Birey olmak, toplum içerisindeki diğer insanlardan farklı olmak anlamına gelir. Geleceği hakkında söz sahibi olan, kendine has davranışları, düşünce yapısı ve hayalleri olan bir varlığa işaret eder. Diğer türdeşlerinin yanında, ben eşsiz ve benzersizim, ideallerim de kendine münhasırdır demeyi gerektirir.
Aslına bakacak olursak birey sözcüğü 17. yüzyılda Batı toplumunun, modern çağın eşiğindeyken ortaya attığı bir kavramdı. Kökeni Latince olan bu kelime, Yunancadaki 'atom' kelimesi gibi bölünmez olana işaret etmekteydi. Yani şimdiki anlamı gibi benzersiz ve farklı olmayı değil, aynı olmayı vurguluyordu. Söylediği şey kısaca; eğer insan nüfusunun tamamını onu meydana getiren parçalara bölerseniz, tek bir insandan öteye gidemezsiniz. O tek insan hâlâ insanlık niteliği atfedilebilen bir birimdir. Tıpkı madde ve atomları gibi bir benzetmedir bu. Tek bir oksijen atomu nasıl ki oksijen olmanın tüm şartını sağlıyorsa, birey de toplum olmanın tüm şartını sağlar demektir. Tabii zaman içerisinde birey sözcüğü kökeninden çok farklı, eşsiz ve başkalarından farklı olma anlamları kazanmıştır. Artık birey denildiği vakit onun bölünmezliği akla gelmemektir.
Yukarıdaki semantik bilgiler Bauman'ın Akışkan Hayat adlı eserinden derlenmiştir. Aynı eserde geçen ve bir filmden yapılan, birey olma durumunun paradoksal yapısını dışa vuran alıntı da oldukça dikkat çekicidir. Monty Python'un filme adını veren kahramanı Brian, Mesih olarak ilan edilir ve ne zaman bir yere gitmeye kalksa peşinden kalabalıklar sürüklenir. Bu duruma oldukça öfkelenen Brian, peşine takılan yüzlerce insanı koyun gibi davranmakla suçlayarak "hepiniz birer bireysiniz" diye bağırır. Kendilerini ona adayan kitle ise koro halinde "hepimiz bireyiz" der. Yalnızca içlerinden biri zayıf ve cılız bir ses ile "Ben değilim" der. Brian öfkesini arttırarak; "hepiniz farklı olmalısınız" diye seslenir bu kez. Kitle yine koro halinde "evet hepimiz farklıyız" der ve o aykırı ses yine; "ben değilim" der.
Birey olmanın paradoksu bu filmde oldukça başarılı bir şekilde ele alınmış. İnsan aslında kendisine benzeyen ötekiler ile bir arada yaşamaktadır. Herkese ayrı ve farklı birer birey olmasını öğütleyen toplum, esasen kişinin diğerleri ile özdeş olmasını beklemektedir. Buradan bakınca birey olmaya çalışma eyleminin, aslında bir kitle ruhu olduğu görülecektir. Birey olmanın evrensel bir zorunluluk ve tüm toplumun paylaştığı bir istenç olma durumunda, sizi farklı kılacak ve gerçekten bir birey yapacak şey, birey olmamaya çalışmaktır.
Tabii bahsettiğimiz bu birey, belirli bir toplum içerisinde yaşayan ve bu toplumun güç yapılarının hakikat söylemleri ile kurulan, inşa edilen bir bireydir. İnsanın sahip olduğu bilgiler, haberler, idealler, hayaller gerçekten de kendi öznelliği ile mi oluşmuştur? Maalesef ki bildiğimiz birçok şey, aslında öğrenmek için çaba harcamadığımız şeylerin toplamıdır. Foucault bu durumu öznenin ölümü olarak kavramsallaştırmıştır.
Konuya böyle bir girizgâh yapmamın sebebi, Süskind'in Güvercin adlı romanının başkarakteri olan Jonathan Noel'in kendine has ve bir o kadar da herkesle aynılaşan hikâyesidir.
Alman edebiyatının önemli kalemi ve anti kahraman bireyleri ile bilinen yazarı Süskind, Güvercin romanını 1985 yılında yayınladı. Romanın başkarakteri Jonathan Noel, elli yaşını aşmış, Paris'te tek göz bir çatı katında yaşayan, bir bankada bekçi olarak çalışan, insanlarla iletişim kurmaktan kaçınan, kendi halinde yaşayan biridir. Hayattaki tek hedefi, yaşadığı çatı katını satın almak olan Jonathan Noel, Pazar günlerini temizlik yaparak, dinlenerek odasında geçirir. Kendi deyimi ile 'olayları sevmez', durağanlık, eylemsizlik ve az insan, ona huzur verir. Çalıştığı günler, bankaya gelen müşteriler onu fark etmez çoğu zaman. Bu fark edilmeme hali dahi Jonathan Noel'i rahatsız etmemekte, hatta ve hatta bu 'birey' olmama hali ona bir nevi huzur vermektedir.
Süskind romanın kurgusunu 1984 yılının Ağustos ayında başlatmakta ve Jonathan Noel'in yaşadığı o talihsiz karşılaşmayı anlatmadan evvel, onun geçmişine değinmektedir. Jonathan Noel, henüz küçük bir çocukken 1942 yılının Haziran ayında annesi ortadan kaybolur. Annesinin kaybolmasından birkaç gün sonra ise bu kez babası 'yok olur'. Jonathan, kız kardeşi ile birlikte, daha önce hiç görmediği bir amcasının yanına gönderilir. Amcası savaş sonuna kadar onları 'saklar' ve daha sonra sebze tarlalarında çalıştırmaya başlar. Jonathan'ın annesi ortadan kaybolunca komşuları ona, annesinin Velodrome d'Hiver'e götürüldüğünü, oradan da Drancy Kampı'na ve sonunda doğuya yolculuğa gönderileceğini ve bir daha dönmeyeceğini söylemişlerdir.
Velodrome d'Hiver, bisiklet pisti mânâsına gelmektedir. 1909 yılında Paris'te inşa edilen bina 1959 yılında yıkılmıştır. Süskind'in buna değinmesinin sebebi; 16-17 Temmuz 1942 tarihlerinde, Nazi işgali altındaki Fransa'da, Yahudilere yönelik yapılan kitlesel baskınlarda, tutuklular bu binada tutulmuşlardır. Cam bir tavanı olan bu binada, yaz sıcağında binlerce kişiyi tutmak tahmin edileceği gibi sistematik bir işkence yöntemidir. Drancy Kampı ise, Nazilerin işgal ettiği ülkelerde kurdukları toplama kamplarından yalnızca biridir. Jonathan Noel'in roman boyunca pek de fark edilmeyen aile hikâyesi aslında budur. Naziler tarafından öldürülen bir anne-babanın çocuğudur.
Jonathan Noel, şikâyet etmediği çiftlik yaşamına devam ederken, 1950'li yılların başında, amcası askere gitmesini ister. Bu isteği itiraz etmeden kabul eden Jonathan, üç yıl boyunca askerlik yapar. Ordu onu Çinhindi'ne gönderir ve buradaki savaştan yara alarak döner evine. Burada Çinhindi'ne ayrı bir parantez açmak gerekir. Çinhindi ya da Hindiçin, Hindistan'ın doğusu ve Çin'in güneyinde kalan bölgeyi tanımlamaktadır. Myanmar, Laos, Kamboçya, Vietnam, Tayland, yarımada Malezya'sı ve Singapur'u kapsamaktadır. Romanda kullanıldığı tarih itibari ile de Fransız sömürgesi olan Vietnam, Kamboçya ve Laos'a gönderme yapmaktadır. 1953-1954 yılları arasında süren savaş, 1954 baharında Vietnam köylülerinin zaferi ile sonuçlanmıştır. Bu savaşın en önemli neticesi ise başta Cezayirliler olmak üzere, birçok sömürge halklara cesaret ve bağımsızlık isteği vermesidir.
1954 baharında köyüne dönen Jonathan'ın bu kez de kız kardeşi ortadan kaybolmuştur. Kanada'ya göç ettiği söylenir sadece. Amcası ise bu kez ondan vakit kaybetmeden evlenmesini ister. Daha önce hiç görmediği, komşu köyden bir kız olan Marie ile evlenmeyi itiraz etmeden kabul eder. Fakat evleneli daha dört ay olmuşken karısı bir oğlan doğurur ve aynı yılın sonbaharında da Tunuslu bir sebzeci ile kaçar. Jonathan Noel, köyde alay konusu olmasının da etkisiyle, ilk defa amcasına danışmadan tek başına bir karar alır ve biriktirdiği tüm parayı çekerek Paris'e taşınır.
Görüldüğü gibi Jonathan Noel'in başına gelenler, her zihnin kaldıramayacağı olaylardır. Fakat o, tüm bu olaylar sonrasında pek de tepki vermez durumuna. Ne savaşta yara alması etkiler onu, ne kız kardeşinin kaybolması, ne de karısının başkasından çocuk doğurması ve kaçması. Jonathan kız kardeşini aramayı ya da karısının peşine düşmeyi aklının ucundan dahi geçirmez. Verdiği tek tepki ise, kendisine bir ders niteliğindedir. İnsanlara güvenilmeyeceğini, huzur içerisinde yaşamanın tek koşulunun onlardan uzak durmakla sağlanacağına karar verir. Jonathan Noel, annesi ve babasının ölümünü dahi sorgulamamıştır. Onun bu umursamaz ve tepkisiz hali tavrı, akla Camus'nün Yabancı romanının baş karakteri Meursault'yu getirmektedir. Hatırlanacağı üzere Meursault da, annesinin ölümüne pek tepki vermez. Hatta bir Cezayirliyi öldürmesine karşın, mahkemede sürekli annesinin ölümüne tepkisiz kalışı sorgulanmıştır. Süskind'in Camus'nün Yabancı romanından çok fazla etkilendiğini ve Güvercin romanının karakterini yaratırken Meursault'dan feyz aldığını gönül rahatlığıyla söyleyebilirim. Daha önce belirttiğim gibi, Jonathan Noel annesini kaybettiği zaman tarih 1942'dir ve bu aynı zamanda Yabancı romanının yayınlandığı tarihtir. Süskind esasen Jonathan'ın annesinin öldüğü tarih ile onu bir anlamda 'yabancı' kılmıştır. Belki de benzerliklerin en dikkat çekici olanı; her iki karakterin de hayatlarındaki kadınların adlarının Marie oluşudur. Her iki karakter de, Asyalılara, Araplara, kısacası sömürgelere özelde bir düşmanlık beslemeseler dahi, hayatlarının bir bölümünde onlarla karşı karşıya gelmiştir. Bu benzerlikler ve Jonathan Noel'in hayata, topluma hatta ölüme dahi yabancı olması onu Meursault ile özdeş kılmaktadır.
Jonathan Noel, 1984 yılının Ağustos ayında bir Cuma sabahı, işe gitmek üzere kapıyı açtığında, işte o meşhur güvercin ile karşılaşır. Süskind bu karşılaşmadaki dehşet ifadesini anlatırken şu ifadeleri kullanır; "Kırmızı, pençeli ayaklarıyla koridorun öküzkanı kırmızısı taşlarının üstünde oturup duruyordu kurşuni, düzgün tüyleri içerisinde güvercin". Jonathan Noel aslında, sıradan, zararsız ve pek çok inanışta barışı ve saflığı simgeleyen bir güvercin görmüştür. Fakat anlatımda güvercini betimlerken seçilen sözcükler, adeta bir canavarla karşılaşmış hissi uyandırmaktadır. Güvercinle göz göze gelen Jonathan Noel, inanılmaz derecede korkmuş, anın dehşeti ile birkaç saniye onunla göz göze gelmiş ve kısa bir süre sonra odasına geri girmiştir.
Romanın kurgusal bölümü bu karşılaşmadan sonra ilerlemekte ve bavulunu hazırlayan Jonathan Noel, kendi kendisine bir daha odasına dönmeme sözü vererek her zaman yaptığı gibi işe doğru yola koyulur ve gerçekten de bir otel odasına yerleşir. Yaşadığı onca olaya tepki vermeyen ve giderek kendisine çekilen bu karakter ne ilginçtir ki, küçücük bir güvercin karşısında olağanüstü korku duyuyor ve bu korku neticesinde yaşadığı yeri dahi terk ediyor.
Jonathan Noel'in tüm hayatı, amcası tarafından kurgulanmıştır. Onun bu yabancılaşmış ve insanlara güvenmez halindeki birincil sorumluluk da amcasına aittir. Bir iktidar göstergesi olarak amca figürü, Jonathan'a askere git demiş, Jonathan askere gitmiş, ayağında ve bacağında birer yara ile dönmüştür. Evlen demiş, Jonathan hem aldatılmış hem de terk edilmiştir. İnsanlardan kaçarak, sosyallik dışı bir varlık haline gelmesindeki en büyük sorumluluk görüldüğü üzere bu iktidardadır. Jonathan, 'amca iktidarı' tarafından kurgulanmış ve ölümü gerçekleşmiş bir özne olarak, görünmemeyi tercih etmiş; yazının başında değindiğim gibi "birey olmamayı" tercih etmiştir. Güvercini görmesindeki gibi tüm korkuları da ona birey olduğunun hatırlatılmasındandır.
Jonathan Noel, bankadaki işi gereği müşteriler tarafından görülmez ve tıpkı bir sfenks gibi sabahtan akşama kadar hareketsiz durur. Gün içerisindeki en büyük aktivitesi olan, müdürün limuzininin kapısını açtığı esnada dahi görülmez. Bu iş, Jonathan için adeta bulunmaz nimettir. Fakat romanın kırılma anı olan güvercin ile karşılaşması, onun görünmezliğine yapılan bir saldırı gibidir. Onu asıl korkutan şey aslında bu, yani güvercinin onun gözlerinin içine bakması olmuştur. Roman içerisinde Jonathan Noel bu durumu oldukça garipser ve güvercinin bu cesur ve meydan okuyan davranışı ona inanılmaz gelir. Aynı şekilde, bavulunu alıp dışarı çıkarken, kapıcı Madam Rocard ile karşılaşmasında da bu durum yaşanır. Madam Rocard onu bir birey olarak gören tek kişidir ve sırf bu yüzden on yıldır sadece sabah ve akşam birer kere selamlaşmaktan öteye geçmemiştir onunla Jonathan… Hayatın diğer tüm alanlarında kitleyi tamamlayan bir parça olmuştur. Güvercin ile karşılaşmasının sabahında yine Madam Rocard'ı görür ve ne gariptir ki Madam ona bu sabah bir güvercin gibi görünmüştür.
Amerikalı sosyolog Erving Goffman, bir şehirde yabancılar arasında yaşamayı mümkün kılan bazı davranış kalıplarından yola çıkarak, birtakım kavramsallaştırmalar ortaya koymuştur. Bunlardan bir tanesi de "sivil dikkatsizlik" kavramıdır. Sivil dikkatsizlik kısaca, kişinin bakmıyor ve dinlemiyormuş gibi yapmasıdır. En basit haliyle karşı tarafla göz göze gelmekten kaçınma halidir. Gözlerin karşılaşması, yabancılar arasında izin verilen bir şey değildir ve buna rıza gösteren kişi, kendi görünmezliğinden feragat ediyor demektir. Jonathan Noel'in, güvercinden ve Madam Rocard'dan beklediği aslında bu davranış biçimidir. Onu korkutan şey de, görünmezliğinin yok olması ve bir birey olarak duyumsanmış olmasıdır.
Jonathan, güvercin ile karşılaştığı gün, her zaman gördüğü sokakta yaşayan adamı yine görür. Yalnız bu kez, diğer karşılaşmalardan farklı olarak ona benzeme korkusu yaşar. Bu adam Jonathan gibi bir evde yaşamamakta, sokaklarda barınmakta ve her an görünmektedir. Öyle ki, büyük tuvaletini dahi sokaklara yapmaktadır. Hatta bir keresinde Jonathan onu bu halde görmüş ve inanılmaz bir tiksinti duymuştur. Güvercinin korkusu ile eve dönemeyeceğini düşünen Jonathan, tüm parasının tükeneceğini ve sersefil sokaklara düşeceğini düşünür.
Onu korkutan şey aslında, hem bu sokakta yaşayan adam gibi görünür olmak, hem de toplum tarafından dışlanarak her tehlikeye açık hale gelmektir. Agamben, Kutsal İnsan adlı kitabında, öldürülen ancak kurban edilmeyen, yani öldürülmesi halinde ceza gerekmeyen kişiler için "homo sacer" (kutsal insan) kavramını kullanır. Egemen iktidarlar için her birey aslında potansiyel birer kutsal insandır ve bu kutsal insanın karşısındaki her güç egemen kesilmektedir. Romanda geçen şu cümleler Jonathan'ın yaşadığı 'yasaklanmış öteki' olma halini, daha kavramsal ifade ile kutsal insan olma halini dışa vurur niteliktedir: "Bir anlık bir şeydi insanın yoksullaşıp düşmesi! Bir anlık bir şeydi kişinin özvarlığının görünüşte sağlam taşlarla örtülü temeli!"
Birey olmamaya çalışma ve görünürlüğe gösterdiği tepki ve korkunun yanında, Jonathan'ın başka bir korku yaşadığı da açıktır. Yoksul bir insan olmasına karşın, hatta kaybedecek pek de bir şeyi olmamasına karşın, çizdiği felaket senaryoları ve her şeyini kaybedip sokaklara düşme korkusu oldukça gariptir. Jonathan her ne kadar sosyallik dışı olsa da, bazı özellikleri onu çağının insanı kılmaktadır. Bunlardan en belirleyici olanı, satın alma isteği, mülk edinme isteğidir. Jonathan'ın kendisini en rahat hissettiği alan olan çatı katı odasını alma isteği, esasen onu kişisel özgürlüğünden alıkoyan, zehirleyen bir duygu durumu yaratmaktadır.
Roman 1984 yılında geçmektedir ve bilindiği gibi Dünya geneline hâkim ekonomik ve siyasal sistem neoliberalizmdir. Bu çağın en büyük mottosu satın almak ve tüketmektir. Jonathan Noel de çağına uyan bir davranış sergileyerek, en büyük hayalini 'satın almak' olarak belirlemiştir. Tolstoy'un satın alarak, anbean ölüme yaklaşan kahramanı İvan İlyiç'i anımsatmaktadır bu hali ile. İvan İlyiç, işlerinin yolunda gitmesi üzerine, giderek ekonomik durumunu düzeltir ve evine eşyalar satın almaya başlar. Bozuk olan aile ilişkileri dahi bu mülk edinme törenleri sırasında düzelir. Fakat aldığı eşyalar onun yavaş yavaş sonunu getirmektedir. Satın aldığı bir eşyayı eve yerleştirirken kendisini yaralar ve bir daha da iflah olmaz İvan İlyiç.
Jonathan Noel, tüm bu korkularına ve yaşadığı boğucu atmosfere karşın bir çıkış yolu bulabilmektedir. Otel odasında geçirdiği bir gece, onu mülksüz olmaya ve sokaklara yaklaştırmıştır. Sokaklardaki insanların, Arapların, evsizlerin, cümle ötekilerin arasında yeniden birey olduğunu duyumsamaya başlamıştır. Mülksüzleşme ve sokakta görünür olma hali onu özgürleştirecek, korkularını yenmesini sağlayacaktır.
Belki de tüm Dünya'nın yaşadığı bu savaşlar, soykırımlar, Paris'te ihtiyar bir bekçi olma hali insanlığın gördüğü kötü bir rüyadan ibarettir;
"…annenin babanın evinin bodrumundasın, çocuksun sen, yalnızca düşünde yetişkin olduğunu gördün, Paris'te iğrenç bir ihtiyar bekçi, ama çocuksun ve annenin babanın bodrumunda oturuyorsun, dışarıda da savaş var, sense yakalanmış, enkaz altında kalmış, unutulmuşsun. (…) Tanrım, nerede öbür insanlar acaba? Yaşayamam ki ben öbür insanlar olmadan!"