Biraz önce kendi varoluş ve hayat tercihi sorunlarından ruhum yorgun düşmüşken öğrendim Cengiz’in annesinin öldüğünü. Oysa geçen hafta Erdoğan söylemişti Fatma Teyze’nin beyin kanaması geçirip hastaneye yattığını; ama işte hayatın yabancılaştırıcı ritmi yüzünden annesi öldükten sonra arayabildim Cengiz’i. Bu yazının başlığının son yıllarda okuduğum en dokunaklı, en sersemletici yazılardan birisinin, “Behçet’in annesi öldü” yazısının başlığına benzemesi de tesadüf değil.
Cengiz Türüdü, Sezai Sarıoğlu'nun "Nar Taneleri" kitabında “Okumak için Okulu Bıraktım” başlığı ile anlatılan Bulancaklı bir siyasallıdır; “ 1982 yılının Haziran ayında neden bu ülkede Nietzsche çıkmadı diye kendini kitaplara verir” ve bu sürecin sonunda kendi deyimiyle “çıldırır”. O zamandan beri her gün iyileşme umudu ile geçirir bütün hayatını. Çıldırmadan önceki günlerde Cengiz, o yıllardaki acılara, kötülüklere rağmen insanların minibüslerde hala gülebiliyor olmalarına dayanamadığı için her yere yürüyerek gitmeye başlamıştı. Aslında Nietzsche’nin adını anması boşuna değildir, çünkü kendi başına geleni biraz da Nietzsche’nin başına gelenlerle kıyaslamaktadır. Kitap okunduğunda görülecektir ki aradan geçen yıpratıcı yıllara rağmen Cengiz, hala Dünyanın ve insanların sorunlarına berrak bir zihinle eğilmektedir. Cengiz uzun süredir, annesi ve hala beyninde bir kurşunla yaşayan kardeşi Recai ile birlikte Sultangazi’nin arkalarında bir yerlerde oturur. Bir kez Cengiz'i evlerinde ziyaret etmiş ve annesine kendi anam gibi sarılma fırsatı bulmuştum. Çok zorluklar çekmiş bir anaydı; ben gördüğümde Cengiz ve Racai’ye- hala 1980 öncesi zamanlarda yaşayan ve o zamanların dili ile konuşan Recai’ye-sanki küçük çocuklarmış gibi bakmaya devam ediyordu. Ölümünü haber veren Sebahattin Selim Erhan, Fatma Teyze'yi şöyle anlatıyor: “Onu ilk 1978 yılında Bulancak’ta tanımıştım. Vefakar, esprili, sevimli; tam bir Anaydı. Yıllarca her türlü zorluğa göğüs gerdi. Biri kız yedi çocuğu vardı; kocası Hasan amcamız dahil yedi çocuğu da işkencelerden geçti, yıllarca hapishanelerde yattı. O İşkence hane önlerinde, mapushane kapılarında, yıllarını geçirdi yine de yılmadı, dert yanmadı. Çocuklarının arkadaşları evine geldiğinde onları kendi çocukları gibi bağrına bastı, yedirdi, sakladı, barındırdı”.
‘Sonbahar’ filmini saymazsak aslında o yıllarda analarımızın neler çektiği, yaşadığı pek anlatılmadı. ‘Sonbahar’, 10 yıl süren cezaevi yaşamından koyu bir yalnızlık duygusu ile dağların enginliğindeki bir köyde yaşayan annesine sığınan Yusuf’un öyküsünü anlatsa da filmde bir süre sonra anne Gülefer’in( filmde anneyi canlandıran kadının Raife Yenigül ismiyle Artvin’in bir dağ köyünde yaşadığını biliyoruz) filmin atmosferini yaratan doğa gibi ağırlık kazandığını, yönetmenin yıllar süren hazırlığına karşın sanki kendiliğinden filmin ağırlığının doğaya ve anneye kaydığını söyleyebiliriz. Ben filmi o kadar anne merkezli seyretmiştim ki filmin sonunda annenin değil Yusuf’un öldüğünü haftalar sonra film üzerine konuşurken öğrendim kendime şaşırarak. Sözü uzatmadan söyleyecek olursam aslında o yılların, oğulları analardan çaldığını söyleyebiliriz.
Belki Fatma Teyze'nin bu dünyadaki çilesi doldu ama Cengiz ve kardeşinin yaşamı daha da zorlaşacak bundan sonra; yani aslında o meşakkatli yaşamanın devamı gibi gözünün arkada gittiğini söyleyebiliriz Fatma Teyze'nin.