Geçen hafta önceki cumhurbaşkanımız sayın Abdullah Gül’ün birçok insanın beklentisini karşılamayan konuşmasında belki de en kayda değer noktalardan birisi “liyakat” kavramına yaptığı vurgu idi. Örneğin konuşmasının bir yerinde koalisyonun yararından söz ederken “ ama liyakat sahibi kişilerin bakan yapıldığı bir bakanlar kurulundan söz ediyorum” dedi. Gerçi bu satırları yazarken bile kendi döneminde örneğin rektör atamalarında ne kadar bu söylediğine uygun davrandı eleştirilerini duyar gibiyim ama bu konuyu dile getirişinin yine de bir ihtiyaçtan kaynaklandığını düşünüyorum. Türk Dil Kurumu Sözlüğü’nde Liyakat kelimesinin anlamları 1.‘’Bir kimsenin kendisine iş verilmeye uygunluk, yaraşırlık durumu’’, 2. ‘’Kifayet’’ olarak veriliyor. Bunun yanında, Liyakat, insanların genetik belirlenme ve kendi emekleri ile oluşturdukları kapasitelerini kullanabilmelerinin, isterlerse buna uyan bir yer ve etki elde edebilmelerinin hakkı olduğunu anlatır. Bu açıdan bakacak olursak ülke olarak yalnızca şimdi değil uzun zamandır liyakata yeterli değeri vermediğimizi söyleyebiliriz.
Evren, İngilizce'de “ diversity” sözcüğü ile karşılanan ve bütün canlıları kapsayan “çeşitlilik” ile karakterizedir. O kadar ki Mevlana’nın arkadaşı Şems’e ait olduğu bildirilen bir söz “ çeşitliliği” Allah’ın nizamı olarak tanımlayarak dinimizde de ayrı bir yere koyar:
“Hepimiz farklı sıfatlarla sıfatlandırıldık. Şayet Allah herkesin tıpatıp aynı olmasını isteseydi, hiç şüphesiz öyle yapardı. Farklılıklara saygı göstermemek, kendi doğrularını başkalarına dayatmaya kalkmak, Hakk’ın mukaddes nizamına saygısızlık etmektir”. Bu sözden bugüne bakmak bile İslam dininin özünden ne kadar uzaklara düştüğümüzü göstermeye yetebilir ama konumuz bu değil. İlk bakışta en yeteneklilere en fazla imkan tanımak ile “çeşitlilik” arasında bir çelişki varmış gibi görünebilir ama burada sözü edilen “Doğal Seleksiyon”un topluma uyarlanması değildir. Çünkü Liyakat, insanların kapasitelerini kullanabilmelerinin hakkın ötesinde “çeşitliliğin” sağlanması için de bir gereklilik olduğunu anlatır. Çünkü çeşitlilik bildik anlamda aynılık değildir ve daha çok belki “eşitlik” kavramı ile akraba sayılabilir. Burada talep edilen ayrıcalık değil, yetenekli olanlara yer açılması, imkan sağlanmasıdır.
Ne demek istediğimi ve dünya görüşü kaynaklı ayrımcılıkların nasıl bir sorun olduğunu ülkemizin trajik evrelerinden birisinde kendi yaşadığım bir örnekle anlatabilirim. Liseyi o zamanın bir çok köylü çocuğu gibi Kütahya Lisesi’nde “Parasız Yatılı” olarak okuyordum. Bütün “Parasız yatılılar” gibi hayatımı çalışkanlıkla kazanıyordum ve matematik dersinden 9’un altında not almamayı kendime hedef olarak koymuştum. Ülkemizi 12 Eylül karanlığına götürecek olaylar yeni başlamış, mesela Kerim Yaman İstanbul’da yeni öldürülmüştü. Biz de o zaman yeni politikleşmeye başlamıştık ama okulumuzda ülkücü hocaların egemenliği vardı. Yine de o zamanlar çalışkan öğrencilerin hocalar karşısında dokunulmazlığı var diye düşünürdük. Benim için büyü tam bu noktada bozuldu; çünkü matematik dersinin hocası lisenin sonlarına doğru değişmiş ve okulda “ülkücü militan” olarak bilinen sert bir hoca derslerimize girmeye başlamıştı. Daha önce bütün yazılılardan 9 ya da 10 alan birisi olarak onun yaptığı ilk yazılıdan 5 alınca neye uğradığımı şaşırmış ve itiraz etmiştim ama hocanın düşmanca sayılabilecek “katılığı” karşısında bir şey yapamamıştım. İşte o zaman bir tür genetik potansiyelime ve emeğime (benliğime de ) ağır bir darbe aldığımı hissetmiş; bunun nedenlerini bilsem de kabullenmek istememiştim. Çözüm olarak öğrencilerin sözlüye kalkma hakkını kullanmış ve çözümü tam bir ders süren bir problemi her adımda kendi hakkını elde etme mutluluğu yaşayarak ve sınıfın nefesini tutarak izlediği bir atmosferde çözerek kendi benliğimi savunmuştum. Şimdi geriye baktığımda benim ilk “liyakat” mücadelemin bu olduğunu düşünürüm. Sonra hayat bana şükretmeliyim ki ülkemizin “çeşitliliği” içinde bir yer ve etki elde etme imkanı verdi ama bu tür engellemeler ile “ekarte” edilen kaç kişinin olduğunu bilmek mümkün değil.
Sözü bugünlere getirecek olursak ülkemizde çeşitliliğe değil de “birliğe” inanların egemenliği döneminde “liyakat”ın neredeyse tamamen terk edildiğini, bunun tesadüf olmadığını, bu nedenle de dünyayı doğru, kapsamlı ve adil algılayan insanların devre dışı kaldığını görüyoruz. Liyakat yerine dünya görüşleri ve/veya ve biat kültürüne yaslanan ve her düzeyde ayrımcılık yapanların kısa dönemli etkilerini baskı ve şiddet politikalarında görüyoruz ama uzun dönemde toplumun derinlerinde kalıcı bir inhibisyon yaratacaklarını, örneğin liyakatla bir yer elde edemeyen insanların topluma katkı vermeyi bırakabileceklerini ya da başka ülkelere göç edeceklerini, beyin göçü denilen şeyin aslında liyakat sahibi insanların kendilerini gerçekleştirme arzusu ile başka ülkelere yönelmesi demek olduğunu söyleyebiliriz. Bu konu üzerinde düşünürken uçak korkusu olan birisi olarak aklıma hep pilotlar gelir. Bir an pilotların da liyakata göre değil de dünya görüşü ve/veya inançlarına göre seçildiğini düşünsek sanırım bir süre sonra THY uçaklarına kimse binmez. Oysa örneğin bir kurumun yöneticisinin böyle belirlenmesinin de uzun dönemde pilotların seçiminden bir farkı yok ama etkileri uçağın düşmesi gibi ani olmadığından böyle şeyleri daha kolay kabulleniyoruz.
Bir kez daha vurgulayacak olursak liyakat, en yetenekli olanlara en fazla imkan sağlamak demek. Aksi durumda şimdilerde olduğu gibi zayıf adamların egemenliğine gireriz ve uygarlık dışına savruluruz. Liyakat yerine güçle bir yerlere gelenler, sürekli "liyakat eksikliği" huzursuzluğu ile baskıcı davranırlar. Çünkü liyakat eksikliği başka özellikler (dünya görüşü vs.) ile kapatılamaz. Hep açık bir yara gibi görünür. Yazının sonunda iyimserliği elden bırakmadan söyleyecek olursak ben yine de determinizmin (isterseniz mukaddes nizam da diyebilirsiniz) liyakat üzerine kurulu olduğunu ve bunu dikkate almayanların tarih dışı kalacaklarını düşünüyorum. Bizim gibilerin elinden ise “insan olmaktan” ve mücadeleye devam etmekten başka bir şey gelmez; çünkü başka türlüsünü yapamayız.