2018’den kalan belki de en önemli stratejik yönelim, Amerikan seçkinlerinin neredeyse bir blok halinde Çin’in çevrelenmesi, dengelenmesi ve gerekirse püskürtülmesi konusunda bir mutabakata vardıklarının iyice belirginleşmesiydi. Dünyada iklim meselesini sahiplenenlerin radikalleşmesi de son hızıyla sürüyor
Geriye dönüp bakıldığında 2018 pek çok bakımdan dünya siyasetinde yeni çizgilerin belirginleştiği bir yıl diye görülebilir. Tabii aslında yılın insanlık açısından en önemli gelişmesi meraklısının zaten farkında olduğu bir konuda, yani iklim değişikliği ve bunun insan soyu açısından maliyetleri hakkında BM’nin yayınladığı rapordu. Bir yandan iklim değişikliği, etkisini karaları daha sık vuran kasırgalar, tsunamiler, toprak kaymaları, yangınlarla giderek daha güçlü şekilde hissettirirken diğer yandan, Japonların balina avı sevdası, Amerikalıların kâr peşinde doğayı hiçe sayarak Alaska’daki son el değmemiş alanları petrol aramaya açmaları, gelişmekte olan ülkelerin büyüme uğruna çevreyi umursamamaları bu sorunu daha da derinleştirecek.
Fiziki tahribat artıkça hem konuyu ciddiye alanların sayısı artıyor hem de iklim meselesini sahiplenenlerin radikalleşmesi son hızıyla sürüyor. Bu bakımdan önümüzdeki dönemlerde iklim konusu siyasi istikrarsızlık, göç, iç savaş gibi gelişmeleri doğrudan ya da dolaylı olarak etkilerken iklimcilerin müesses nizamla mücadelesi de giderek sertleşecek demektir. Bu bağlamda bir konuya daha fazla dikkat etmek gerekeceği yılın sonunda doğru iyice anlaşıldı.
Fransa’daki “sarı yelekliler” hareketine yol açan sebepler elbette küreselleşme, gelir dağılımı, sınıfsal çöküş, seçkinlere güvensizlik gibi daha derin nedenlere bağlıydı. Ancak tetikleyici olayın benzin fiyatlarındaki, çevre koruma amacıyla konulan vergiye bağlı fiyat artışı olduğunu da unutmamak gerekiyor. Bu durumda çevreci hassasiyet taşıyanların koruma amacıyla izlenecek politikalarda, kullanılacak teşviklerde özellikle alt ve alt-orta sınıfların maddi koşullarını da daha ciddi düşünmeleri gereği ortaya çıktı.
Bu hassasiyet sayesinde, dünyadaki en eski çevreye odaklı siyasal hareket olan Yeşiller olgunluk dönemlerinde, ilkeleriyle pratik siyasetin gereklerini dengelemeyi becererek Sosyal Demokratlardan merkez sol alanı devralacak şekilde Alman siyasetine giderek daha fazla ağırlık koymaya başladılar. Muhafazakâr eyalet Bavyera’da sağcı CSU’dan kayan oyların tümüyle ırkçı/aşırı sağ AfD’ye gitmesi gerekirken Yeşiller sürpriz bir şekilde bu oyların bir kısmını alabildiler.
Yeşillerin başarısı henüz bir genellemeye imkân tanımasa da yükselmekte olan sol/sağ popülist ya da radikal milliyetçi akımların Avrupa’nın hızla eriyen merkez siyaset alanını tümüyle ele geçirmelerinin mukadder olmadığını da düşündürüyor. Avrupa toplumları yeni bir siyaset arayışı içinde ve bu yönde somut önerilerle, programlarla ortaya çıkacak yerleşik partilerin merkez alanı büyük ölçüde muhafaza etmeleri de mümkün olabilecek. Tabii bunun gerçekleşmesi için gelir dağılımının bozulmasına yol açan fazlasıyla sermaye yanlısı politikaların, teknolojinin yarattığı toplumsal tahribatın, küresel kapitalizm ortamında gelişmişlerle gelişmekte olanlar arasındaki rekabeti haksız kılan farklılıkların giderilmesini sağlayacak bir programın oluşturulabilmesi gerekiyor.
AB düşmanlığından AB’yi ele geçirmeye…
Mayıs ayında yapılacak Avrupa Parlamentosu seçimlerinin önemi biraz da bu durumdan kaynaklanıyor. Şu andaki görüntüde sağ ve sol popülist partilerin, aşırı milliyetçilerin Parlamento’da daha güçlü bir şekilde temsil edilecekleri tahmin edilebilir. İlginç olan ilk ortaya çıktıklarında AB düşmanlığıyla sivrilen bu akımlar veya partiler artık bu duruşlarından büyük ölçüde vazgeçtiler. Brexit macerasının nelere yol açabileceği anlaşıldıktan sonra AB içinde mevzi ele geçirmek tüm bu hareket ve partiler açısından daha cazip hale geldi.
Bunun bir sonucu ise AB’nin Kuruluş ve Genişleme ilkelerinden geri adım atmasına yol açacak bir dinamiğin bünyeye güçlü bir şekilde yerleşmesi olacaktır. Gene de olayların düz bir çizgi üzerinde seyretmediğini görmek açısından Macaristan’da “kölelik yasası” diye adlandırılan çalışma yasasına gösterilen tepkiler, Polonya’da AB baskısıyla yargıyı denetim altına almak için atılan adımlardan geri dönülmesi, bağımsız medyanın etkisini kaybetmemesi ve bu yolda arayışın hızlanmasını olumlu gelişmeler diye değerlendirmek doğru olur.
ABD’deki Kongre seçimlerinde çıkan sonuçlara bakıldığında da yereli dikkate alan, sınıfsal meseleleri göz ardı etmeyen bir siyaset anlayışının pekâlâ aşırı sağ dalgayı farklı mevzilerde kırabileceği görüldü. Kadın hareketinin güçlenmesi, gelecek korkusu taşıyan kentli okumuş gençlerin siyasete daha fazla katılım göstermesi bu bakımdan 2018’in gelecek açısından iyimserliği besleyen gelişmeleriydi. Trump’ın ırkçı, göçmen düşmanı, kadınları hakir gören, cinsiyetçiliği körükleyen söylem, tavır ve siyasetleri, sağlık sigortasını törpüleme çabaları, zenginleri kollayan ekonomi politikaları ve çevreyi hiçe sayan, bu konuda bir sorun görmeyen yaklaşımı ve tercihleri ciddi bir toplumsal tepkiyi harekete geçirdi.
Bu arada iç siyasette de Trump’ın hayli sıkıştığı bir yıl yaşandı. Her ne kadar kendi toplumsal tabanının sadakatini koruyor ve Cumhuriyetçi Parti her türlü rezilliğe karşın Cemal Kaşıkçı’nın öldürülmesi nedeniyle Suudi Arabistan politikası dışında Başkan’a karşı çıkmıyorsa da sular ısınıyor. Trump’ın yakın çalışma arkadaşları birer birer mahkûm edilirken, özel savcı Müller’in Trump’ın seçim kampanyasıyla Rusya arasındaki ilişkilere yönelik soruşturması da sonuca bağlanmak üzere.
Tüm bunların Başkan’ı çok sıkıştırdığı bu nedenle de siyasetinin sertleştiği gözlemlendi. Meksika sınırına çekmek istediği duvar için bütçede para ayrılmaması nedeniyle devleti kilitlemesi yapabileceklerinin örneklerinden birisi.
Trump’ı sevmek ya da tasvip etmek mümkün olmasa bile Amerikan dış politika ve güvenlik seçkinlerinin damarına basmasını ve bir bakıma Ulusal Güvenlik Devleti’nin önceliklerini sorgulayan kararlar vermesini göz ardı etmemek gerekir. Bir bakıma Trump ABD iç ve dış politikasında çoktandır sorulması gereken soruları soruyor. Cevapları beğenmesek bile bunların gündeme getirilmesi kendi başına önemli. Trump dönemi bittikten sonra da bu sorular gündemde kalacak ancak cevapların niteliği değişecektir.
İçgüdüsel olarak ve belli muhafazakâr grupların da görüşleri doğrultusunda Trump ABD’nin dünyadaki varlığını küçültmeye, içe dönmeye yönelik tercihlerde bulunuyor. Tüm dış politika ve güvenlik aygıtının ve kamuoyu oluşturanların karşı çıkmalarına ve eleştirmelerine rağmen verdiği Suriye’den çekilme ve Afganistan’da asker sayısını azaltma kararları buna iyi bir örnek. Suudi Arabistan’la ilişkilerde başında olduğu devletin vakarını umursamadan hareket etmesi, müttefikleri hiçe sayması ve hatta onlara yönelik mütecaviz söylemi, İran’la yapılan nükleer anlaşmadan çekilmesi hem ülkesini dünya sisteminde yalnızlaştıran hem de Amerikan gücünün aslında orta vadede erimesine yol açacak tavırlardı.
2018’den kalan belki de en önemli stratejik yönelim ise Amerikan seçkinlerinin neredeyse bir blok halinde Çin’in çevrelenmesi, dengelenmesi ve gerekirse püskürtülmesi konusunda bir mutabakata vardıklarının iyice belirginleşmesiydi. Nitekim ticaret savaşları iyice kızışırken Çin’in teknoloji devi Huawei’ye yönelik yaptırımlar, kurucunun kızı da olan operasyonlar müdiresinin tutuklanması gibi gelişmeler o cenahta bir tırmanmanın süreceğini gösteriyor. Ne var ki Çin siyaseten ABD’yi daha fazla üzerine gelmeye zorlayacak adımlardan en azından şimdiye kadar imtina etti.
Ortadoğu’da Arap isyanlarıyla başlayan umut dönemi zaten karşıdevrimin hamleleriyle kapanmıştı. Suriye’deki rejimin de kanlı ve acımasız bir iç savaşı kazanması, bu zaferin `Arap devletler sistemi tarafından tescili ile birlikte yeni bir denge oluşmaya başladı. İsrail ve Arap devletleri açısından İran’ın bölgede dengelenmesi ve püskürtülmesi başlıca stratejik hedef olduğuna göre, Suriye’nin Arap alemine siyaseten dönmesinin ileriki yıllarda Şam-Tahran ilişkileri açısından ne anlama geleceğini zaman gösterecektir.
İran’ın artan gücü ve Suriye iç savaşı nedeniyle başlayan İsrail-Körfez ülkeleri yakınlaşmasının bir sonucu olarak iyice arka plana itilen Filistinliler ise tarihlerinin en yalnız ve çaresiz dönemlerinden birisini yaşıyorlar.
Suriye iç savaşının üzerine perde inerken Rusya’nın bölgedeki hakimiyeti tescil edildi. Bu savaştan istifade ederek kendilerine özerk hatta bağımsız bir bölge kurmak isteyen Kürt gruplar ise bir kez daha bölgesel ve dünya sisteminin iradesi dışında kendi başlarına kaderlerine hâkim olamayacaklarını gördüler.