"İnsan, aylaklıktan kan dökmeye kadar uzanan bütün fiil yelpazesini, sadece fiilin anlamsızlığını idrak etmediği için kullanır: Yeryüzü üzerinde yapılan her şey, boşluk içinde bir doluluk yanılsamasından, Hiçlik'in esrarından gelir..."
Rumen yazar Cioran'ın herhangi bir metnine rast gelmiş okur, onun felsefi karamsarlığını, nihilizme varan umutsuzluğunu derhal fark edecektir. Yukarıda, Çürümenin Kitabı adlı eserden yapılan alıntıda da görüldüğü gibi Cioran, hiçlik kavramına vurgu yapmakta, insanların tüm eylemlerinin anlamsızlık içerdiğini belirtmektedir.
Dünya üzerinde sürmekte olan savaşlara, felaketlere bakınca ve insan ömrünün kısalığı karşısında Dünya'yı yok etme pahasına kazanma hırsının sonsuzluğunu görünce, Cioran'ın Hiçlik kavramı aslında her şeyin özeti gibi gelmekte.
Cioran kadar umutsuz olmamakla birlikte, metinlerinde sıklıkla Hiçlik kavramına değinen ve insanın kendisine doğru yol alan yapıtlara imza atan Hasan Ali Toptaş'ın son romanı Beni Kör Kuyularda, Kasım ayı içerisinde yayınlandı. Romanlarında varoluş, bekleyiş gibi temalara sıklıkla değinen Hasan Ali Toptaş, bu romanında acıya, acının seyirlik bir şölene dönüşmesine ve acı karşısında toplumun duyarsızlığına değinmekte. Bahsi geçen bu temaları ele alırken bildiğimiz Hasan Ali cümleleri kurmakta, sadık okuyucusunun yakından bildiği üzere, yine upuzun bir şiire bizleri davet etmekte.
"Güldiyar söyleneni işitmiş olmalı ki, hafifçe sallandı olduğu yerde. Onunla birlikte, o an yeryüzünün çeşitli köşelerinde irili ufaklı milyonlarca gül de sallandı hiç kuşkusuz aynı şekilde; alı boyuna, boyu alına vurmuş milyonlarca gelincik, olgunundan hamına milyonlarca başak, envai çeşit milyonlarca ot, milyonlarca hayvan ve insan da sallandı."
Yukarıdaki alıntı bildiğimiz ve nerede görsek tanıyacağımız klasik bir Hasan Ali Toptaş paragrafı. Onun metinleri belli bir ahengi, ritmi olan ve bir rüyadan, bir masaldan seslenen metinlerdir. Sayfalardan gelen sesleri duyabilir okuyucu. Bir çay içişin, bir kalp atışının, yürüyüşün, kuşun kanadının sesi vücut bulmuş gibidir.
Zaten kendisi de bu ses olayını ciddiyetle işlediğini birkaç röportajında dile getirmiştir. Sözcüklerde ne sıklıkla sert ünsüz kullandığını, sesli yahut sessiz harfle biten cümlelerin konumuna baktığını ve bu ince işçiliği gözettiğini ifade etmiştir. Örneğin Heba romanında iki ateş arasında kalan askerleri, cümle içerisinde nereye koyacağına uzun bir süre karar verememiş ve sonunda, iki ateş arasında kalan 'askerlerin' cümlenin de tam ortasında olması gerektiğini düşünmüştür. Kimine bu özellik fazla biçimci ve abartı gelecektir fakat edebiyat işçiliği biraz da bu değil midir?
Beni Kör Kuyularda, acının, acının seyirlik unsur hale gelmesinin, toplumun kayıtsızlığın romanı. Güldiyar'ın romanı kısacası…
Ayakkabı tamircisi olan Muzaffer, bir sabah evden işe giderken her zaman götürdüğü sefer tasını yanına almaz ve karısı Bahriye'nin hatırlatması üzerine, kızını işaret ederek Güldiyar getirir arkamdan der. Güldiyar sefer tasını alarak, neşe içinde, seke seke babasına doğru gider. Hasan Ali Toptaş Güldiyar'ın bu gidişini kendine münhasır üslubuyla, bir kelebeğin bahardaki coşkulu gezintisini anlatır gibi ifade etmiştir. Güldiyar eve döndüğü vakit Bahriye onda bir tuhaflık olduğunu anlar ve ısrarla kızına ne olduğunu sorar. Güldiyar ağzını açıp tek bir kelime dahi etmez. En anaç tavrını takınarak, 'süt kokan sesiyle' dahi sormasına karşın Güldiyar hiçbir şey anlatmaz. Akşam olur Muzaffer eve döner fakat Güldiyar yine konuşmuyordur.
Güldiyar konuşmadığı ve hiçbir şey anlatmadığı gibi ağladığı zaman gözlerinden taşlar dökülmektedir. Bahriye, kapı komşusu Emine'ye bu durumu anlatır. Emine evvela inanmaz fakat gidip kendi gözleriyle görünce ikna olur.
Güldiyar'ın ağladığı zaman gözlerinden taşlar döküldüğünü duyan onu görmeye gelir. Kapısının önünde uzun kuyruklar oluşmakta, herkes Güldiyar'ı seyretmeye gelmektedir. Muzaffer bir yandan kızının derdi, bir yandan her gün avlusunu doldurup taşıran bu kalabalığın hengâmesi ile ne yapacağını şaşırır. Zamanla kapısında hiç tanımadığı adamların bu kalabalığı düzene soktuğunu, onları grup grup içeri aldığını görecektir. Bunlar siyah elbiseler giyinen, bıyıkları çenelerine kadar sarkmış adamlardır. Roman ile ilgili bu serim ve kısa girizgâh şimdilik yeterli.
Burada dikkat edilmesi gereken unsur; gelenlerin geçmiş olsuna değil de, gözlerden dökülen taşları görmeye gelmesidir. Kimse Muzaffer'e kızına ne olduğunu, başına ne geldiğini, neden ağladığını sormamaktadır. Herkesin tek bir derdi vardır; Güldiyar'ın gözünden dökülen taşları görebilmek. Hatta bu gelenler işi öyle azıtır ki, zamanla Güldiyar ağlamadığı vakit söylene söylene dönerler evlerine.
Muzaffer ve bilhassa Güldiyar büyük acılar çekmektedir. Hem de koca kalabalıkların gözü önünde. Güldiyar'ı tedavi etmek için hiçbir önerileri yoktur bu kalabalıkların. Onu doktora götürmeyi kimse teklif etmez örneğin. Ya da ailenin acısını kendi mahreminde yaşamasına kimse izin vermez. Her gün avlu dolup taşmakta, acının seyirlik bir şölene dönüşmesi karşısında kalabalık, coşkusunu bir an olsun yitirmemektedir.
Gerçekten acı karşısında bu kadar kayıtsız mıdır insanlar? Acı çeken bu organizma bize neyi işaret etmektedir?
Hasan Ali Toptaş, bizlere Güldiyar üzerinden bir Türkiye görüntüsü çizmektedir esasen. İsminden de anlaşılacağı gibi gül benzeri bir vatanda yaşamaktayız. Fakat bu vatan gözlerinden dökülen yaşlar eşliğinde büyük acılar çekmekte ve günbegün ölüme yaklaşmaktadır. Güldiyar'ı seyredenler gibi bu ülkenin vatandaşları olarak bizler, birçok acıya karşı kayıtsız kalmakta ve çoğu kez sanal bir dünyanın gerisinden olanları izlemekteyiz.
Son zamanlarda artan intihar olaylarının büyük çoğunluğunun geçim sıkıntısından ve işsizlikten kaynaklandığını biliyoruz. Bir yandan bu ölüm haberlerini izliyor, bir yandan da bebeğine tektaş takan, şatafat içinde yaşayan genç anneyi izliyoruz. Acı karşısında duyarsız olmanın bu boyutunu başka bir zamanda yaşar mıyız bilinmez. Fakat Güldiyar'ın gözlerinden taşlar dökülmesi gibi an be an toplumun çürüyüşüne şahitlik etmekteyiz. Romanın başında Cioran'ın Çürümenin Kitabı'ndan neden alıntı yapıldığını şimdi daha iyi anlayabiliriz.
Hasan Ali Toptaş bizlere bu toplumun acıyı seyirlik malzeme haline getirdiğini, zevk alarak acı izlediğini söylerken, onun çürümeye başladığını en başından söylemektedir aslında. Rabia Naz'ın ölümünü aydınlatmak yerine, babasını gözaltına almak, ilçeye giden gazetecileri gözaltına almak çürüme değil midir? Bir milletvekillinin evinde ölü bulunan genç bir kadının ölümünün bir türlü aydınlatılmaması çürüme değil midir? Tabii bu örnekler en sıcak ve gündemimizi 'henüz' meşgul eden olaylar.
Toplumun bu kadar kayıtsız ve kötülüğün bu kadar sıradan olması nasıl mümkün hale geliyor? Roman boyunca Güldiyar'ın başına gelenler ve babasının çaresizliği okuyucuyu o denli rahatsız ediyor ki; handiyse bir anlığına romanın içine dalıp adaleti sağlamak için ne gerekiyorsa yapası geliyor insanın. Fakat günlük yaşamda karşımıza bellek denen bir sorunsal çıkıyor. Güldiyar'ın acı çekmesi, gözlerinden taş dökülmesi gibi, haberlerde izlediğimiz ve uzaktan uzağa üzüldüğümüz olaylar, kısa zaman sonra hatırlamayacağımız uzak birer anlatıya dönüşmekte.
Hannah Arendt Kötülüğün Sıradanlığı adlı eserinde, totaliter rejimlerin kaynağında halkların yetersiz belleğinin yattığını söyler. Ortak hatıralar toplamı üzerinden aidiyet kuran grup üyelerinin belleklerinin zayıflığı, siyasal iktidarın güçlenmesine neden olarak tüm toplumsal hayatı politikleştirir. Bu durumda hatırlanan geçmişin kim tarafından nasıl hatırlandığı büyük önem kazanmaktadır. Çünkü belleğin kendisi artık kurgulanan bir yapıya dönüşmektedir. Örneğin, Cumhuriyet tarihinin an kanlı terör saldırısı olan Ankara Garı katliamı esnasında ölen genç bir kızın mezarı başında yapılan anmayı, iktidara yakın bir gazete terörist cenazesi olarak kurgulayabilmektedir.
Güldiyar karakteri aslında Toptaş'ın Uykuların Doğusu adlı romanında yer almaktadır. Orada kısaca değinilen bir karakter olan taş ağlayan bu genç kız, Beni Kör Kuyularda da belirmiştir. Varlıktaki hiçliğe ve hiçliğin sonsuzluğuna çoğu kere vurgu yapan bir yazar olarak Hasan Ali Toptaş, karakterlerini sıklıkla kaybetmekte, onları başka başka mekânlarda tekrar belirgin kılmaktadır. Güldiyar'ı Uykuların Doğusu'ndan getirip, Beni Kör Kuyularda'dan Sururi Necipoğulları denen bir karakteri ise Uykuların Doğusu'na göndermiştir. Bunları yaparken okuyucusuna varlığını sorgulatmakta, bir maddenin hangi koşullarda gölgesiz olabileceğine ve karın neden yağabileceği gibi sorularla dikkat çekmektedir. Örneğin Gölgesizler romanında şehirde kaybolanlar belli bir zaman sonra köyde ortaya çıkmakta, köyde kaybolanlar şehirlerde belirmektedir. Bir köy efsanesi olan Asker Hamdi'nin bir avlu dolusu çocuğunun ise şu an nerede olduğunu ve o çocukların kim olduklarını kimse bilmemektedir.
Gölgesizler romanına değinmemin bir başka nedeni ise Güldiyar karakterinin Güvercin'e benzemesidir. Güvercin, Gölgesizler romanının başkarakterlerinden biridir ve ansızın ortadan kaybolur. Güldiyar örneğinde olduğu gibi Güvercin'e de kimse ne olduğunu bir türlü öğrenemez. İki karakter de olaylar karşısında pasif bir görüntü çizmekte, tabiri caizse gerçeklik karşısında bir masal karakteri kadar temiz durmaktadırlar. Bu onları hem ulaşılamaz bir ikona dönüştürmekte hem de her an göz önünde olup tehdide açık hale gelmelerini sağlamaktadır. Bu iki karakter ete kemiğe nasıl bürünür, gözümüzün önünde nasıl hayal edebiliriz derseniz eğer; Nuri Bilge Ceylan'ın Bir Zamanlar Anadolu filminde Muhtar'ın kızını düşünebilirsiniz. Hatırlayacağınız gibi filmin bu sahnesinde Muhtar'ın evinde elektrikler kesilir ve elinde mum ile Muhtar'ın kızı içeri girer. Tıka basa dolu olan salonda tüm bakışlar ona yönelir fakat tek aydınlık yüz de yine onundur. Bu aydınlık yüzle kime baksa onu aydınlatır Muhtar'ın kızı.
Bilindiği üzere Hasan Ali Toptaş'ın kitaplarının kapağındaki fotoğraflar Nuri Bilge Ceylan'a ait... Yani Güvercin ve Güldiyar'ın Muhtar'ın kızına yahut Muhtar'ın kızının onlara benzerliği tek kesiştikleri nokta değildir. Beni Kör Kuyularda romanının kapak fotoğrafı Ahlat Ağacı filminin bir sahnesinden alınmıştır. Kuyunun dibinden çekilen bu fotoğrafta objektif, aydınlığa yani gökyüzüne doğru yönelmiştir. Belki de toplum olarak kuyunun en dibinde olduğumuz vurgulanmak istenmiştir. Umut ise, küçücük bir ışık halinde görünen gökyüzünden bir parça olarak, uzağımızda durmaktadır. Yalnızca romanın kapağında değildir bu gönderme. Muzaffer ve arkadaşı Dursun'un, gecekondu mahallesine, kendilerine ev yapmak için geldikleri ilk gün; evin bulunduğu yer ahlat ağaçlarını referans alarak tarif edilmiştir. Yüksek bir mahalle olan bulundukları yerden ahlat ağaçlarının sadece uçları görünmektedir.
Romanda bir türlü göremediğimiz, buna karşın sık sık adı geçen bir karakter var: Muzaffer ve Bahriye'nin yıllar önce kaybolan ve kendisinden hiçbir haber alınamayan oğulları Hüseyin. Öyle ki; roman boyunca hepi topu birkaç cümlesi olan Güldiyar dahi ondan bahsetmektedir. Güldiyar'a ne olduğunu bilmediğimiz gibi Hüseyin'in de neden kaybolduğunu öğrenemeyiz. Fakat aile ne zaman zor durumda kalsa Hüseyin'in adını anar. Muzaffer hangi vakit umutsuzluğa kapılıp pes etme noktasına gelse, gözüne bir şekilde Hüseyin'in hayali görünür. Her ne olursa olsun bir gün Hüseyin'in geri geleceğine ve onları kurtaracağına inanır Muzaffer. Kendi güçlerini ve potansiyellerini kavrayamayan her topluluk gibi onlar da bir kurtarıcı beklemektedir.
Muzaffer'in bu kurtarıcı bekleyişi, akıllara ilk elden Beckett'ın Godot'yu Beklerken adlı eserini getirmektedir. Onda da oyun boyunca Godot bir kurtarıcı gibi beklenir fakat bir türlü gelmez. Toplumların kolektif güce olan bu kayıtsızlığı onları kurtarıcı arayışına götürdüğü gibi, çoğu zaman yollarını kurtarıcı zannettikleri diktatörlere çıkarmıştır. Nostaljik ve ilkel bir biçimde baba arayışına giren toplumlar adil olana değil, güçlü olana meyletmiş ve tedavisi on yıllar süren hastalıklara yakalanmışlardır. Beni Kör Kuyularda romanında da Muzaffer, Hüseyin'i bekler durur fakat bir zaman sonra tüm kontrolünü siyah elbiseli garip adamlara bırakır. Bu onun özelinde bir kurtarıcı bekleyen tüm topluma yapılmış bir eleştiri gibidir. Üstelik Muzaffer'in Hüseyin'i bekleme hali, evin bulunduğu mahalledeki Hüseyin Gazi Türbesi ile yer yer özdeşlik kurmuş ve bu durum kurtarıcıya kısmen de olsa bir uhrevilik katmıştır. Öyle ki okuyucu bir zaman sonra hangi Hüseyin'in kurtarıcı olarak geleceğini bilemez olur.
Romanda Bahriye'nin yönlendirmesi ile ilk elden şüphe duyulan karakter Cevher'dir. Cevher klarnet çalan ve yalan değil, Güldiyar'a âşık bir gençtir. Fakat onun Güldiyar'a kötülük ettiğine dair hiçbir emare görmeyiz. Tıpkı Gölgesizler romanındaki Cennetin Oğlu gibidir Cevher. Cennetin Oğlu şiirler yazan, onları sokaklarda yüksek sesle okuyan, yarı meczup yarı derviş bir karakterdir. Cevher ile Cennetin Oğlu aslında birer sanatçı yansımasıdırlar. Cevher sokaklarda klarnet çalar ve onun klarnetinin sesi çok uzaklardan cılız bir ses olarak duyulur. Cennetin Oğlu sokaklarda "Kar! Neden yağar kar?!" diye bağırarak dolaşır. Aslında ikisi de topluma bir şey anlatma derdindedir fakat ikisi de bir türlü anlaşılamaz. Cevher'in klarneti tıpkı Cennetin Oğlu gibi roman boyunca bir duyulur bir kaybolur. Ve gariptir ki her iki romanda da ilk şüphe duyulan kişiler bu sanatçılardır. Çürüme karşısında ilk cezalandırılanlar da onlar olmuşlardır.
Güldiyar'ı bir Türkiye görüntüsü olarak ele alıp, birkaç karaktere daha değinmek yerinde olacaktır. Bunlardan birisi Zahit'tir. Zahit esasen mahalle berberidir (Toptaş'ın berber karakterleri bir başka yazının mutlaka konusu olmalıdır). Muzaffer'in evine dolup taşan kalabalık için onu uyarmaya gelir. Fakat bu Zahit karakteri roman boyunca yalnızca bir kere zuhur eder. "Zahit", Allah korkusu ile dinin yasak ettiği şeylerden kaçan, şüpheli bulduğu durumu terk eden manasına gelmekte. Zahit görüldüğü gibi toplumsal bir davranış sergilememekte kişisel kurtuluşa yönelmektedir. Roman boyunca da bir kere gördüğümüz gibi, acı karşısında kayıtsız kalır ve kendi kabuğuna çekilir. Yaşanan onca toplumsal olaya sessiz kalan, yanlışı görüp teşhir etmek yerine kendi kabuğuna çekilen tüm insanları özetliyor gibidir Zahit.
Halil karakteri, dilinden Spinoza ve Van Gogh isimleri dökülen romanın en 'aydın' yüzüdür. O da Cioran'ın dediği gibi, selamete erdikten sonra kendisine canlı dememiştir. Kendisinden bahsetmek romanın güzelliğini zedeleyeceğinden daha fazla irdelemeyi doğru bulmuyorum.
Güldiyar'ın başına gelenler, Muzaffer'in çaresizliği karşısında okuyucu şu soruyu mutlaka soracaktır: Yahu bu memlekette polis yok mu? Üstelik Hasan Ali Toptaş mekân olarak ülkenin başkenti Ankara'yı seçmişken. Siyah elbiseli adamların ceberutluğundan isyan eden bir genç, bu durumu polise şikâyet edeceğini söyleyerek okuyucuyu rahatlatır. Bir süre sonra polis gelir fakat hiçbir şeye müdahale etmeden geri döner. Muzaffer'in evini kazanç kapısına çeviren bu siyah elbiseli sarkık bıyıklı adamlar esasen devletten bağımsız değildir çünkü. Acı karşısında önlem alacağını beklediğimiz devlet mekanizması, Güldiyar'ın an be an eriyip gitmesine müdahale etmediği gibi ona kâr hırsı ile yaklaşır. Çürümüşlük göstergelerinden birisi de budur. Devletin her şeye kâr hırsı ile yaklaştığının vurgusu, akıllara Hasankeyf'i ve geçen günlerde yok olan Gümüşhane'deki Dipsiz Göl'ü getirmektedir. Benzer şekilde, yakın dönemde yaşadığımız, ülkenin çatışmalı ortamından sonra yıkılan şehirler ve evsiz kalan binlerce insanın acısı karşısında, bölgeye ilk olarak TOKİ'nin gitmesi de devletlerin refleksine bir örnek olarak gösterilebilir.
Beni Kör Kuyularda, incelikle işlenmiş bir Türkiye halet-i ruhiyesi sunmakta okuyucuya. Acının seyirlik bir şölene dönüşmesi, mahremiyetin uçup gitmesi karşısında giderek duyarsızlaşan bir toplumun anlatısı aynı zamanda. Hasan Ali Toptaş, gerçeküstü öğeleri de kullanarak bizi farklı bir toplumsallığa davet etmekte, okuyucuya masalsı fakat bir o kadar acımasız, çürümüş bir dünyadan seslenmekte.
Kuyunun dibindeyiz evet. Başımıza taşlar yağmakta. Fakat iğne ucu kadar dahi olsa bir ışık var, gökyüzü hâlâ görünüyor… İyi okumalar!..