Bu yazı 8 Kasım 2007 tarihli ve yalnızca 1 kez yayınlanan, kapağını gördüğünüz “Türkmen Tribute” gazetesinde çıkmıştı. 8 Kasım, bugün kendisine veda ettiğimiz eski Dışişleri Bakanlarımızdan İlter Türkmen’in doğum günüydü. 80 yaşına giriyordu. Benim gibi “İlter Türkmen hayranları” kulübü üyesi olan dönemin Milliyet gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Sedat Ergin ile birlikte kendisine bir hediye vermek istedik. Aklımıza bu gazeteyi hazırlamak geldi.
İlter beyi tanıyan, seven dostları zaman ayırarak gazetede yayınlamamız için yazılarını gönderdiler. Sedat’ın genel yayın yönetmenliğinde Milliyet’in görsel ekibi şahane bir gazete hazırlamış oldu. Sonradan öğrendiğime göre İlter Bey sabah okuyacağı gazetelerin arasına eşi Füsun hanım tarafından yerleştirilen gazeteyi görünce çok duygulanmıştı. Biz de yaptığımız işi çok sevmiş, sonuçtan da çok memnun kalmıştık.
İlter bey ile ilişkimiz, işbirliğimiz, konuşmalarımız, onun bana ders verdiği seanslar yakın zamana kadar da sürdü. Bir kitap projesini çeşitli sebeplerle gerçekleştiremedik. İçimde bir sızı olarak kalacaktır. Yıllar bu yazıdaki duygu ve düşünceleri perçinledi. Kendisine olan hayranlığım derinleşti. Dünyayı, dış politikayı ve diplomasiyi anlamaya çalışan bir “mektepli” olarak kendisinden hiçbir okulda alamayacağım eğitimi aldım. Paylaştığı anılar ve aktardığı tecrübeler sayesinde umuyorum dünya ahvalini, dış politikayı bir nebze olsun daha becerikli şekilde değerlendirebildim.
Her ölüm erkendir derler. İlter Bey gerçi uzun yaşadı ve elim haber her an bekleniyordu ama böyle bir haberi bekliyor olmanız ona hazır olduğunuz anlamına gelmiyor. Kendisini çok ama çok özleyeceğim. Nur içinde yatsın.
BİR MEKTEPLİNİN EĞİTİMİ 8 Kasım 2007
Tam da kafamı Kosova ile ilgili yazısına takmışken Kısmet Oteli’nin bahçesinde kendisini görünce dayanamayıp yanına gitmiştim. 1990’lı yılların ortalarındaydık. Bosna felaketi bitmiş, Kosova alevleniyordu. Yazısında reel politiğin kıstaslarından ayrılmamak gerektiğini savunuyordu. Dış politikanın mutlaka ahlaki bir boyutu olması gerektiğine inanan birisi için fazlasıyla sinisizm kokan bir yazıydı. Kendime günlerdir verdiğim gazla yanına gidip, ne kadar sinik bir yazı yazmışsınız dediğimde gülmüştü. “Biraz sinisizmin kime ne zararı var efendim?” demiş, heyecanla üzerine gelen, tanımadığı bir toy adama daha sonra çok daha etraflılarını vereceği diplomasi derslerinden ilkini oracıkta verivermişti.
Bense tabii kendimce biliyordum kim olduğunu. Neslinin en önde gelen diplomatlarındandı. En önemlisi, o feci dönemin, 12 Eylül’ün dışişleri bakanı idi. Hele MHP’den milletvekili adayı olduğunu da öğrendiğimde kafamda portresini çizmiş, notunu vermiş, dosyayı da kapatmıştım.
1998’de tesadüfler bizi neredeyse on yıldır süren bir yol arkadaşlığına taşıdı. Benim için aldığım tüm diplomalara bedel bir dış politika eğitimine böyle başladım. Türk-Yunan Forumu’nun 1998 Ekim’inde yapılan toplantısına o dönem TÜSİAD Başkanı olan Muharrem Kayhan adına ben gitmiştim. Toplantılarda dinlediğim kişi benim dosyasını arşive kaldırdığım kişiyi pek andırmıyordu. Bir akşam yemekte karşılıklı otururken tüm patavatsızlığımla neden MHP’den aday olduğunu sordum. “Siyasete girmek istiyordum, başka yerden de teklif gelmedi” deyiverdi. Hiç beklemediğim bir cevaptı, zira İlter Türkmen’in iç politikada bu denli naif olabileceğini hiç hesaba katmamıştım.
Benzer ama daha zor bir soruyu Churchill ailesinin malikanesinin bahçesinde gezerken sormuştum. Artık üç yıllık bir tanışıklığımız vardı ve ben İlter Bey’in olaylara nasıl baktığını, dünya görüşünün ne olduğunu daha iyi anlamaya başlamıştım. Tanımaya başladığım ve tanıdıkça zekasına hayran kaldığım, hiç beklenmedik anlarda patlattığı fıkralarına veya esprilerine katılarak güldüğüm, çok ince bir yaşam zevkine sahip olduğunu gördüğüm ve sürekli kendisinden bir şeyler kaptığım İlter Bey’i 12 Eylül ile bağdaştırmak da giderek zorlaşıyordu.
Sordum sonunda. Hayata yaklaşımıyla ve düşünceleriyle 12 Eylül’ün temsil ettikleri arasında uçurum vardı. Nasıl yapabilmişti o görevi? Ona göre, görev görevdi. Sorumluluğu vardı ve kendi hedefleri açısından o görevi yapmak doğruydu. Üstelik Kenan Evren kendisine hiç karışmamıştı. Bakanlıkta daha darbenin ilk gününden kaynamaya başlayan dedikodu ve iftira kazanları nedeniyle en parlak beyinlerin gitmesini de bu şekilde önleyebilmişti. Ne çok gülmüştü komünist olduğu söylenen bir memurla ilgili Evren kendisine soru sorduğunda “yok canım en fazla kafası karışıktır” diye cevap verdiğini anlatırken. Sonradan 2000 yılında ben de kendisini Açık Radyo’da Cumhurbaşkanı adayım ilan ettiğimde, 12 Eylül bağlantısı nedeniyle bana şarlayanlar oldu. Müsterihtim, hala da öyleyim.
Forum’la başlayan ahbaplık yıllar içinde daha yakınlaştı. Yazılarından sonra kendisini çok aradım, düşünceleri üzerinde söyleştik. Forum toplantılarında basık tavanlı odaların ağır havasında tam uyuduğunu sandığımda aniden söz alıp ortadaki bir düğümü parlak bir fikirle ve eksiksiz mantıkla çözüverdiğinde ve Yunanlı katılımcıların itiraz edecek hiçbir nokta bulamadıkları anlarda ağzım açık öylece bakıverirdim kendisine. Üstelik not filan da tutmazdı. Yalnızca güzel resimler çizerdi.
İlter Bey’den insan olarak, dış politika analisti olarak, hayattan kam alan bir kişi olarak çok şey kaptım. Anılarını nefes almadan dinledim. Zihnimde yeni hatlar açıldı. Bunların ötesinde diplomasi mesleğine saygı duymayı öğrendim. İçimi bayan sonuçsuz toplantıların birinden çıkışta heyecanla kendisine gidip “habire havanda su dövüyoruz” dediğimde gülmüş, otelin kapısından çıkmadan bana şöyle deyivermişti:
“Diplomasi dediğiniz bundan başka nedir ki beyefendi?”
Ne talihliymişim…