“Bizler, Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının, İstiklal Savaşı sırasında bile, egemenliğin sahibi olan ulusa ve onun tek temsilcisi Büyük Millet Meclisine dayanarak kurdukları Türkiye Cumhuriyeti’nin, sadece cumhurbaşkanlarına ve büyükelçilere tanıdığı, devleti temsil yetkimize dayanarak, devleti yurtdışında temsil ve ulusun çıkarlarını koruma görevimizi, yıllarca gururla ve özveri ile yerine getirdik. Bu uğurda birçok değerli mensubumuzu teröre kurban verdik.
“Çok zor bir coğrafyada, her zaman sorunlarla uğraşmak zorunda olan Türkiye Cumhuriyeti’nin büyükelçileri, diplomatları olarak gerek duyduğumuz gücü bize, Türkiye Cumhuriyeti’ne dünya devletleri nezdinde büyük bir saygınlık kazandıran demokratik, laik ve hukuk devleti nitelikleri verdi.
“…Türkiye Büyük Millet Meclisi’nde görüşülmekte olan anayasa değişiklik teklifinin.. yasalaşması halinde Türkiye Cumhuriyeti, demokratik, laik ve hukuk devleti olma niteliğini yitirecektir.
“Böyle bir gelişmenin Türkiye Cumhuriyeti’ni, terör, ekonomik sıkıntılar ve savaş tehdidi altında bulunduğu bir dönemde, daha da ayrıştırarak, içeride ve dışarıda çok ciddi badirelerin içine atacağını görüyor ve bundan derin endişe duyuyoruz.
Bu satırlar, 13 Ocak 2017 tarihinde, bazılarının sözcük anlamını bile bilmeden “Monşer” diyerek aşağılama çabası içine girdikleri emekli büyükelçilerin, 16 Nisan 2017 anayasa halkoylaması öncesinde kamuoyuna açıkladıkları duyurudan alınmıştır.
Görülüyor ki o gün, 103 büyükelçi, anayasa değişikliği ile getirilmesi planlanan “tek adam rejimi”nin olası sonuçlarını ve bunun Türkiye Cumhuriyeti’ni içte ve dışta ne tür badirelerin içine atacağını, hiçbir tartışmaya yer bırakmayacak biçimde açıklamışlar. Üstelik üniversiteler, barolar birlikleri, eski ve yeni siyasetçiler, iş dünyasının temsilcileri vb. henüz hiç seslerini çıkarmamışken.
“Monşer” aklı işte! Onlarca yıl sonrasını görmeye alışmış ve programlanmış. Keşke bu duyuruya kulak verilseydi.
Demokrasilerde, bırakın ulusun geleceğini tehlikeye atan vahim davranışları, en küçük bir yanlışta bile bakanların görevlerini bırakmaları beklenen, alışılagelmiş bir davranıştır. Bu, onurlu insan, düzgün siyasetçi olmanın da gereğidir.
Ana muhalefet lideri Kemal Kılıçdaroğlu’nu linç girişimi sırasında Hulusi Akar’ın sözleri; önceden tasarlanmış olduğu izlenimini veren saldırı sonrasında Süleyman Soylu’nun yaptığı açıklama, bu iki bakanın ve onlara böyle konuşma cesaretini belki de talimatını verenlerin artık bir gün dahi bulundukları görevlerde kalmalarının, Türkiye Cumhuriyeti’nin geleceğini tehlikeye atacağını göstermiştir. Soylu’nun sözlerine yansıyan yaklaşım, 35 yıldır PKK’nın yapmaya çalışıp da başaramadığı, ülkeyi iç savaşa, kardeş kavgasına sürükleme tehlikesi taşımaktadır. Buna izin verilmemelidir.
Önce Başbakan Erdoğan’ın danışmanı, sonra Dışişleri Bakanı ve nihayet tarihte ilk kez, seçilerek geldiği görevi emirle bırakan Başbakan olan Ahmet Davutoğlu, bir açıklama yapmış.
Meğer dış politikada ne başarılar kazanmış, ülkenin itibarını ne kadar artırmış! Tek adam rejiminin sakıncalarını nasıl da biliyormuş! Şaka gibi!
Evet bakanlığının ilk döneminde bazı kıdemli “Monşer” lerin sözlerine kulak verdiği için hiç değilse bir iki konuda vahim yanlışlar yapmadığı söylenebilir. “Ben artık her şeyi biliyorum.” diye düşünüp, “Monşer”lerin uyarılarına kulaklarını tıkamaya başladıktan sonra ise başta Suriye olmak üzere Türkiye’nin başına ne büyük dertler açtığını ilkokul çocukları bile biliyor.
Şimdi -ama yine de Erdoğan’ı dikkatle ayırmaya çalışarak, öyle ya ne olur ne olmaz?- eleştirdiği “tek adam rejimi”ne giden anayasa değişikliğine karşı “Monşer”ler kamuoyunu uyarırken Davutoğlu’nun çıtı çıkmıyordu.
Anayasa değiştirilirken, bir zamanlar kendisine de doğruları göstermeye çalışan “Monşer”ler kadar bile dik duramayan Davutoğlu “zehir, zemberek” açıklama yapmış.
Haydi canım sende!