görmemiş bir baba-oğul romanıdır. On beş yaşından beridir babasını görmeyen kahramanımız, yirmi beş yıl sonra kapısının çalmasıyla birlikte, hem bir yol hikâyesine hem de bir baba-oğul iletişimsizliğine dâhil olacaktır.
Kemal Varol, edebiyat serüvenine şiirle başlamış, Yas Yüzükleri, Kin Divanı, Temmuzun On Sekizi, adlı şiir kitaplarını yayınlamış, bu alanda hatırı sayılır bir okuyucu kitlesine de sahip olmuştur. Daha sonra nesire yönelen Varol'un Âşıklar Bayramı dışında; Jar, Haw ve Ucunda Ölüm Var adlı romanları; Sahiden Hikâye isimli de bir öykü kitabı vardır. Ayrıca Haw adlı eseriyle Cevdet Kudret Edebiyat Ödülü, Sahiden Hikâye eseriyle de Sait Faik Hikâye Armağanı almış başarılı bir edebiyatçıdır.
'Âşıklar Bayramı'nın ana karakteri Yusuf; kırk yaşında, Diyarbakır'da yaşayan hali vakti yerinde bir avukattır. Bir gece kapısının çalmasıyla birlikte yirmi beş senedir görmediği babasıyla karşılaşır. Ayağında şalvarı, belinde kuşağı, bir elinde tahta bavulu diğer elinde üç telli bağlaması, pos bıyığıyla adeta bir derviş görüntüsündedir.
Yusuf bir anda karşısında babasını görünce yadırgar ve bu durumu hali lisan ile belli eder. Babası, Yusuf'a; annesinin mezarını ziyaret ettiğini, gelmişken kendisini de görmek istediğini belirtir.
'Baba'nın adı Heves Ali'dir ve âşıklık geleneğinin önemli bir temsilcisidir. Gittiği her yerde büyük saygı ve hürmet gören bu ozan, artık seksenini devirmiş ve başında duran bir hastalık ile savaş halindedir. Heves Ali perişan haldedir fakat tüm bunlara rağmen, son kez Kars'a Âşıklar Bayramı'na gitmeyi kafasına koymuştur. Aslında bir bakıma yıllardır görmediği oğlundan helallik alıp yola düşmektir niyeti. Yusuf babasını gitmemesi için ikna edemeyeceğini bildiğinden ve onu tek başına yollara bırakmak istemediğinden onunla Kars'a gitmek üzere yola koyulur. Bu Yusuf için anlam veremediği bir davranış olur. Çünkü babasına karşı hali hazırda olumlu bir duygu beslemiyor, içten içe neden bunca yıl arayıp sormadığını merak ediyor, yine de onu bu yaşlı haliyle bırakmak içine el vermiyordur.
Roman bir baba-oğul teması taşımasının yanında, aynı zamanda bir yol hikâyesidir. Diyarbakır'dan çıktıkları yolda önce Arkanya'ya sonra Elazığ'a, Bingöl'e, Erzurum'a ve en sonunda Kars'a gidecekler ve gittikleri bu şehirlerin her birinde ayrı bir hikâye yaşayacaklardır.
Heves Ali'nin Kars'a gitme amacı esasen yol üstünde bıraktıklarından, terk ettiklerinden helallik alma isteğidir. Artık ömrünün sonuna geldiğini fark etmiş ve hayatına giren, âşık olduğu kadınları tek tek ziyaret edip onlara bir Allahaısmarladık deme ihtiyacı hissetmiştir. Heves Ali sadece üç telli bağlamasıyla yaktığı türkülerle değil, ateş olup düştüğü yüreklerle de bir âşıktır. Gittikleri yol esnasında bunu fark edecek olan Yusuf evvela bir kıskançlık hissedip, kendisiyle annesinin de babasının onlarca hayatından yalnızca biri olduğunu görmüştür. Fakat daha sonra babasının insanlar tarafından gördüğü saygıdan, kendisinin de biraz ona benzediğinden bu duruma bir tepki göstermez.
Yusuf'un hayatında Yıldız diye bir kadın vardır ve roman boyunca kendisini yalnızca Yusuf'u telefonla arayan ve telefonuna bir türlü bakılmayan bir karakter olarak görürüz. Yusuf'un ona karşı duyguları bitmiş, sevgi namına bir şey kalmamıştır içinde. Yıldız delicesine bir merak içinde Yusuf'a ulaşmaya çalışsa da, Yusuf bu noktada oldukça acımasız bir görüntü çizerek, hiçbir şekilde onun aramalarına cevap vermemektedir. Çünkü Yusuf'un aklına bir süredir eski sevgilisi Aylın düşmüştür. Aylın, Yusuf'un üniversite yıllarından sevgilisi, hayatının en büyük aşkıdır. Fakat Yusuf onu bir gün ansızın terk etmiş ve geriye hiçbir emare bırakmayarak sırra kadem basmıştır. Giderken hiçbir açıklama yapmamıştır Yusuf. Bu noktada babasına ne kadar benzediğini kestirebiliriz.
Babasına bu yönden benzerliği roman boyunca sık sık kendisini göstermektedir. Babasının yolculuk esnasında fenalaşmasıyla birlikte gittikleri bir hastanede de bu benzerliği görürüz. Yusuf'un hemşire kadına ilgi göstermesi ve hastaneden çıkar çıkmaz sosyal medyadan kendisine arkadaşlık isteği göndermesi, babasına benzerliğinin sadece bir dışavurumudur. Yusuf belki de bu yüzden babasına kızamıyordur. Çünkü kendisi de hayatındaki kadınları, onlara bir açıklama yapmadan terk etmiş ve yol üstünde gördüğü kadınlara ilgisiz kalmamıştır.
'Âşıklar Bayramı' romanı, Kemal Varol'un önceki eserlerini de içinde barındıran bir romandır. Birçok karaktere ve mekâna, önceki eserlerinden aşinayızdır aslında. Bir nevi metinlerarasıcılığı kendi eserleri arasında yapmıştır.
Romanda adı geçen 'Arkanya' şehri; Varol'un çoğu eserinde kendisini gösterir. Diyarbakır'ın Ergani ilçesini imgeleyen Arkanya, aynı zamanda Kemal Varol'un da doğup büyüdüğü şehirdir.
Kemal Varol'u yakından takip eden okurlar, onun önceki roman kahramanlarının, Âşıklar Bayramı romanının içine dağıldığını ve belli belirsiz görünüp kaybolduklarını sezeceklerdir. Yusuf henüz yola çıkmamışken, adliyede bir duruşmaya katılır. Müvekkili, bir alacak verecek meselesi yüzünden meyhaneci kardeşini öldürmüştür. Bu hikâyedeki karakterler, Jar romanının karakterleridir ve karşılıklı iki meyhanenin sahibi olan iki kardeşin, gün boyu hiç konuşmadan birbirlerine kinle bakışına şahit olur okuyucu.
Romandaki baba figürünü temsil eden Heves Ali de başka bir romanın kahramanıdır esasen. Ucunda Ölüm Var romanının ana karakteri, Arguvan'da yaşayan 'Ağıtçı Kadın'ın yarım asırlık aşkıdır Heves Ali. Ağıtçı Kadın onu şehir şehir arayıp sormaktadır ve sonunda artık öleceğini ve yanına gelmesini haber eder. Âşıklar Bayramı romanında da Heves Ali vasiyet olarak Arguvan'a gömülmek istediğini söyler oğluna. Sebebini de şu sözlerle ifade eder: "Göz elli kişide, kalp birinde kalır".
Yusuf babasıyla birlikte Bingöl'den geçerken, Heves Ali'nin ısrarıyla bir köye giderler. Bu bir Alevi köyüdür ve Heves Ali'nin yarenlerinin mekânıdır. Vardıklarında sazlı sözlü, deyişli bir meclis kurarlar. Köyde süs köpeğine benzeyen, ufak tefek, sevimli bir köpek dikkatini çeker Yusuf'un. Mamoş Amca'ya köpeğin aslını astarını sorar. Yıllar önce köye barınaktan kaçmış, güzel mi güzel bir köpek gelmiştir. Köylüler ona daha iyi bir isim bulamayacaklarını düşünüp 'Adıgüzel' demiştir. Bu sevimli köpek işte o Adıgüzel'in torunudur. Bu anlatıda geçen 'Adıgüzel' de Varol'un Haw romanının karakterlerinden biridir. Görüldüğü gibi Varol, romanın içerisine, önceki karakterlerini eğreti durmayacak bir biçimde yerleştirmiştir.
Romanlarına yaptığı atıfların dışında, şairliğine de göndermede bulunur Varol. Bir nevi aynı zamanda bir şair olduğunu ve bunun unutulmaması gerektiğini hatırlatır gibidir. Elazığ'dan geçerken babasının fenalaşması sonucu hastaneye uğrarlar. Orada göz torbaları halka halka morarmış, kederli, çökmüş ve elinde sigarasıyla uzaklara bakan bir adam görür Yusuf. Adamı kendisine benzetir ve sonradan 'Küfran' şiirinin şairi olduğunu anımsar. Kemal Varol kendisini de romana şair kimliğiyle sokmuştur. Fakat burada başka bir gönderinin olduğu kanısındayım. Zira bu uzun anlatı, Küfran şiirinin nesire dönüşmüş hali gibidir. Bir nevi romanın çekirdeği Küfran şiiridir diyebiliriz.
Şiirden birkaç alıntı dize eşliğinde açıklamaya çalışayım;
Yusuf babası tarafından terk edilmiştir. Her yönden bir âşık olan Heves Ali'yi suçlayamaz çünkü kendisi de hayatındaki kadınları sorumsuzca terk etmiştir. Şiirde geçen;
Benzemem diye düşünürken Müsvedde oldum ona, dizeleri Yusuf'un hissiyatıdır aynı zamanda. Hayatındaki ilişkilerdeki tutarsızlığını da Küfran'da bulabiliriz.
Fermandır: Babayla bozgun her çocuk Hoyrattır elbet aşklarına
Yusuf hayatından baba kavramını çıkarmış ve yoluna onsuz devam etmiştir. Fakat babasıyla bir gece apansız karşılaşmasında bu durumun hiç de öyle olmadığını yaşayacaktır.
Dönmem diye düşünürken Tavaf oldum ona
Babasını hayatından atmak yerine Kars'a kadar ona eşlik etmiştir Yusuf. Şiirdeki gibi Heves Ali'ye tavaf olmuştur adeta. Ve tüm bunları unutmak yerine, hatırlamayı ve yazmayı tercih etmiştir Yusuf;
Unuturum diye düşünürken Mürekkep oldum ona
Roman içerisinde yalnızca kendi eserlerine göndermede bulunmamıştır Varol. Hayranlığını hiçbir zaman gizlemediği ve eserlerine büyük oranda kokusu sinmiş olan Hasan Ali Toptaş'ı da görürüz romanda. Anlatının bir bölümünde 'Kuşlar Yasına Gider'i görmekteyiz. Bilindiği gibi Hasan Ali Toptaş'ın bu eseri de bir baba-oğul hesaplaşmasının romanıdır.
Benzer şekilde, başka bir baba-oğul hikayesi olarak izlediğimiz Nuri Bilge Ceylan'ın Ahlat Ağacı filmine de atıfta bulunur Varol. Yolculuk esnasında uzak bir tepede, diğer ağaçlara benzemeyen, tuhaf ve yalnız bir ağaç görür Yusuf. Hatta sanki birinin, ağacın dibinde sere serpe uzandığını da görür. Filmi izleyenler bu sahneyi anımsayacaktır. Filmdeki baba karakteri sık sık ahlat ağacının dibinde uyuyakalmaktadır. Heves Ali oğlunun o ağaca baktığını görünce; "gelinboğan diye buruk bir meyvesi vardır" der. Dallarını çok ilginç bulan oğluna; "her ağacın bir mevsimi vardır, sen onun baharını göreceğine kışını gördün ne yazık ki" der. Varol burada babayı ahlat ağacına, oğlunu da buruk meyvesine benzetmiştir. Gerçekten de Yusuf babasını baharında değil, kışında görmüştür.
Roman boyunca hiçbir zaman 'baba' dememiştir Yusuf. Çok zorda kaldığı zaman dahi 'peder' sözcüğünü tercih etmiştir. Yalnızca romanın son bölümünde baba demeye yeltenmiştir, fakat yine başaramamış, ağzından yalnızca 'ba' diye bir hece çıkmıştır. Kemal Varol burada Birhan Keskin'in Ba adlı şiir kitabına atıfta bulunmaktadır. Ba'nın girişinde yer alan şu cümleler, bu atfı yeterince açıklar niteliktedir;
"Dilimde yarım bir hece gibi kalan babamın güzel hatırası için…"
Ağzından yalnızca 'ba' diye bir hece çıkan Yusuf'u, Kul Yakup tamamlayacaktır o sırada;
"Baba dediğin tamamlanmamış bir kelimedir zaten".
Tıpkı Hasan Ali Toptaş'ın Kuşlar Yasına Gider romanında; "Babalar alınlarımıza yazılmış yalnızlıklardır" dediği gibi.
Bu üç cümleyi peş peşe düşününce birbirlerini ne kadar tamamladıklarını görecektir okuyucu.
Roman içerisinde yer alan birkaç imgeye de değinmek gerekir sanırım. Bunlar dut ağacı, bayrak ve kuyu imgeleridir. Dut ağacı evvela anlamsız gibi gelse de, aslında üç telli bağlamanın yapıldığı maddedir. Yusuf romanın başlarında kendisini dilsiz bir dut ağacı, bazen de meyvesiz bir dut ağacı olarak görür. Bir bakıma henüz babası gibi 'âşık' değildir. Fakat roman bu nokta da tamamlayıcılığını gösterir ve Heves Ali son nefesinde üç tellisini oğluna uzatarak; "Şunu bir tutar mısın" der.
Hikâyenin hemen başında kapının çalmasıyla türlü düşüncelere nail olan Yusuf'un ağzından şu sözler dökülür; "İçimde bir yerde, sanki senelerdir ipleri birbirine dolaşık halde bekleyen eski bir bayrak yarıya inmiş, ne kadar asılırsam asılayım onu yeniden göndere çekemiyordum". Yusuf esasen bir yas halindedir ve bu matemin kaynağı muhtemeldir ki, baba figüründen kaynaklanmaktadır. Romanın sonunda bu bayrağı ipleri çözülmüş ve göndere çekilmiş halde, devasa boyutta görürüz. Yusuf babası ile nihayetinde bayrak imgesinde görüldüğü gibi barışmıştır.
Aslında Yusuf ismi roman boyunca yalnızca üç defa geçmektedir ve üçünde de Yusuf'un yanında çalışan Hülya'nın ağzından 'Yusuf Bey' şeklinde duyarız. Bu seslenişin ilkine 47. sayfada tanık oluruz. Yani romanın bu noktasına kadar kahramanımız isimsizdir. Fakat bu isimsiz olma haline rağmen onun Yusuf olduğunu bir şekilde duyumsar okuyucu. Heves Ali'nin eve geldiği ilk gün, oğlu onu uyurken inceler ve takma dişlerini çıkarmış haline bakarak, yanağıyla dudaklarını susuz bir kuyuya benzetir. İsim koymaya gerek kalmaksızın o andan itibaren karakterimiz Yusuf'tur aslında.
Âşıklar Bayramı, kurgusuyla, diliyle bir hesaplaşma romanıdır aynı zamanda. Yol boyunca konuşmaya gerek duymadan iletişim kuran, birbirine müsvedde olan bir baba-oğulun hesaplaşması değil yalnızca. Her karakterin kendisiyle hesaplaştığı, sayısız dünyanın birbirilerinin yanından habersiz geçtiği bir anlatının da romanı. Âşıklar Bayramı; türkülerin, âşıkların, şehirlerin, köylerin, Kul Yakup'ların, Mamoş Amca'ların hikâyesi. Lüks sitelerinin bahçelerinde eğreti duran ağaçlarıyla, değişmiş, tanınmayacak hale gelmiş Diyarbakır'ın; Bingöl'ün uzak bir arazisinde otuz üç askerin belirip kaybolduğu bir roman aynı zamanda.
Baba arayışının bizi özgüvensiz toplumlar gibi tiranlığa değil; âşıklığa götürmesi dileğiyle… İyi okumalar.