14. yüzyılda Avrupa'yı etkisi altına alan veba salgını, milyonlarca insanın ölümüne neden oldu. Avrupa nüfusunun neredeyse üçte birini yok eden bu kara salgın, kıtlık yıllarının akabinde ortaya çıkmış ve imparatorlukların çok radikal önlemler almasına yol açtı. Hastalığın yıkıcı boyutunun yanı sıra, iktidarların kamu düzenini sağlamak için başvurdukları yöntemler de oldukça acımasızdı. Bundan önce karşılaşılan ölümcül salgınlarda –cüzzam gibi- hastalıklı kişi toplumdan uzaklaştırılır ve ıssız bir bölgeye sürülürdü. Vebada ise bunun tam tersi bir önlem alınmıştır. Hasta olan kişi merkezde tutuluyor ve kapatılıyordu. Başka bir deyişle; cüzzamlılar tecride maruz kalıyor, vebalılar tutuklanıyordu. İlki arındırılmış bir toplumun refleksiyken, ikincisi zaman içerisinde disipline edilmiş toplum özelliğine dönüşmüştür. Her gün ev kontrolleri yapılır, hastanın saklanıp saklanmadığı denetlenirdi. Bu gözetleme ve denetleme hali zamanla her sokakta bir muhbir yaratmış ve iktidarların gözü her bir sokağa sirayet etme başarısı göstermiştir.
Foucault, Hapishanenin Doğuşu adlı eserinde vebaya yakalanan kentin özelliklerini şu sözlerle dile getirir;
"Vebaya yakalanan kent, tamamı itibariyle hiyerarşi, gözetim, bakış, yazı tarafından kat edilen kent, tüm bireysel bedenler üzerinde ayrımcı bir şekilde yaygınlaşan bir iktidarın işleyişi içinde hareketsiz kılınan kent; bu, mükemmel yönetilen kent ütopyasıdır."
Foucault, veba salgının iktidarların işine yaradığını ve baskılarını arttırmak için uygun koşulları yarattığını söylemektedir. Gerçekten de veba gibi, insanların kitlesel ölümlerine neden olabilen birçok hastalık, yıkım, felaket ve acılar; iktidarlar tarafından 'Allah'ın bir lütfu' olarak görülebilmektedir.
İnsanlık, yazının icadından beri gözetim pratiklerine maruz kalmakta. Bir kayıt altına alma biçimi olarak yazı elbette ilkel bir gözetim şeklidir, fakat altında yatan düşünce, çağımızda adlandırılan enformatik gözetim düşüncesiyle aynıdır. Her ikisi de bireyler üzerinde mutlak denetim hedeflemekte, böylelikle kusursuz yönetilen bir yapı hayali kurmaktadırlar.
2017 yılında Nobel Edebiyat Ödülü kazanan Kazuo Ishiguro'nun, 2005 yılında yayınlanan romanı Beni Asla Bırakma için, aynı zamanda bir "gözetim romanı"dır diyebiliriz. Roman, Hailsham adlı bir yatılı okulda eğitim gören bir grup öğrenciyi ve okulun işleyiş biçimini anlatmakta.
Hailsham, öğrencilerine katı, disiplinli bir eğitim veren, onların kesinlikle dışarı çıkmalarına izin vermeyen, gözetmenler tarafından her an kontrol altında tutulan ve izlenen, sıra dışı bir eğitim kurumu. Öğretmen kavramı yoktur Hailsham'da. Öğrencilere ders veren eğitimcilerin unvanı gözetmendir. Bu bile okulun asıl amacını ele verir bir göstergedir. Esas gaye öğretmek değil, gözetim altında tutmaktır.
Okul yönetimi öğrencilerin bedenlerini çok önemsemektedir. Sigara içmek gibi bedenlerine zarar verebilecek her türlü faaliyet yasaklanmıştır. Bu eylemleri yaptığı tespit edilen öğrenciler, çok ağır şekilde cezalandırılacaktır. Sanata ve spora verilen önem had safhadadır. Bu önemin de elbette tek bir açıklaması vardır; öğrencilerin beden sağlığı.
Hailsham, bu özellikleri itibariyle, sanayi devrimi akabinde şekillenen yeni okul sistemini akıllara getirir. Sanayi devriminin ilk yıllarında işçi mahallerinde kurulan okullar, hem kitlesel eğitim dönemine geçişi sağlamış hem de işçi çocuklarını fabrika sistemine hazırlayan bir misyon edinmişlerdir. Bu okullarda eğitim gören çocuklara; fabrikadaki talimatnameleri okuyup uygulayabilmeleri için okuma yazma, şekilli şemaları anlayabilmeleri için ve asgari düzeyde cebir bilgisine sahip olmaları için matematik, fabrikada çalışabilecek beden gücüne sahip olabilmeleri için beden eğitimi ve iyi birer yurttaş olmaları için de sosyal bilgiler dersleri öğretiliyordu. Fabrikayı referans alarak eğitim veren bu okulların tek bir amacı vardı. Üretim sistemine dahil olacak yeni uysal bedenler yaratmak.
Hailsham öğrencileri de tıpkı fabrika temelli eğitim alan çocuklar gibi bir amaç uğrunda eğitiliyorlardı. Üstelik çok daha sıra dışı ve korkutucu bir amaç uğruna. Bu okul, öğrencilerini birer organ bağışçıları olarak yetiştirmektedir. Üstelik bu inisiyatifi onlara bırakmamakta, organ bağışını zorunlu kılmaktadır. On sekiz yaşını dolduran her öğrenci, birer bağışçı olarak okuldan mezun olur ve bir süre 'kulübe' denilen yerlerde yaşar. Burada sıranın kendisine gelmesini bekler. Öğrencilerin bir kısmı derhal bağış yapabiliyorken, bir kısmı da bağış yapanların nekahet dönemi için hasta bakıcılık yapmaktadır. Fakat her hasta bakıcı da önünde sonunda bağış yapmak zorundadır. Bu bağış süreci, bağışçı hayatını kaybedene kadar sürmektedir.
Romanın başkarakteri Kathy H., Hailsham mezunu, otuz bir yaşında ve on bir yıldan beridir hasta bakıcılık yapmaktadır. Romanın kurgusu, Kathy'nin eski günleri anımsaması ile başlar ve Hailsham'da henüz küçük birer çocuk oldukları döneme kadar gider. Kathy H., Ruth ve Tommy üç yakın arkadaştır. Tommy, sanata yeteneği olmayan, kaba saba fakat iyi niyetli bir çocuktur. Diğer çocukların sıklıkla alay konusu olan Tommy'ye yalnızca Kathy H. yakınlık göstermektedir. Ruth, ilk başlarda Tommy ile dalga geçen bir karakterken, zamanla yalnız kalma korkusuyla onunla sevgili olur. Bir nevi Kathy H. ile Tommy'nin arasına girme ihtiyacı duymuştur.
Kathy H. küçük birer çocuk oldukları dönemi hatırlayabilmektedir çünkü öncesi yoktur. 'Normal' insanların sağlıklı bir hayat sürebilmeleri için organ bağışçısı olarak yetiştirilen ve ona göre eğitim alan bu çocuklar, aslında birer klondurlar. Her bir çocuğun gerçek hayatta bir 'orijinali' vardır fakat onları görmeleri mümkün değildir.
On sekiz yaşına kadar Hailsham'da kalan üç arkadaş mezun olduktan sonra yatılı okulu terk eder ve bağış sıralarını beklemek üzere diğer okullardan gelen öğrencilerle birlikte kulübelerde yaşarlar.
Hailsham'daki gözetmenlerin, öğrencilerin bedenleri üzerine titremelerinin tek nedeni, organlarının zarar görmemesi ve sağlıklı bir nakil gerçekleştirebilmeleri amacı taşımaktadır. Bunun için beden eğitimi derslerine çok önem vermekte ve sık sık sigaranın zararları anlatılmaktadır.
Çocukların okuldan kaçmalarını engellemek için ise türlü efsaneler üretilmiştir. Çitlerin ardına geçtikleri vakit, başlarına korkutucu olaylar gelecek ve ormanın laneti peşlerini bırakmayacaktır.
Hailsham yönetimi, öğrencilerinin tâbi olma halini sağlamak için eğitimin yanı sıra korku kültürünü de devreye sokmuştur. Öğrenciler aldıkları ideolojik eğitim ile zaten organ bağışı yapmaya can atan bir gönüllü ordusu olmuşlardır. Fakat her iktidar gibi Hailsham'da işini şansa bırakmamakta ve olası aykırı bedenleri zapt etmenin yolunu korku yaymakla bulmaktadır.
Beni Asla Bırakma, bedenleri üzerinde sonsuz tahakküme sahip olunan ve her an gözetim altında tutulan klon canlıların hikayesi. Tabii bu, sadece görünen ve romanın yüzeyinde kalan kısmı. Beni Asla Bırakma bize, 'normaller' ve 'klonlar' üzerinden başka birçok şey söylemekte. Hayatlarını sağlıklı bir şekilde sürdürmek isteyen ve genel zenginliğe sahip olan azınlığın, üretimi ve zenginliği yaratacak güce sahip olan bedenler üzerindeki tahakkümünü de anlatıyor roman. Fabrika temelli eğitim nasıl ki üretime katılacak uysal bedenler yaratıyor ve kendi bedenlerini üretim araçlarına sahip olan azınlık için kullanıyorsa, Hailsham öğrencileri de bedenlerini 'normal' olan azınlık için feda etmekteler. Bu ikilikler ve tahakküm ilişkileri pek çok şekilde kendisini gösterebilmekte. İster avam-aristokrasi olsun ister işçi sınıfı-burjuvazi olsun temelinde ezen-ezilen ilişkisi var ve iktidarların beden üzerindeki politikaları da ortaklaşmakta.
İtaatkâr, kurallara ve düzene uyan, otoriteye boyun eğmiş, iktidarı içselleştirmiş bedenleri tanımlamak için Foucault, biyo-iktidar terimini kullandı. Burada vurgulanmak istenen, iktidarın yalnızca baskı ve şiddet uygulayarak kontrol altında tutmadığı, çoğu zaman öznelerin içinde içselleşerek vücut bulduğudur. Gramsci bunu rıza ve rızanın üretimi kavramlarını kullanarak açıklamakta, iktidarın gereken hegemonyayı kurabilmesi için ideoloji yolu ile kitleleri ikna etmesi gerektiğini söylemektedir. Benzer şekilde Althusser de bu tâbi olma halini sağlayan gücü ideoloji olarak tanımlamaktadır. Kavramlar değişse de, yer yer kesişse de söylenen ortak şey, iktidarların uysal bedeni yaratmak için baskıdan öte bir şeye, iknaya ihtiyaç duyduklarıdır.
Agamben, kapitalizmin gelişimini ve zaferini açıklarken, ihtiyaç duyulan uysal bedenleri yaratan yeni biyo-iktidarın disiplinci denetimine vurgu yapmaktadır. Hailsham yönetimi bu disiplini çoğu iktidar gibi 'gözetim' ile sağlamakta. Yalnızca yatılı okulda değil, öğrencilerini kulübelerde de izlemekte ve hayatları sona erene kadar onları gözetim altında tutmaktadır.
Bu model Jeremy ve Samuel Bentham kardeşlerin Panoptikon'unu çağrıştırmaktadır. Daha sonra biyo-iktidar çalışmalarına katkı sağlamak amacıyla Foucault tarafından da sıklıkla kullanılacak bu model, bir gözetim altında tutma pratiğidir. Kısaca değinecek olursak, Panoptikon görünmeden gözetlemeyi sağlamayı amaçlayan, dairesel bir yapı içerisinde orta kısımda yer alan kule ve bu kulede her hücreyi görebilen bir gözetmenin olduğu bir modeldir. Bentham kardeşler bunu her ne kadar bir hapishane modeli olarak geliştirmiş olsalar da bu modelin fabrikalara, okullara, hastanelere uygulanabileceğini söylemişlerdir. Modelin en can alıcı noktası ise; her hücreyi gören gözetmenin, hücredekiler tarafından görünmemesidir. Bunun sonucu hücredeki mahkûm her an gözetlendiğini düşünecek ve gözetmenden bağımsız bir biçimde kendi denetimini kendi sağlama ihtiyacı duyacaktır. Biyo-iktidarın mümkün kılınabilmesi için gerekli olan öz-denetim bu modelde sağlanmaktadır.
Hailsham öğrencilerinin, kendilerini 'gönüllü' birer organ bağışçısına dönüştürecek, gözetim altında aldıkları eğitimlerden birisi de sanat eğitimidir. Bilindiği gibi bu tarz otoriter yönetimler sanatı da güçlü bir propaganda aracı olarak kullanmaktadırlar. Hailsham yönetimi her ne kadar bu sanat eğitimini, öğrencilerin ruhlarının olup olmadığını tespit etmek için verdiklerini söylese de, öğrencilerin okuldaki varlıklarını yeniden üretmeleri için sanat etkinliklerine katıldıkları görülmektedir. Gözetimin yanı sıra, tâbi olma halini sağlayacak ideolojik güçlerden birisi de sanat eğitimi olmaktadır. Bir kitleyi organ bağışçısı olarak yetiştirmek, otuz yaşına gelmeden ölmelerini beklemek ve buna gönüllü olmalarını sağlamak için gerçekten güçlü bir ideolojik propagandaya ihtiyaç vardır. Bu beklenti elbette rasyonel yollarla elde edilemeyecek kadar akıl dışıdır. Bu noktada akıllara Nazi Almanya'sının sanat anlayışı gelmektedir. Naziler, inanç ve duygu üzerinden yürüttükleri sanat anlayışı ile dinsellik ve geçmiş efsaneler ile de beslenerek, toplumun her katmanına uygun mesajlar vermişlerdi.
Kazuo Ishiguro'nun Beni Asla Bırakma romanı, isminin ele verdiği gibi yer yer duygu yüklü bir roman olsa da toplamında okuyucularına karamsar bir dünya tablosu çizen distopik bir roman. Burada şu soruyu sormak gerekir. Bu distopya gerçekten yalnızca bir hayal ürünü müdür? Günümüzde ve hatta kendi toplumumuzda bu anlatının bir karşılığı var mıdır? Kendi hayatlarını mutlu ve zengin bir azınlık için feda eden insanlar var mıdır?
Türkiye işçi ölümlerinin sık yaşandığı ve buna rağmen önlemlerin hâlâ yeterince alınmadığı bir görüntü sergilemekte. Yakın tarihte gerçekleşen Soma Faciası ve hayatını kaybeden 301 maden işçisini düşününce Beni Asla Bırakma romanının bu topraklar bağlamında ne kadar 'naif' olduğu fark edilecektir.
Esasen bu romanı yıllar önce okumuştum. Fakat bununla ilgili bir eleştiri yazısı yazma ihtiyacını, hepimizi derinden etkileyen, Fatih'te meydana gelen dört kardeşin siyanür ile intihar etmesi üzerine duyumsadım. Aile bireylerinin yalnızca bir tanesinin çalıştığı ve onun da borçlardan dolayı maaşının hacizli olduğu, geçim zorluğu yaşadıkları ve bu nedenle canlarına kıydıkları söylenmekte. İşe gitmeden maaş alanların, şatafat içinde yaşayanların ve itibardan tasarruf etmeyen insanların olduğu bir ülkede, dört kardeş geçinemedikleri için canlarına kıyıyor. 'Normal' insanlar için organlarını bağışlayan ve yavaş yavaş ölümü bekleyen Hailsham öğrencileri, hiç de gerçek dışı kara bir anlatı gibi durmuyor.
Çağımız artık iletişim ve teknoloji çağı olarak adlandırılmakta. Gözetim pratikleri de bu çağa uygun gerçekleşmekte. Enformatik gözetim önceki dönemlerden farklı olarak, insanları bir tehlike olarak görmenin dışında, onları birer tüketici olarak da ele almaktadır. Akıllı telefonlar, kredi kartları ve internet aracılığı ile ticari temelli gözetime geçildiğini söyleyebiliriz. Tüm bunlara rağmen görmezden gelinen topluluklar olduğunu da belirtmek gerekir. İktidar işine yaramayan, güvenlik açısından bir tehdit olarak görmediği ve ürün satın alabilecek maddi güçten yoksun toplulukları 'bilerek ve isteyerek' görmemektedir. Fatih'teki dört kardeşin intihar olayı da buna benzemekte. İktidar, aileye 21 haciz ihbarı takibi çıkaracak kadar yakından 'gözetlemiş' fakat geçinemediklerini ve yavaş yavaş ölüme sürüklendiklerini görmezden gelmiş.
Mevcut siyasal iktidar, yalnızca kendi vatandaşlarını tahakküm kurulacak bir beden olarak görmemekte. Ülkemiz gündemini uzun süredir meşgul eden Suriyeli sığınmacılar da iktidarın söyleminden nasibini almaktalar. Avrupa ile yaşanan gerilimlerde sık sık bir tehdit unsuru olarak bu sığınmacıların bedenleri dile getirilmektedir. Bir yaşantısı, dünyası ve hayalleri olmayan nesne gibi ele alınmakta ve kapıların açılması ile Avrupa'yı talan edecek bir 'güruh' olarak lanse edilmekteler.
Görüldüğü üzere Kazuo Ishiguro'nun eseri, çok da hayatımızın dışında değil. Zenginliğe sahip azınlık için hayatlarını feda eden topluluklar her daim her an kurgulanmakta ve inşa edilmektedirler.
Beni Asla Bırakma romanı, bilimkurgu öğelerini de kullanarak, insan hayatının büyük sistemler tarafından izlendiği ve hayatların çok önceden belirlendiği, daha önce defalarca yaşanmış olan bir dünyayı anlatıyor. Roman, kasvetli havasının yanı sıra, duygu yoğunluğunun da kararında olduğu, ustalık hissettiren kurgusuyla dikkat çekmektedir. Önümüzdeki yıllarda unutulmayacak distopik romanlar listesine gireceğine hiç şüphe yok.
Son sözü roman içerisinde vicdanı temsil eden gözetmen, Bayan Lucy'ye bırakalım;
"Hiçbiriniz Amerika'ya gitmeyeceksiniz, hiçbiriniz film yıldızı olmayacaksınız (…) Bu dünyaya belli bir amaçla getirildiniz ve geleceğiniz, hepinizin geleceği önceden belirlendi."