Türkiye ile Yunanistan'ı iyi tanıyanlar her zaman bu ülkelerin gerek siyasi tarihinin gerekse toplumların gelenek, göreneklerinin birbirine ne denli benzediğini anlatırlar.
Herkül Millas'ın bu iki ülke arasındaki benzerliklerini kaleme alan "Tencere dibin kara, seninki benden kara" adlı kitabında bunun çokça örneklerine yer verilir.
Öyledir de... Ama her zaman mı öyle?
Daha, önceki güne kadar kar fırtınasında yaşananlar bunun en çarpıcı örneğidir.
İstanbul ve Atina'nın felce uğramasına yol açan kar fırtınasının yarattığı sorunlar her iki ülkedeki siyasi yaşamın gündemine oturdu.
İstanbul'da Belediye Başkanlığı ile hükümet yetkililerini karşı karşıya getirdi.
Atina'da Yunanistan Başbakanı halktan özür dilemekle kalmadı, kar fırtınasında mahsur kalanlara ve elektrik kesintilerine uğrayanlara ikişer bin Euro (yaklaşık 30'ar bin lira) tazminat verileceğini açıkladı.
Atina'nın valisi sorumlu gösterildi ama istifası istenmedi. Atina çevre yolu şirketinin CEO'su "yolları zamanında trafiğe kapatmadığı için" istifa etmek zorunda kaldı. Yunan ana muhalefeti, hükümetin de istifa etmesini istedi, hatta gensoru vererek parlamentoda güven oylaması yapıldı.
İstanbul'da da -resmen olmasa bile- Belediye Başkanı'nın "yeterince önlem almadığı ve İngiliz Büyükelçisi ile yemek yediği" gerekçesiyle istifa etmesi gerektiğini dile getiren hükümet çevreleri ve hükümeti destekleyen basın oldu.
Sonuç olarak her iki ülkede de devlet mekanizmalarının bu gibi "mini afet" denebilecek konularda hazırlıklı olmadıkları ve birbirlerine benzedikleri söylenebilir.
Ama benzemedikleri taraf, Yunan hükümetinin karşılaştığı eleştirilerle, Türk hükümetinin karşılaştığı eleştirilerin aynı düzeyde olmaması.
Örneğin, Yunan muhalefet partileri Yunan Başbakanını alenen "acizlikle" suçlayıp, istifa etmesi için parlamentoya gensoru verirken, Türkiye'de, Ulaştırma Bakanlığının trafiğin kar nedeniyle keza durma noktasına geldiği karayollarından sorumlu olmasına rağmen sadece muhalefet partisinin desteğindeki İstanbul Belediye Başkanlığı suçlandı. Muhalefet ise sessiz kaldı...
Her iki ülkenin karşılaştığı başka bir sorun da ekonomide gözlenen krizler oldu.
Her iki ülkenin ekonomistlerine bakacak olursak, kendi ülkelerindeki ekonomik krizin "var olan sermayenin doğru yönetilememesinden, gerekli yatırımların yapılmamasından" kaynaklandığı sonucunu çıkartılıyor. Burda bir benzerlik söz konusu.
Benzer olmayan tarafı ise 2010 yılında patlak veren Yunanistan'daki ekonomik krizin onbirlerce insanın yollara dökülmesi, parlamentoyu yakma tehditleri ciddiye alınınca iki ayrı hükümetin devredilmesi ve nitekim tek hanelik yüzdelerde seyreden radikal sol bir partinin iktidara gelmesiyle sonuçlandı. Böylece halk arasındaki öfkenin gazı büyük bir ölçüde alınmış oldu.
Ne var ki sol eğilimli bu hükümetin uygulamaya çalıştığı kendi ekonomi modeli krizi daha da derinleştirdi. Yunanistan, nitekim uzun müzakerelerden sonra AB'nin de mali desteğiyle ve 10 milyon gibi küçük bir nüfusa sahip olmasıyla krizden çıkmış oldu.
Türkiye'de ise halkın ekonomik kriz nedeniyle yollara dökülmesi gibi bir alışkanlığı olduğu bugüne kadar görülmedi.
Türkiye, Yunanistan'ın aksine -AB üyesi olmadığı için- kendi ekonomi modelini uygulamaya başladı.. Hükümet, ekonomistlerin aksine, bu ekonomi modeliyle er ya da geç krizden çıkılacağına inanıyor.
Bu konuda nasıl bir benzerlik olup olmayacağını zaman gösterecek.
Türk ve Yunan basınını izleyen bir gazeteci olarak, belli başlı Türk TV kanallarında ve gazetelerinde "Atina savaş mı istiyor?" gibi ifadelerin belli başlı Yunan TV kanallarında ve gazetelerindeki "Ankara savaş mı istiyor?" gibi alt yazı ve haber başlıklarına yer verildiğini okuyor, izliyor ve hayretlere düşüyorum.
Çünkü taraflardan hiçbiri savaş istemediğini açıklıyor. Yani -halkları dahil- savaş isteyen hiçbir taraf yok.
Olan birşey varsa o da, Türk ve Yunan yetkililerin "...biz savaş değil; barış ve diyalog istiyoruz..." şeklindeki açıklamalarının "karşı taraftaki" basın tarafından göz ardı edilmesinin tıpatıp benzemesidir.
Her iki ülkedeki basının, her nedense, karşı tarafın bu "diyalog çağrılarının" yerine "Egemenlik haklarımızı ve menfaatlerimizi korumaya kararlıyız" şeklindeki açıklamalarını "tahrik edici ve provokatif açıklamalar" olarak servis etmesindeki benzerlikleridir.
Yunanistan'ın, Türkiye'nin savunma sanayiine verdiği önemden ve "Türkiye'deki ekonomik krizin unutturulması Ege'de bir kriz çıkarabileceği" gibi endişeleri var.
TV haber bültenlerinde "Türkiye, Yunanistan'a karşı provokatif eylemlerine devam ediyor" türündeki ifadeler hemen her gün sıkça kullanılıyor.. Bu da kamu oyunda bir huzursuzluk yaratıyor.
Türkiye ise Yunanistan'ın "silahlanmasına anlam veremediğini" açıklıyor. "Yunanistan kime karşı silahlanıyor? Türkiye'yi hedef mi alıyor?" gibi günlük TV programlarında benzeri ifadeler kullanılıyor.
İki ülke birbirlerine karşı duydukları ve hemen her gün gündeme getirdikleri güvensizlik duygularını bu şekilde sergilerken, Türk ve Yunan basını, ülkelerinin birbirlerine karşı duydukları bu güvensizlik duygularını yatıştırma yerine ortamı daha çok kızıştıracak konuşmacı ve akademisyenlerin milliyetçi damarları kabartan görüşlerine yer veriyor. Burada da tam bir benzerlik var.
Hiçbiri, karşı tarafın görüşlerine yer vermemeye özen göstermekle adeta birbiriyle yarışıyor. Burada da olumsuzluk açısından tam bir benzerlik söz konusu.
Sonuç olarak, bu coğrafyanın önemli bir bölgesini paylaşan bu iki ülkenin -olumlu ya da olumsuz- benzerlikleriyle iyi geçinme yerine, halklarının barış taleplerinin aksine, birbirlerini kışkırtmada gösterdikleri becerilerini ön plana çıkartmakla her iki ülkedeki kimi siyasetçilerin işine yaradığı benzerliğini de ortaya çıkarıyor.