Türkiye ve İran’ın enerji iş birliği ve ticari ilişkilerini iyileştirme arzusu, Katar’ı Suudi Arabistan’a yedirmeme ve yeni bir Amerikan bölgesel tasavvuruna kendi nedenleriyle karşı çıkma gibi ortak menfaatleri var. Ancak bunun ötesinde ortak çıkar veya hedefleri olduğunu söyleyebilmek mümkün değil. Sonuçta Azerbaycan-Ermenistan ihtilafından, Suriye’deki rejimin akıbetine, Irak’taki Şii-Sünni rekabetinden Türkiye’nin Suriye ve Irak’taki askeri varlığına kadar anlaşmazlık noktaları çok ve derin.
2019 yılı Suriye meselesinin tamamen bir çözüme bağlandığı yıl olmasa bile bölgenin ve bu ülkenin yeni şekli hakkındaki görüntünün netleştiği yıl olmaya aday. İdlib ve Fırat’ın Doğu’sunda ne olacağını tam olarak kestirmek zorsa da genel bölgesel dengeler açısından ortaya bir çerçeve çıkmaya başladı. Bu çerçevenin tanımlayıcı ögelerinden ikisi, Arap isyanlarının Arap muhafazakâr rejimlerinin karşıdevrimine yenik düşmeleri ve ABD’nin Körfez dışındaki Ortadoğu ile geçmişte olduğu kadar ilgilenmeyeceğiydi. Nitekim aksine tüm söylentilere rağmen Amerikan ordusu Suriye’de kontrol ettiği bölgeden malzemelerini toplayarak ayrılma hazırlıklarına başladı.
Bu iki unsurun sonuçlarından birisi de 1979 yılında Mısır ve İsrail arasındaki barış antlaşmasıyla ortaya çıkan “Camp David düzeni”nin genişleyerek konsolide olmasıydı. Bu gelişmede İran’ın bölgede artan nüfuzunun kırılması başlıca hedefi oluşturuyordu. Bölgedeki tüm aktörlerle ilişki kurabilen ve konuşabilen, üstelik sahadaki askeri varlığıyla Suriye’deki iç savaşın kaderini belirleyen Rusya ise bölge üzerinde en etkili küresel güç konumuna yerleşiyordu.
Türkiye açısından bu tablonun geçmişten daha farklı bir durumla karşılaşma anlamına geleceğini gerek İdlib’de son iki haftada hızlanan gelişmelerden, gerek Suriye rejiminin Arap “kardeşleri” ile barışması yolunda atılan hızlı adımlardan çıkarabiliriz.
Gene bu çerçevede Türkiye’nin Astana sürecindeki hasım-ortakları Rusya ve İran ile nasıl bir ilişki kuracağı, son iki yılda koşulların da yardımıyla diplomatik ve askeri alan açma konusunda gösterdiği beceriyi sürdürüp sürdüremeyeceği önem taşıyacak.
Geçen hafta Middle East Eye adlı elektronik haber sitesinde çıkan bir haber analiz tüm bu konularda önemli bazı gelişmeleri gündeme getiriyordu. Habere göre Suudi Arabistan, Birleşik Arap Emirlikleri ve Mısır, İsrail ile birlikte Suriye rejiminin Arap dünyasına dönüşünün yol haritasını çizmeye başlamışlardı. Camp David Düzeni’nin yeni ve genişletilmiş versiyonunu oluşturan bu iş birliğinde hedef alınanlar ise Türkiye ve İran idi. Hatta MEE haberinde dörtlünün Türkiye’yi bölgedeki asli askeri tehdit olarak gördükleri iddia ediliyordu. Aslında bu bir bakıma Ortadoğu Arap ülkelerinin Arap olmayan bölge güçlerinin etkisini kırmak arzusunu gösteriyordu. Yenilik, bunu yaparken İsrail’in desteğine duydukları ihtiyaç ve aralarındaki iş birliğinin giderek alenileşmesiydi.
İran ve Türkiye: Ne seninle ne sensiz!
Buradan yola çıkarak Astana sürecinin de ötesine gidecek şekilde Türkiye ve İran arasında bir dayanışma bloğu kurulup kurulmayacağı akla gelebilir. Türkiye’nin İran’a yönelik ambargoya uymayacağı yönündeki beyanları, iki ülke arasında sıklaşan ziyaretler bu bakımdan bir gösterge bile sayılabilirdi.
Ne var ki iki ülke ilişkileri uzun bir tarih içinde ne yeniden savaşlara başvuracak kadar kötüleşmiş ne de “müttefik” diye tanımlanabilecek derecede yakınlaşmıştır. 140journos sitesindeki Türkiye-İran ilişkileriyle ilgili video tarafların birbirileriyle ilgili hem çok sıcak hem de müthiş hasmane sözleri çok kısa aralıklarla, kendileriyle çelişkiye düşme kaygısını asla taşımadan rahatça söyleyebileceklerinin örnekleriyle dolu.
Gerçekten de Kürtlerin bulundukları coğrafyalarda siyasal bir kimlik sahibi olmalarına yönelik itirazların birleştirdiği iki devletin, enerji iş birliği ve ticari ilişkilerini iyileştirme arzusu, Katar’ı Suudi Arabistan’a yedirmeme ve yeni bir Amerikan bölgesel tasavvuruna kendi nedenleriyle karşı çıkma gibi ortak menfaatleri var. Ancak bunun ötesinde ortak çıkarları veya hedefleri olduğunu söyleyebilmek mümkün değil. Astana’daki iş birliği bile (ki bu durum Rusya için de geçerli) tarafların diğeri tarafından tekerlerine çomak sokulmaması için buldukları bir ilginç formül olarak görülebilir.
Sonuçta Azerbaycan-Ermenistan ihtilafından, Suriye’deki rejimin akıbetine, Irak’taki Şii-Sünni rekabetinden Türkiye’nin Suriye ve Irak’taki askeri varlığına kadar anlaşmazlık noktaları çok ve derin.
Ne var ki konu hakkında Karar gazetesinde yazdığı “Türkiye-İran ilişkileri nereye evriliyor?” başlıklı yazısında Galip Dalay’ın yaptığı şu tespitler bu iki tarihi hasmın her şeye rağmen neden birbirilerinden kopamadıklarını da gösteriyor:
“Coğrafya ile her iki ülkenin post-emperyal ülke olma karakterlerinden neşet eden jeopolitik vizyonları ve güç projeksiyonları iki ülke arasında stratejik bir uyuşmazlık hali yaratıyor… Türkiye, İran'ı Ortadoğu'nun bütünü içerisinde bir okumaya tabi tuttuğunda resmin mahiyeti değişiyor. Bunu da sadece Türkiye-İran arasındaki ilişkilerin niteliği değil, Suudi Arabistan başta olmak üzere bölgedeki otoriter dörtlü (Suudi Arabistan, Mısır, BAE ve Bahreyn) ile İsrail'in hırsları da şekillendiriyor. Bu kısmı biraz daha açacak olursak, Türkiye'nin bölgedeki otoriter dörtlü ile İsrail'in (tabii ki Trump yönetiminin) İran karşıtlığını paylaşmamasının ana gerekçesi bu karşıtlığın sadece İran'la sınırlı olmadığı, bunun yeni bir bölgesel düzen arayışını temsil ettiğini düşünmesinden kaynaklanıyor. Bu bölgesel düzenin kurucu ötekisini sadece İran oluşturmuyor, siyasal İslam ve bunun devamı olarak Türkiye de oluşturuyor.”
Bunların da ötesinde ABD tarafının kendi tartışmalarında açıkça dile getirildiği gibi Washington’da İran’ın bölgede artan güç ve etkisinin kırılması, mümkünse geri püskürtülmesi konusunda genel bir mutabakat var. Trump’ın Suriye’den çekilme kararına gösterilen tepkinin arka planında da böyle bir hamlenin İran’ın elini serbestleştireceği kaygısı vardı. Gene ABD tarafının Türkiye’ye yakınlaşmasındaki başlıca amil de İran’a karşı PYD/YPG’nin yeterince güçlü bir karşı ağırlık oluşturamayacaklarıydı.
Ankara’nın da Doğu komşusunun aynı zamanda hem Irak hem Suriye’de güney komşusu olmasından, Tahran’a bağlı milisler aracılığıyla sahada askeri üstünlük kurarak Irak-Suriye-Lübnan hattında kendisine bağlı bir düzen inşa etme çabasından hoşlanmadığını da söyleyebiliriz.
Bu durumda yeni Arap-İsrail iş birliğine karşı Türkiye-İran iş birliğinin bir ittifak şeklinde devreye girip girmeyeceği, bunun mümkün olup olmadığı kritik bir soru olarak önümüze çıkıyor. Sorunun cevabını ise İdlib ve Kuzeydoğu Suriye’deki gelişmeler kadar Rusya ile ABD’nin Suriye konusunda varacakları mutabakatın niteliğine bağlı olarak alacağımızı sanıyorum.