Bugün Berlin Duvarı’nın yıkılışının 30. yıldönümü. Simgesel olarak Soğuk Savaşı bitiren olay. Aradan geçen yıllarda beklentilerle gerçekler arasındaki mesafe giderek açıldı. O günlerde yeşeren ümitlerin bir kısmı hayal kırıklığına dönüştü. Sivil toplumun zaferi gibi görülen rejim değişikliklerinin eski seçkinlerin yeni döneme ayak uydurma hesaplarından da beslendiği ortaya çıktı. Geçmişin muktedirleri özelleştirmelerden büyük parsalar kaptılar ve yeni dönemde de en azından ekonomik iktidardan pay almayı becerdiler.
Liberal hülyalar, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerindeki güçlü egemenlik ve milliyetçilik duvarlarına çarptı. Maddi refah kendi başına liberal ve demokratik bir yönetimin yerleşmesine yetmedi. Ancak, bu ülkeler tarihlerinde görmedikleri ölçüde dinamik bir siyasi hayata da kavuştular. En yetenekli bireylerini Batı'ya kaptırmalarının maliyetini de 30. yıl sona ererken ortaya çıkan tabloyu tamamlayan unsurlardan birisi olarak görmek gerekir. Bu toplumların en kozmopolit en liberal unsurları, becerileri olan kişiler daha iyi imkanlara sahip Batı’ya gidip orada yerleştiler. Bu insan sermayesinin kaybının maddi bedeli kadar, daha kavruk ve içe kapalı bir nüfusun siyasete damga vurması da dikkate değer bir gelişmeydi. Liberal demokratik kapitalizmin kriz nedeniyle cazibesini kaybettiği bir zamanda Batı Avrupa’ya ve Avrupa bütünleşmesinin yapılış tarzına duyulan, içten içe beslenmiş öfke bu dönemde ve bu şekilde ortaya çıktı.
Geçen yazıda vurguladığım gibi demokratikleşme talebine tanklarla cevap veren Çin Halk Cumhuriyeti, Sovyet modelinin tedavülden kalkmasıyla hızlanan küreselleşme dönemine kıvrak bir şekilde uyum sağladı. Bir yandan yaygınlaşan küresel piyasadan ve onun kurallarından sonuna kadar yararlanır, hızla dünyanın üretim merkezi haline gelir ve zenginleşirken otoriter yönetimini muhafaza etti.
Son yıllarda Mao dönemini aratmayacak bir lider kültüyle iktidar tümüyle Başkan’ın eline geçti. Otoriter siyasete dayalı devlet kapitalizmi modeli, Batı’nın hem siyasal hem ekonomik krizleri nedeniyle (ki zaten bunlar da birbirileriyle yakından bağlantılıdır) giderek dünyada geçer akçe haline geldi. Ne var ki bütün o büyüme rakamlarına, görkemli kutlama gösterilerine, giderek Asya’da hegemonya kurarken Kuşak-Yol projesiyle Asya, Afrika ve Avrupa’da Çin ekonomik varlığının yaygınlaşmasına rağmen özlem duyulan bir rejim de değil Çin’inki. Kısacası ekonomik başarısı dışında bir albenisi, yani "yumuşak gücü" yok. Belki, biraz da bu olumsuz imajı nedeniyle Hong Kong’daki büyük isyana karşı henüz tüm ağırlığıyla karşılık vermedi.
Avrupa’daki komünist rejimlerse çoktan meşruiyetlerini yitirmiş olduklarından, Sovyetler Birliği Devlet Başkanı Mihail Gorbaçov, ülkesinin “dış imparatorluğunu” tasfiye etme kararı uyarınca onlardan desteğini çekince patır patır döküldüler. Emareler çoktan belirmişti, hatta denebilir ki Sovyet Kızıl Ordusu'nun Nazilerden kurtardığı ülkelerde daha ilk yıllardan itibaren isyanlar çıkmış, rejimler aslında kabul görmemişlerdi. 1953 Doğu Almanya, 1956 Macaristan, 1968 Çekoslovakya, 1970-1976’daki yoklamaların ardından bir kez de 1980’de Polonya Duvar’ın yıkılmasına giden yolun taşlarını döşemişlerdi.
1980 Polonya’sını istisnai kılan işçi sınıfının kendiliğinden ve bağımsız bir hareketinin ortaya çıktığı tek Leninist ülke olmasıydı. Polonyalı büyük yönetmen Andrzej Wajda’nın Demir Adam (Man of Iron) filminde hikayesini anlattığı olaylar Gdansk kentindeki Lenin tersanesinde başlamıştı. Direniş, kısa sürede tüm ülkeye yayılmış, bağımsız işçi sendikası Solidarność (Dayanışma) kısa sürede 10 milyon üyeye kavuşmuş, son dakikada tersane kapısının üzerinden atlayarak içeriye giren işsiz, koyu Katolik, sekiz çocuklu elektrikçi Lech Walensa’nın liderliğinde rejime kök söktürmeye başlamıştı.
Papa’nın Polonyalı olmasından da cesaret alan toplumsal hareket, dünyanın en muhafazakâr ve bir dönem hayli işbirlikçi Katolik kilisesi olan Polonya kilisesinin genç rahiplerinin de desteğiyle büyümüş, kiliseler demokratik direniş mekanlarına dönüşmüştü. Bunun kadar önemlisi ilk kez bir Doğu Avrupa ülkesinde demokratik entelijansiya ile işçi sınıfı birlikte hareket etmişlerdi. Jacek Kuron, Adam Michnik gibi düşünürler Dayanışma’nın programının oluşturulmasında etkili rol almışlardı. Umut günleri uzun sürmedi. Rejimin Başbakanı, savaş gazisi General Wojciech Jaruzelski Sovyetler'in işgalini önlemek gerekçesiyle 1981 Aralık ayında sıkıyönetim ilan edecek, Dayanışma yönetiminin ve toplumsal muhalefetin ileri gelenlerini hapse atacak, ülkeyi demir yumrukla yönetecekti.
1989’a gelindiğinde bu düzenin sürmesi artık mümkün değildi. Jaruzelski rejimi Dayanışma ile masaya oturup bir geçiş dönemi planı üzerinde anlaştı. Kızıl Ordu’nun tanklarının Tiananmen Meydanı’na girip bir buçuk aydır süren özgürlük ve demokrasi arayışındaki gösterileri kanlı bir şekilde dağıtarak sona erdirdiği 4 Haziran 1989 günü, Polonya’da Komünist rejim altında ilk yarı-özgür seçim yapılıyordu. Komünist Partisi seçmen tarafından resmen berhava ediliyor, Dayanışma iktidar ortağı haline geliyordu. Polonya’daki seçimlerden 12 gün sonra Macaristan’daki 1956 hareketinin lideri Imre Nagy’nin naaşı bulunduğu işaretsiz mezardan çıkarılıp devlet töreniyle tekrar gömülecek, mezarın başında son konuşmayı, daha sonra George Soros’un bursuyla İngiltere’de okuyan Viktor Orban adlı genç bir siyasetçi yapacak, konuşmasındaki liberal ve demokratik vurgular nedeniyle ülkenin en önde gelen şahsiyetleri arasına girecekti.
Tüm yaz boyunca, diğer Doğu Bloku ülkelerine tatil niyetiyle giden Doğu Alman vatandaşları oralardan Batı’ya geçecek, bu müthiş göçü engellemek isteyen rejimin çabaları sonuç vermeyecekti. Doğu Almanya’da toplumsal direniş canlanacak Protestan kilisesi muhalefetin yanında yer alacaktı. Üniversitesinde Goethe’nin okuduğu, Johann Sebastian Bach’ın kenti Leipzig direnişin merkezi olacak, 9 Ekim’de yapılan büyük gösteriye insanlar ölümü göze alarak katılacaklar, güvenlik güçleri ateş açmayacaktı. Rejimin muhalefeti ezme iradesi hızla eriyordu. Duvarın yıkılışı, Leipzig’den bir ay sonra bu koşullarda ve bu arka planın varlığında gerçekleşti.
Almanya’dan sonra sıra Çekoslovakya’ya gelecek, sıranın en sonundaki Bulgaristan ve Romanya’da da rejim değişecekti. Daha doğrusu eski rejimin mutemet adamları başlarındaki, o güne dek itaat ettikleri liderleri devirecekler, Romanya’da karı-koca Çavuşeskular bir duvarın dibinde öldürecekler ve bu şekilde günün demokrasi ve özgürleşme rüzgarına katılarak geleceklerini garantiye alacaklardı.
Orta ve Doğu Avrupa’daki toplumların piyasacı bir ekonomi ve daha özgürlükçü bir siyasi sistemi en azından otuz yıl önce istediklerine kuşku yok. Ne var ki bunlar kadar güçlü bir talepleri onca yıllık Sovyet boyunduruğundan sonra tam egemen olabilmekti. Dönüşümün başını çekenlerin liberalizmin dilini konuşmaları, zemine uyan eski seçkinlerin de bunu benimsemesi bu toplumlardaki temelde muhafazakâr ve milliyetçi damarın ne kadar güçlü olduğu gerçeğinin görülmemesine yol açmıştı. Avrupa’nın iki yarısı kırk yıl boyunca birbirilerinden farklı birer tarih yaşamışlardı ve Duvar’ın yıkılmasının yarattığı büyük coşku içinde bu detay unutulsa da ilerleyen yıllarda sorun tüm çıplaklığıyla kendisini dayatacaktı.
Leninist rejimleri deviren genelde barışçı devrimlerin 30. yılında Orta ve Doğu Avrupa’da bir şeylerin yolunda gitmediğine dair hayli homurdanma var. Kendi üstünlüğünden çok emin liberal düzenin zaafları 2008 finansal krizi ve 2015-16’daki mülteci kriziyle kendini iyice gösterdi. Batılı toplumlarda olduğu gibi ekonomik kriz ve mültecilerin akını Orta ve Doğu Avrupa’daki milliyetçi, göçmen karşıtı yerelci, seçkinlere düşman popülist damarları besledi. Özellikle kıyıda köşede kalmış kentlerde ve kırsal alanlarda yaşayıp ülkelerinin dönüşümünde seyirci kalmış olanların tepkisi ön plana çıktı. Popülist otoriter rejimlerin ve liderlerin gündemini bunlar destekledi.
Yıkılan duvar Almanya’daydı. Yıkılması Almanya’nın birleşmesinin yolunu açtı. Otuz yıl sonra hemen her konuda birleşik bir Almanya’dan çok iki Almanya’nın varlığından söz etmek mümkün. Bugünün Almanya sorununun önemli bir boyutu da bu.