Bundan tam 17 yıl önce 1999’da büyük depremin hemen arkasından Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde profesör olmuştum. O zamanlar yanımda Nazife vardı ve deprem acısı kara bulutlar halimde şehrin üzerine çökmesine karşın “iyi insanlığın üyeleri” halinde kendi umudumuzu ve mutluluğumuzu üretebiliyorduk. Sonra 2016 Haziran ayında Kocaeli Üniversitesi’nden ayrılarak Koç Üniversitesi Tıp Fakültesi’nde çalışmaya başladım. Orada geçirdiğim zamanlarda içimde birikenleri ve teşekkürlerimi daha önce yazmıştım (İyi zamanlar için teşekkürler). Geçen hafta ise “ikinci kez profesör oldum” ve Koç Üniversitesi Tıp Fakültesi kadrosuna atanma işlemim tamamlandı. Bu kez ise bir yazı ile bana yeni bir gelecek için yer açan zamana/kişilere teşekkür etmek için yazıyorum.
Öncelikle çok teşekkür ederim. Beni bu kuruma davet eden Erhan’a, Berkan’a ve görüşme yaptığım andan itibaren güvenle bu kuruma bağlanmamda etkin olan Evren’e ve beni içten bir “Hoşgeldin” ile karşılayan başta Sermin hanım ve Erdal olmak üzere tün yöneticilere/çalışanlara ve çalışma arkadaşlarıma teşekkür ederim. Tabi, beni en başından beri yüreklendiren, aslında beni buraya getiren yolun ilk taşlarını Kocaeli Tıp Fakültesi ile yaptığı eğitim işbirliği ile döşeyen sevgili hocam Şevket Ruacan’a ayrıca teşekkür ederim. Gördüğünüz gibi Sermin hanım ve Şevket hoca hariç herkese “sen” hitabı ile seslenmiş oldum; çünkü Evren bana ilk görüşmede ben size “Şükrü bey” diyeceğim ama siz bana “lütfen Evren deyin” demişti. Bunu aynı zamanda dünyanın iyi zamanlarının politikacılarından-ne kadar özlemle ansak yeridir şimdilerde- Olaf Palme’yi selamlamak için de andım. Çünkü İsveç’te ilk yaptığı şeylerden birisinin “sen devrimi” olduğunu okumuştum.
Başlangıçta kurum ve şehir değiştirmekten dolayı bazı bocalamalarım oldu ama şimdi tam olarak “iyi bir şeyin içine girdiğimi” düşünüyorum. Bunu bir kaç cümle ile ifade etmek isterim.
Öncelikle bir çocuk hekimi ve çocuk endokrinoloji uzmanı olarak birikimlerimi yansıtmak ve kendi alanımda kapsamlı programlar (Diyabet ve yapay pankreas, obezite, lipid kliniği ve çocuk kemik hastalıkları gibi) geliştirmek ( bunları yaparken aynı zamanda kendimizi geliştirmek) için ekip olarak önümüzde yeni bir yol açıldığını görüyorum. Bu kurumda güçlü işbirlikleri ile (örneğin metabolik cerrahi) yaptıklarımızı derinleştirme imkanı var. Böyle bir ortam ve şimdiye kadarki destekler için tekrar teşekkür ederim.
Tıp eğitiminin hem felsefesine hem de pratiğine bu kadar zaman, konsantrasyon ve emek ayrılan bir kurum daha önce görmedim. Bunun ötesinde başta Evren ve dekan yardımcıları olmak üzere tıp eğitimi ile ilgili yetkililerin teknik bilgisi dikkat çekici ve bunun farklı (problem odaklı ve bilgiye dayalı) bir yönetim imkanı sağladığını düşünüyorum. Hemen belirtmem gerekir ki tıp eğitimine verilen emek öğrencilerde açık bir şekilde görülüyor. Tıp fakültelerinin kalbinin öğrenciler olduğuna, tıp fakültelerindeki canlılığın ve ruhun öğrenciler tarafından sağlandığına inanırım. Burada bunu tam olarak görmenin ötesinde bilgili, soru sorma özgürlüğünü kişiliklerinin bir parçası yapmış, problem odaklı düşünmeyi öğrenmiş ve çok iyi yetişmiş öğrencilerle karşılaşmak beni çok etkiledi. Bunun yalnızca öğrencilerin fakülteye giriş puanları ile ilgili olmadığını, burada verilen eğitim ve kültürün belirleyici olduğunu ve böyle bir zamanda bunu sürdürmenin bir düşü gerçekleştirmek olarak tanımlanabileceğini söylemek isterim.
Söz düşlerden açılmışken beni buraya çeken en güçlü düşün “ Koç Üniversitesi Çocuk Hastanesi” projesi olduğunu da söylemek isterim. Sayın Rahmi Koç’un“ Tam teşekkülü çocuk hastanesi” olarak tarif ettiği (bu tanımdan daha iyisini bulmak zor) bir projenin içinde olmak her çocuk hekiminin düşüdür. Hayatımın bu döneminde bana böyle bir projeye liderlik etme imkanı verilmesini gerçek bir yaşam armağanı olarak görüyorum ve gerekenleri yapmak için var gücümle çalışacağıma söz veriyorum. İnsanlar çok para kazanabilirler ama bu, tek başına bir amaç olduğunda ölçüsüz hırs olarak tanımlanır ve sonunda yıkıcı mutsuzluklara neden olur. Oysa Rönesans sanatçılarını destekleyen büyük ailelerin yaptığı gibi para kazanmayı dünyayı güzelleştirmek ve insanlığın uygarlık serüvenine bir tuğla eklemek için kullanmak da mümkündür. Bu açından bakıldığında “ Koç” adı ile “ Çocuk Hastanesi” adının eşsiz bir sinerji oluşturduğunu ve bu projenin bir iyimserlik bulutu olarak bu kurumun manevi değerini çok yukarılara çıkaracağını düşünüyorum.
Son olarak ise öğrencisi olmak her zaman kıvanç duyduğum sevgili hocam Prof. Dr. Nusret Fişek’in “Hiç bir çalışma ya da araştırma akademik egzersiz için yapılmamalı, sonuçta mutlaka ülkeye bir yararı olmalıdır” sözünü arkama alarak, bu kurumda Diyabetli Çocuklar Kampı gibi topluma yönelik çalışmalarımıza tam destek verildiğini görmenin bizi ekip olarak çok etkilediğini söylemek isterim. Otuz yılı geçen hekimlik/akademisyenlik yaşamımı iyi klinik hizmet verme, eğitim, araştırma ve toplumsal sorumluluk ilke ve değerleri üzerine kurmaya çalıştım. Bu ilke ve değerlerin burada destekleniyor olduğunu, bu hastanenin gerçek bir vakıf düşüncesi ile çalıştırıldığını, para kazanmanın değil bir işi layıkıyla yapmanın temel amaç olduğunu görmek ve yoksul hastaların SGK antlaşması sayesinde bana ulaşabilme imkanı olduğunu bilmek benim her gün “daha ne isteyebilir bir insan” düşüncesi ile işe gelmemi sağlıyor ki, bütün bunlar için ise ne kadar teşekkür etsem az olur.
Hep iyi şeylerden söz ettikten sonra ise sözlerimi bütün bunlara eşlik eden derin bir üzüntü duygusunu ifade ederek tamamlamak isterim. Ülkemizin cumhuriyetin birikimlerini hoyratça heder eden, uygarlığın ve barışın ancak özgürlükle mümkün olabileceği düşüncesini yadsıyan koyu bir karanlık döneme girdiğini hepimiz görüyoruz. Benim kendi hayatım bakımında “iyi bir şeyin içine girdiğimi” hissettiğim bir zamanda içinde en yakın arkadaşlarımın da olduğu bir çok kişinin üniversiteden atılmasından ve bir tür Kafka romanlarındaki gibi haklarını aramanın boşunalığı atmosferine mahkum edilmelerinden derin bir üzüntü duyuyorum. Son olarak ise üniversitelerde göstermelik de olsa kalan tek evrensel mekanizma olan rektörlük seçimlerinin kaldırılmasını bir “kötü alamet” olarak görüyorum. Buraya iyi duygularla bağlanırken geride bıraktığım kurumdaki arkadaşlarımın ve öğrencilerimin durumu, bu yıl Diyarbakır’da Diyabetli Çocuklar Kampı yapamamanın üzüntüsü ile birleşiyor ve içimden yükselen sevinç duygusunun boğazımda düğümlenmesine neden oluyor.
Bütün bunlara rağmen "..Cesaret, daha çok umutsuzluğa rağmen ilerleyebilme yetisidir. Gerekli olan cesaret salt inatçılık da değildir. Mutlaka başkalarıyla birlikte yaratmak durumunda kalacağız. Fakat eğer kendi özgür fikirlerinizi ifade etmezseniz, kendi varlığınızı dilemezseniz, kendinize ihanet etmiş olacaksınız. Bütüne katkıda bulunmadığınız için ihanetiniz toplumumuza da karşı olacak.."(Rolla May, Yaratma Cesareti, Metis Yayınları) sözlerine inanarak ama esas sevgili Tanıl Bora’nın çevirdiği Rilke şiirine sığınarak iyi şeyler yapmaya ve mücadeleye devam edeceğimi belirterek herkese tekrar teşekkür ediyorum.
Umut
Sessiz saatler vardır, arzuların, umutların, fikirlerin usulca tutunmaya çabaladığı hayatın ağacına, imge imge, düş düş didinerek.
Saatler vardır, fırtınalar eser gövdenin çemberinde hepten kudurur çoğalır ölür gider umudun taze filizleri çıkaramaz geceyi.
Ama çok geçmeden, daha sabahına yaprakları dökülmüş hayat ağacına arzular, umutlar, fikirler tutunur, imge imge, düş düş sarılır.
Rilke
* Yazının başlığındaki “ümit beyannamesi” sözü için ama esas yayınlanmamış şiir çevirisini “başım gözüm üstüne, eyvallah” diyerek yazıda kullanma izni verdiği için cömert arkadaşım Tanıl’a teşekkürler.