ATİNA
Yıl 1985. Aylardan Haziran. Cumhuriyet gazetesinin Atina muhabirliğini yaptığım yıllar. Cumhuriyet'in diplomasi yazarı Cengiz Çandar ile Yunanistan'daki seçimleri izliyoruz. Ülkenin bir ucundan diğer ucuna kadar düzenlenen seçim kampanyalarına, mitinglerine katılıyoruz. Dönemin sosyalist PASOK lideri Andreas Papandreu ile muhafazakâr Yeni Demokrasi Partisi (YDP) lideri Konstantin Mitsotakis'i (bugünkü Başbakan Kiryakos Mitsotakis'in babası) adım adım izliyor, röportajlar yapıyoruz. (1985 seçimlerinde PASOK yüzde 48.07 ile birinci, YDP yüzde 35.88 ile ikinci gelmişti.)
Seçimlerden sonra benim kısa dönem askerlik görevimi yapmam için Burdur'a teslim olmam lazım. Cengiz ile birlikte Sakız adasına, oradan Çeşme'ye, ben de oradan Burdur'a gideceğim.
Sakız adasından Çeşme'ye günlük seferler yapan yolcu teknesinin kalkmasına epey bir vakit olduğundan, Sakız sahillerinde denize giriyoruz.
Sefer vakti geldiğinde, kalabalık bir turist kafilesiyle tekneye biniyoruz. Tekne hareket ettiğinde, Cumhuriyet gazetesinin Dış Haberler müdürü Ergun Balcı'nın -bizim sakarlığımızı iyi bildiği için- "Aman dikkat edin makine ile fazla oynamayın. Filmleri yakmayın sakın" diye tembihleyerek verdiği makara filmli fotoğraf makinesiyle, güvertede hatıra fotoğrafları çekiyoruz.
Teknenin Türk kaptanı aniden koşarak yanımıza geliyor: "Ne yapıyorsunun siz delirdiniz mi? Burada fotoğraf çektirmiyorlar. Yasak!" diyerek bizi azarlıyordu ki, oldukça büyük bir Yunan sahil güvenlik botu, önümüzde hızla yaptığı manevranın etkisiyle yaydığı dalgalar teknemizi kundak gibi sallayacak ve teknemizin yolunu kesecekti.
Tekne bir anda Yunan sahil güvenlik memurlarıyla doldu. Cengiz ile bana yaklaşıp "Fotoğraf çekmenin yasak olduğunu bilmiyor musunuz?" diyerek elimizde kala kalan fotoğraf makinesinin içindeki makaralı filmi çıkarıp kendilerine vermelerini istediler. Biz "daha garanti olsun" diye, filmi çıkarmadan makineyi olduğu gibi kendilerine vermek istedik. Onlar ısrar edince olanlar oldu. Makinenin kapağını usturuplu bir şekilde açmaya çalışırken yine bir sakarlık sonucunda filmi yakıverdik. Sahil güvenlikçiler "Filmi mahsustan yaktınız!" diyerek bizi oracıkta göz altına alıverdiler.
Bırakın "hatıra fotoğraflarını" seçim kampanyalarında çektiğimiz son filmi de yakmış olduk. Ama derdimizi anlatamıyorduk. Turist dolu tekneyi ise Sakız limanına geri çekerek bağladılar. Bizi de limandaki karakola götürdüler. Limanda demirli bir savaş gemisi demirliymiş. Onun resmini çekemezmişiz. Oysa bizim limanda savaş gemisi olup olmadığının farkında bile değildik. Neyse uzun lafın kısasası, 4 saat sorgulandıktan sonra gerek Dışişleri gerekse Basın Bakanlıklarının araya girmesiyle "casus değil de gazeteci" olduğumuz anlaşılınca serbest bırakıldık ve 4 saat bizi limanda bekleyen turistlerin kızgın ve kuşkulu bakışları arasında tekne ile Çeşme'ye geçiverdik.
Yıl 2022. Aylardan Eylül. Geçen hafta bu kez Sakız –Çeşme üzerinden İzmir'e gidiyorum. İzmir Gazeteciler Cemiyetinin düzenlediği "Türkiye'de ve AB'de Bağımsız Gazeteci Olmak" konulu bir etkinliğe katılacağım.
Sakız adasında Türkçe tabelalar var. Sakız adası limanından Çeşme'ye geçmek isteyen yüzlerce Yunan yolcu, Çeşme'den Sakız'a gelen yüzlerce Türk turistin tekneden inmesini bekliyor. Onlar inince diğerleri tekneleri dolduruyor. Herkes elindeki cep telefonları ile bol bοl fotoğraf çekiyor. Limanda demirli olan hücum botun ha resmini çekmişin ha çekmemişsin. Yunan sahil güvenlik görevlilerin umrunda bile değil.
Çeşme'ye geldiğimizde üç ayrı tekneden inen yaklaşık 200'den fazla yerli, yabancı turist, tek bir polisin "pasaportları teker teker kontrol etmesini" sabırla bekliyor. Turistlerin sabrı tükenip, homurdanmaya başlamasıyla beş pasaport polisi daha görev başına geliyor ve yolcular rahat bir nefes alıyor.
Sakız-Çeşme-Sakız seferlerinin yoğunluğu ve yolcuların neşesi karşısında içimden "Neredeeen nereye!" diye haykırmak geliyor. Ama bu haykırışı, birbiriyle atışan; hatta "Kafamızı attırmayın geliriz haa!" ya da "Gelin de görürsünüz gününüzü!" diye karşılık veren siyasetçilerin ve yöneticilerin duymasını istiyorum. Ama nafile. Gören çok, ama duymak isteyen yok.
Hani Türkiye'de de Yunanistan'da "halkların egemenliği " derler ya... Hani nerede halkların egemenliği? Halklar kriz değil; barış, huzur istiyor. Hadi buyurun.
İzmir'deki toplantımızda bunların yanı sıra basın özgürlüğünün, bağımsız gazeteciliğin ve basının genel olarak halkların üzerinde ne denli etkili olduğunu da konuştuk.
Basın dünyası, halkların değil de, sahibinin sesi oldukça halkların basına güveni kalmaz, kalamaz. Halkların, taleplerini duymazdan gelen siyasetçilere güveni kalır mı? Onu da seçimler gösterir.