Türkiye-AB ilişkilerinde 2002’den 2005’in başlarına kadar geçen dönem gerçekten çok istisnai bir dönemdi. Çeşitli nedenlerle AB’nin mütereddit üyelerinde Türkiye’nin üyeliği konusundaki direnç kırılmış, yol açılmıştı. Almanya’da Gerhard Schröder, Fransa’da ise çok yakın zamanda vefat eden Jacques Chirac mutabakata varmışlar ve üyelik artık erişilebilir bir hedef olmuştu. Ya da öyle zannetmiştik. Gerek Türkiye’de gerekse AB’de ve üye ülkelerde çok kişi ve kurum bu işin mutlu sona bağlanması için ciddi çaba gösterdi, özveride bulundu. İlişkinin ilerlemesi, AB ile aday ülke arasındaki uyumun bir an önce sağlanması için nelerin gerektiği hakkında yazıldı, çizildi. Konferanslar düzenlendi. Diyalog yolları hep açık tutulmaya çalışıldı.
Ne var ki, geriye dönüp bakıldığında daha iyi anlaşılıyor ki 2004 Nisan’ında Kıbrıs’ta yapılan referandumda Rum kesimi yönetiminin sözünü tutmamasına, yani önceden verilmiş söze aykırı olarak Annan Planı’na karşı çıkmasına rağmen üyeliğe alınması ağızların tadını bozmuştu. Bu arada Rusya’nın Kıbrıs Komünist Partisi Akel’in önce Annan Planı’ndan yana olan tutumunun değişmesindeki rolünü de herhalde günün birinde birileri etraflıca yazacaktır. Ankara bu duruma Gümrük Birliği’ni Kıbrıs’a uygulamayarak, liman ve havaalanlarını Rum gemi ve uçaklarına açmayarak mukabele etti. AB’de KKTC’ye verdiği sözleri bu durumu da kullanarak tutmadı.
AB ülkelerinde genişlemeye yönelik rahatsızlığın boyutları yeni Avrupa anayasasını onaylamak amacıyla Hollanda ve Fransa’da dört gün arayla yapılan referandumlardan ret oyu çıkmasıyla görüldü. Türkiye’nin üyelik müzakereleri üzerine, Avusturya’nın ayak sürmesinden, limanlar açılmadığı için bazı maddelerin müzakeresine getirilen ambargodan, daha sonra Fransa ve Kıbrıs Rumlarının ilave maddelerin müzakeresini veto etmelerinden de önce düşen gölge aslında buydu.
İşte o noktada AB’nin ufuksuzluğu kadar kibri de devreye girdi. Berlin’de yapılan, hiç aklımdan çıkmayacak bir konferansta, benzer toplantılarda sezdiğim bir eğilimin ne kadar güçlendiğini anladım. Avrupalı muhataplarımızın kafalarındaki soru ve verdikleri cevapları kendimce çözdüm. Bin dereden su getirerek asla açıktan dile getirilmeden sorulan soru şuydu: Size verdiğimiz sözü tutmazsak ne olur ne yaparsınız? AB’nin o zamanki kolektif ruh hali pek kendinden memnun, dünyaya tepeden bakan, hayranlık uyandırdığının bilincinde bir ruh hali olduğundan kafalardaki cevap da şöyleydi: Daha iyi veya rasyonel bir seçeneğiniz olmadığına göre bu yolda kalırsınız. O zamanlar bu tür konferanslara katılan aklı başında tüm arkadaşlar ise şunu anlatmaya çalışmışlardı: Daha iyi veya rasyonel bir seçenek olmaması hiç seçenek olmadığı anlamına gelmez. Bunu, AB’liler hiç anlamak istemediler.
Zaten sonradan ekonomik kriz birlik içinde siyasi bir krize dönüşüp cazibe de azalınca devran iyice değişti. Ekonomik kriz nedeniyle AB zayıflayıp, kendi içinde ciddi siyasi sorunlar yaşamaya başladı. Bu arada bir yandan Ergenekon ve Balyoz davalarıyla ordu içi tasfiyenin gerçekleştirilmesi ve Silahlı Kuvvetlerin siyasi gücünün kırılması, diğer yandan 2010 anayasa değişikliği referandumuyla yargının yürütmenin güdümüne iyice girmesinin yolunun açılması ve nihayet 2011’de yüzde 50’lik seçim zaferi iktidar partisinin bu reformculuk/demokratikleşme oyununu sürdürmesi zaruretini ortadan kaldırdı. Üstelik arada patlayıveren Arap isyanları başka hayallerin, hedeflerin, ihtirasların devreye girmesine de yol açmıştı. AB üyelik süreci bu sıralarda derin uykusuna daldı.
Gezi olayları ve ardından gelen baskılar, darbe teşebbüsünü takip eden dönemde sabık başbakanlardan Nihat Erim’in 1940’ların sonunda kullandığı meşhur deyimiyle “demokrasinin üzerine şal örtme” şevkinin gündeme soktuğu uygulamalar, tasfiyeler, hukuksuzluklar derin uykuyu derin komaya çevirdi. AB, Türkiye siyasetinde anlamlı bir unsur olmaktan çıktı. Sivil topluma giderek daha fazla yardımcı olmayı, özellikle darbe sonrası dönemde, öncelik haline getirdi. Türkiye, AB açısından idare edilmesi gereken bir sorun olarak varlığını sürdürdü ama üyelik çerçevesinden çok dert çıkarma kapasitesi ile gündeme oturdu. Taraflar arasındaki antipati, güvensizlik arttı. Üyelerle ikili ilişkilerde inişli çıkışlı ve sert dönemler yaşandı, mülteci anlaşmasının akabinde bir istikrar yakalandı.
Şimdilerde ilişkilere yeni bir rota çizmek gerekiyor. Türkiye’deki yönetimin buna ne ölçüde niyeti olduğu en iyimser ihtimalle müphem. Karşılıklı güvensizlik ve AB’deki dar ufukluluk nispeten daha kolay çözülmesi beklenebilecek Gümrük Birliği’nin kapsamının genişletilerek yenilenmesi gibi bir konunun bile gündeme gelmesine engel. Avrupa Parlamentosu zaten fiktif sayılacak müzakerelerin resmen askıya alınmasını istiyor. Türkiye’de Cumhurbaşkanı Erdoğan, bazen “AB üyeliği hala stratejik hedefimizdir” dese bile arada bir de AB konusunda referanduma gitmekten bahsediyor, AB’ye “Neyse kararınız söyleyin bizi oyalamayın” diye uyarıda bulunuyor.
Geçen hafta değindiğim Max Hoffman ve Michael Wertz’in Alman Mercator Vakfı için yazdıkları “Türkiye’nin AB üyelik sürecinin askıya alınmasının sonuçları” (The effects of a suspension of Turkey’s EU accession process) başlıklı rapor müzakerelerin askıya alınmasının olası sonuçlarını analiz ediyor. Geneli itibariyle teknik bir çalışma. Başlangıç noktası, yakın bir gelecekte Türkiye’nin üyeliğinin söz konusu edilemeyeceği tespiti ve zaten üyeliğe yönelik sürecin buzlukta olması. Yazarlar müzakereleri askıya alma ihtimalini yüksek görmeseler bile böyle bir gelişmenin gerçekleşebileceğine inanıyorlar. Askıya alma, ilişkilerin pek çok boyutunu etkilemeyecek bile olsa buradan doğacak siyasi riskleri hesap etmenin güçlüğünün ve bunların hayli yüksek maliyet çıkarabileceğinin altını çiziyorlar. Bu nedenle de öyle bir karar almadan önce üzerinde ciddiyetle düşünülmesi gerektiğini savunuyorlar.
Beklenebileceği gibi analiz sonunda Türkiye’nin Batı ittifakı içinde kalmasının sağlanmasına geliyor. Demokratik bir Türkiye’nin Batı sistemi içerisinde kalmasının AB ve ABD’nin koordineli şekilde hareket etmeleriyle sağlanabileceğini düşünüyorlar. Ne var ki bu tespitteki sorun da ABD yönetiminin bir demokrasi gündemi olmaması kadar, ABD’nin Avrupa ile zayıflayan ilişkileri. Trump sonrasında bu durumun ne kadar değişeceği ise belirsiz. Sonuçta, Werz ve Hoffman üç konuda Türkiye ve AB’nin işbirliğini gerekli görüyorlar: Ekonomik krizin yönetimi ve aşılması; Suriyeli mülteciler, Türkiye’den beyin göçü ve Avrupa’nın yaşlanması unsurlarından oluşan demografik geleceğin yönetimi; Türkiye’nin AB ile, ABD’nin de yardımıyla, bir güvenlik mimarisi içinde birlikte hareket etmesi.
Okuması daha zevkli olan Eduard Soler i Lecha’nın EU-Turkey relations: Mapping landmines and exploring alternative pathways ilişkilerin geleceği hakkında hayli kaygılı. Çok detaylı bir incelemeyle yalnızca ilişkilerin tarihçesini dürüst ve nesnel bir şekilde ele alarak, “Altın yıllar”, “duraklama” ve “gerileme” adını verdiği üç dönemde inceliyor. AB-Türkiye ilişkilerindeki karşılıklı güvensizlik, ilişkilerin iç politika malzemesi haline getirilmesi, Kürt meselesine ve buna bağlı olarak Suriye’deki krizin ana unsurlarına bakıştaki farklar, gümrük birliğinin güncelleştirilmemesi ve vize serbestisinin gerçekleşmemesini süregiden sorunlar olarak tanımlıyor. Mesele Türkiye’nin batılılığı olduğundan, darbe sırasında AB’nin dayanışma göstermemesini ve S400 alımı ile Rusya ile ilişkilerin yarattığı sorunu ele alıyor. Rusya’yı tehdit olarak gören Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin Türkiye’nin üyeliğine verdikleri desteğin Moskova-Ankara yakınlaşması nedeniyle zayıflayacağına da dikkat çekiyor.
Önümüzdeki dönem için AB-Türkiye ilişkilerindeki üç olası yol Soler’e göre şunlar; yakınsama (convergence), işbirliği (cooperation) ve çatışma (conflict). Türkiye’nin konumu, ilişkilerin giriftliği ve kopuşun maliyeti gibi nedenlerle çatışma ihtimalini, halen süren koma durumu nedeniyle yakınsamayı olası görmüyor. Bir şekilde işbirliği yapılacaktır diye düşünüyor. Bu durumda da AB’ye Türkiye siyasetinde olası beş seçeneği tanıtıyor:
1) Aynen devam. Hiçbir şey yokmuş gibi davranmak. Bu şekilde hem zor kararlar almaya gerek kalmaz hem de iş zamana yayılır;
2) Birinciye benzeyen bu seçenekte Türkiye’nin farklı bir ülke olduğu kabullenilir, onu dönüştürme hedefinden/hevesinden vazgeçilir ve ilişkiler perakendeci bir yaklaşımla götürülür;
3) Türkiye toplumunun dinamik ve demokrasi yanlısı güçleriyle dayanışmanın da önemi göz önünde bulundurularak idealizmden vazgeçmemek ve olumlu bir sonuca varmaktan umudu kesmemek;
4) Türkiye’ye karşı sert tavır almak, yumruğu masaya vurmak. Burada sertliğin geri tepmesi ihtimali yüksek;
5) Eleştirileri net şekilde ve dürüstçe dile getirmek ancak özeleştiri de yaparak hem Türkiye’deki yönetime hem de kamuoyuna siz bizim ailedensiniz ve angaje olmaya devam edeceğiz mesajı vermek. Bunun inandırıcı olabilmesi içinse gümrük birliğini güncelleştirme ve vize konularında adım atmak.
Soler i Lecha’nın analiz ve önerilerinin kıymetinden şüphem yok. Ancak bu yolda gidilebilmesi için her iki tarafta da yeni bir siyasi irade oluşması, risklerin alınması ve her şeyden önce karşılıklı güvenin tesis edilmesi gerekir. Ama belki de asıl başlangıç noktası Türkiye’nin kendisini yeniden ilkesel ve değerler bağlamında Batılı bir ülke olarak tanımlaması, AB’nin ise ta 1989’da verdiği karardaki gibi Türkiye’nin AB üyeliğine hakkı olduğu görüşünü hayata geçirmeye hazır olması gerekir.