Kral Abdülaziz bin Suud, kendisine refakat edenler ve yanlarında getirdikleri sekiz kuzu ile birlikte 14 Şubat 1945 tarihinde Süveyş kanalında demirli Amerikan savaş gemisi USS Quincy'ye yerleştikten sonra geminin güvertesinde, kendisine elmas kaplı bir hançer, incili mücevherler ve kokular hediye edip, karşılığında tekerlekli sandalyelerinden birisini hediye olarak aldığı Amerikan Cumhurbaşkanı Franklin Delano Roosevelt ile buluştu. O buluşmada ABD ile Suudi Arabistan Krallığı arasında bugüne dek geçerli kalan anlaşma yapıldı. Amerikan devleti al-Suud hanedanının güvenliğini sağlayacak, karşılığında da o günlerde hayli yoksul olan Krallığın petrol kaynakları İngilizlerin değil, Amerikalıların kontrolünde kalacaktı.
O günden, Suudi Arabistan'ın 14 Eylül 2019 gününde uğradığı saldırıya kadar arada çıkan sorunlara, 11 Eylül saldırılarına katılan 19 kişinin 15'inin tıpkı saldırıyı organize eden El Kaide lideri Usame bin Ladin gibi Suudi Arabistan vatandaşı olmasına, son zamanlarda İran'ın Körfez'de çıkarları bulunmasını normal karşılayan Başkan Obama döneminde yaşanan derin güven krizine rağmen bu anlaşma yürürlükte kaldı. Suudlar ABD'nin her zaman kendilerini koruyacağından emin oldular. İhtirasları aklının kilometrelerce önünde giden veliaht Prens Muhammed bin Selman, ülkesini dünyanın en nefret edilen ülkeleri listesinin başlarına çıkaran dış politika maceralarına ve haydutluklara kalkıştığında bu güvenceye sırtını yasladı.
Elbette, Amerikan Başkanlığını sık sık defterdarlıkla ya da haraç toplama merkeziyle karıştıran Trump gibi bir Başkan'ın tüm densizliklerine arka çıkmasından da güç aldı. Bunun yanısıra Obama'nın İran ile BM Güvenlik Konseyi üyelerinin de katkısıyla imzaladığı nükleer anlaşmadan ABD'nin imzasını çeken Trump'ın bu eyleminin verdiği cüretle İran karşıtlığı üzerinden İsrail ile daha fazla yakınlaşarak Tahran'daki rejime açıktan meydan okudu. Tahran'ın etkisini kıracağım diye Yemen'de tahammülü güç bir insanlık faciasının yaşanmasının da mimarı oldu. Üstelik bugüne dek başlattığı hiçbir dış politika hamlesinden de beklediği sonucu alamadı.
14 Eylül'de Suudi Arabistan petrol şirketi Aramco'nun Abqaiq ve Khurais petrol tesislerine yönelik, Yemen'deki Husilerin üstlendiği ancak gerçekleştirilen saldırının teknik açıdan ciddi bir uzmanlık ve hazırlık gerektirmesi nedeniyle İran'ın doğrudan ya da dolaylı olarak dahli bulunduğuna inanılan olayın ardından 74 yıllık anlaşmanın hükmünün kalmadığı söylenebilir. ABD'nin Körfez'in petrol zengini ülkelerini dış saldırılardan, özellikle de İran'dan koruyacak bir güvenlik şemsiyesi sağladığı inancı belki de ölümcül sayılacak ağır bir yara aldı. En azından bundan böyle Amerikan güvenlik şemsiyesi mutlak değil göreli bir güvence sayılabilir. ABD, Körfez'deki müttefikine yönelik bu saldırıdan Tahran'ı sorumlu tutmasına rağmen, askeri müdahalede bulunmamayı tercih etti. Açıkçası bulunabilmesi de karşılığın ne kadar ağır olabileceği düşünüldüğünde, kolay değildi.
Çok bağırıp çağıran ancak hem kendi içgüdüleri hem de Amerikan toplumundaki, özellikle de kendisine destek veren kesimlerdeki savaş karşıtlığı nedeniyle herhangi bir yerde savaşa girmekten kaçan Başkan Trump işi zamana yaymayı, İran'ın boğazını sıkan ekonomik yaptırımları daha da yoğunlaştırmayı, İran'a karantina uygulamayı, özel kuvvet operasyonları yapmayı, İran'a yönelik siber savaşın dozunu artırmayı seçebilir. Ancak ne Washington ne de Körfez ülkeleri İran'a yönelik bir askerî harekâtı göze alabilecek durumda değil. İran'ın böyle bir durumda Yemen'den Afganistan'a kadar harekete geçirebileceği müttefiki Şii gruplar var. Irak'ta ABD'ye, kendi ülkesinde özellikle petrol çıkarılan bölgede yaşayan Şii nüfusun da katkısıyla Suudi Arabistan'a, Hizbullah üzerinden İsrail'e zarar verme kapasitesine sahip. Bir savaş petrol üretimini, sevkiyatını da sekteye uğratacağından dünyadaki ekonomik koşulların ağırlığını da artırır, Körfez ülkelerinin ekonomilerini felç eder.
Aslında Trump kendi kazdığı kuyuya düştü. Daha on gün önce kovduğu ya da kovmaktan beter ettiği eski Ulusal Güvenlik danışmanı John Bolton'un aklına uyarak nükleer anlaşmadan çıkmış olmasaydı işler bugün bu duruma gelmeyecekti. Trump yönetiminin tavrı ve izlediği politikalar Tahran'daki rejime, diz çökmekten başka bir seçenek bırakmıyordu. 40 yıldır dünyaya kafa tutmuş acımasız bu rejimin de Trump'ın hatırına böyle bir adım atması söz konusu değildi. İran'a ödetilen bedel ağırlaştıkça rejimin şahinleri daha fazla söz sahibi olup tüm düşmanlarına kaybedecek bir şeyleri kalmadığında nasıl hareket edebilecekleriyle ilgili güçlü bir mesaj vermiş oldular. Kısaca tüm bölgeyi ateşe veririz dediler.
Başkan Bush'un ABD'nin Orta Doğu'yu yeniden şekillendirmesi ve esasen İran'da rejim değişikliğini de hedefleyen, fiyaskoyla sonuçlanan Irak savaşının neredeyse başından itibaren en büyük kazananı İran olmuştu. Bu basit gerçeği Amerikan siyaset seçkinlerinin çoğu, güvenlik ve dış politika bürokrasisinin, düşünce kuruluşu uzmanlarının kahir ekseriyeti tanımakta, kabullenmekte zorlandılar. Daha doğrusu İran'ın güçlenmesinde kendi paylarını kabullenmemek için sürekli fikir cambazlıkları ve mugalata yaptılar.
ABD'nin giderek Orta Doğu'daki yükümlülüklerinden sıyrılması gerektiğini düşünen, Suudi Arabistan'a hiç sıcaklık duymayan Başkan Obama daha ilk günden Tahran ile bir mutabakata gitmenin ülkesinin çıkarlarına hizmet edeceğini gördü. Kâh havuç, kâh sopa politikasıyla İran nükleer programının denetim ve gözetim altına alınmasını sağlayan anlaşmanın imzalanmasını sağladı. Ne var ki İran'ın bölge politikalarını değiştirme şartını bu müzakerelerin bir parçası haline getirmedi. Petrol döneminin düşüşe geçtiği, Yeşil hareketin belirleyeceği gelecekte gazın bir enerji kaynağı olarak daha fazla öne çıkacağı düşünüldüğünde de bu tercih doğruydu. Körfez'in petrol kralı Suudi Arabistan ise gaz kralları da İran ve Suudların ezmek istedikleri Katardır.
Trump'ın İran'ı diz çökertmeyi hedefleyen hamlesi en azından şimdilik beklenen sonucu vermedi. Savaşın bir çıkar yol olmadığı düşünüldüğünde bir şekilde diplomasi yoluna dönmenin formülü bulunmak zorunda. İran saldırısından önce Trump'ın içeriksiz gösterilere merakının da etkisiyle, BM Genel Kurulu açılışı sırasında İran Cumhurbaşkanı Ruhani ile buluşarak kameralara poz vermek istediği biliniyordu. Bu ihtimal ortadan kalktı. Diplomasi yolunun açılabilmesi için Fransa Cumhurbaşkanı Macron'un İran'a 15 milyar dolarlık kredi açılması ve karşılığında Tahran'ın nükleer anlaşmanın şartlarına uymaya dönmesi teklifi bir başlangıç olabilir.
ABD'nin, Trump yönetiminde diplomasiyi deneyip denemeyeceği kadar İran'ın normalleşmeye ne kadar hazır olduğu da bundan sonrasında yaşanacakları belirleyecek unsurlardır.