Geçen hafta sonunu Tahir Elçi İnsan Hakları Vakfı Kuruluş ve Danışma Kurulu toplantısı için Diyarbakır’da geçirdim. Tahir Elçi ile hiç karşılaşmamıştım ama onun içinde taşıdığı “büyük insanlığı” hissediyor, neredeyse yakın arkadaşımmış gibi (Biraz Dr. Ümit Biçer’e de benzetirdim yaşarken) biliyordum. Belki ayrıca onu, Diyarbakır’da yaşayan Dr. Selim Ölçer, Dr. Mahmut Ortkaya, Dr. Necdet İpekyüz, Dr. Mehmet Nuri Özbek gibi yakınlarıma benzettiğimden, onların dünyasından olduğunu düşündüğümdendir bu bilme halim. Çok uzun zamandan beri (belki İlk Ahmet Arif okuduğumdan beri), Diyarbakır’ı hep kalbinde hisseden birisi olarak yaşıyorum ve şimdi düşününce anlıyorum ki Tahir Elçi’yi de Diyarbakır’la özdeşleştirmiş ve sanki onu Ahmet Arif şiirlerindeki insanlardan birisi olarak içimde tutmuşum. İşte bu yüzden öldürüldüğünü duyduğum andan itibaren, onunla ilgili hemen her şeyi izledim (öldürülmeden hemen önce silahlar patlamaya başlayınca minarenin dibinden hemen uzaklaşmayarak, ne oluyor diye diklenerek silah seslerinin geldiği yere bakışını da hiç unutmadım ve bu halinin karakterinin bir dışa vurumu olduğunu, belki de bunu yapmasa onu öldürmeye fırsat bulamayacaklardı diye düşündüm ), okudum; sanki, öldürüldükten sonra götürüldüğü hastanenin morgunun önüne içi yanarak, ellerini açarak koşan Türkan Elçi’nin yanına koydum kendimi.
Şu dünyada iyi kalp taşıyan birçok insan gibi Türkan Elçi’nin cenaze töreninde yaptığı konuşmayı (hani o , “Onu faili meçhuller ordusu karşılayacak. Kendini her zamanki gibi nezaketle tanıtmaya çalışırken onlar da ‘seni bütün faili meçhuller bütün alem tanır. Senin bize bir ömür hakkın geçti. Biz seni buradan izledik, bizim gibi faili meçhullere bir ömür adadın’ diyecekler” diye başlayan konuşma) ağlayarak izlemiş ve kendimce konuşmasını Rakel’in Hrant’ın arkasından yaptığı konuşmaya benzetmiştim. Türkan Elçi’yle hep tanışıyormuş hissi ile dolu ilk konuşmalardan sonra bu benzerliği sordum. O da bunu önce düşünmediğini, o günlerdeki konuşmalarını hatırlamadığını ama sonra Rakel ile sohbet edince, aralarındaki akrabalığı hissettiğini, onun da kendisi gibi bildik politik aktiviteler içinde yer almadan evi, çocukları çeviren, biraz kapalı yaşayan birisi olduğunu, belki bu yüzden başka bir dille, insanlığın ortak dili konuşabildiklerini söyledi.
Yazının başına dönerek söylersem, sanırım işte bu düşünce ve duygu paylaşımlarının da etkisiyle benim de yeni kurulan Tahir Elçi İnsan Hakları Vakfı Danışma Kurulu’nda yer almamı önerdiler ve ben de bunu severek, düşünerek, hissederek kabul ettim. Toplantıda Tahir Elçi ile ilgili bir çok şey söylendi (onun gözü karalık anlamında değil ama fikirlerini savunma, uygulama anlamında cesur olduğunu, bağımsız bir aydın olmayı her zaman öne koyduğunu, merhametli, kin gütmeyen birisi olduğunu, konuşamayan herkesin sesi olmayı önemsediğini, çocuklarına, ailesine düşkün, öğrenmeyi seven birisi olduğunu söylediler) ama duyduklarım arasında beni ona bağlayan şeyin her şeye “çocuk gözü ile bakan” birisi olduğunu anlatan cümleler olduğunu anladım toplantı boyunca. Bu yüzden de başta Türkan Elçi ve Avukat Neşet Girasun’a (Tahir Elçi’nin yıllar önce boşaltılan köyünden kendisi), beni de bu anlamlı işe kattıkları için teşekkür ettim.
Toplantıda Tahir Elçi’nin hukukçu ve insan hakları savunucusu olarak mirasını sürdürmenin vakfın en önemli misyonu olacağı, bunu yaparken adil ve bağımsız olmasının önemli olduğu, bölgedeki avukatlık tarihinin batılı anlamda insan hakları savunuculuğunun ötesinde, Amerikan Sivil Haklar hareketi benzeri bir damarının olduğu ve Tahir Elçi’nin esas bunu temsil ettiği gibi birçok önemli görüş dile getirildi.
Toplantıyı yöneten ve vakıf yönetim kurulu üyesi de olan hukukçu Orhan Kemal Cengiz, Tahir Elçi’nin siyah beyaz kutuplaşması yerine, bir tür özgürlük alanı diyebileceğimiz “gri zonda” olduğunu ve bunun üzerinden ilerlemeyi önerdi. Ben de bunun iyi bir çıkış yolu olacağını, egemen politik bakışın normal kavramanı bozduğunu ve örneğin boyun değerlendirmesinden örnek verilecek olursa normali ortalama ( 50.persentil) gibi tarif ettiğini, bu nedenle insanları araçlaştırarak (son aylardaki hapiste intihar “eylemleri” buna bir örnek) tarihi zorladığı söyledim. Bu nedenle yapılacak etkinliklerde Hannah Arendt’in “..ve kavraması zor da olsa, ortaklığa yalnızca farklılıkları vurgulayarak, her şeyden önde tutarak ve sürekli çoğaltarak ulaşabiliriz” sözünün ışık tutabileceğini, yani esas olarak ortaklığa nasıl ulaşabiliriz? Sorusuna odaklanmak gerektiğini önerdim. Bunun ötesinde Türkan Elçi’nin konuşmalarında rastladığım “Faili meçhullerin yetimleri” sözünün izinden giderek vakfın Faili Meçhullerin çocuklarına yönelik projeler yapabileceğini, bunlardan birisini tanıdığımı, bu çocukların da projede aktif olarak yer alabileceklerini belirttim.
Toplantı, açılış kokteyli, Türkan Elçi’nin vakfın kuruluş amaçlarını özetlediği konuşması ile sona erdi. Bizler de toplantı sonrası Dr. Mahmut Ortakaya abimizi de görerek, Deliller Hanı’nda çay içerek, onunla bir iki söz ederek Diyarbakır özlemimizi de bir nebze olsun giderdik.
Bütün bunları yazdım, kendimce Tahir Elçi’yi bir kez daha selamlamaya çalıştım ama geldiğim akşam yemek masasında Türkan Elçi’nin karşısına oturduğum andan itibaren Zülfü Livaneli’nin “Sus söyleme” şarkısındaki hüznü (Sonunda elimizde kalan bir avuç hüzün..) hep hissettiğimi söylemek isterim. Türkan hanım 3 yıldır İstanbul’da yaşıyor ve Beykent Hukuk Fakültesi’ni bitirmek üzere. Nazenin Elçi, Robert Kolej sonrası Princeton Üniversitesi’nde eğitimine devam ediyor, oğulları da İstanbul’da okuyor. Ben biraz kendi yaşamımdan da yola çıkarak, Türkan Elçi’nin ruhunun artık kendin bedeninden çıktığını, bir kuş gibi olduğunu, yaşama tutunsa da çocuklarının yanı dışında her yerde kendisini biraz yabancı hissedeceğini, vakıf çalışmalarının belki yeni bir yuva duygusu sağlayabileceğini hissettim, düşündüm. Onların yaşamında aşkın güçlü bir yerinin olduğunu hissediyor insan ve kurşunların tıpkı Rakel/Hrant'da olduğu gibi bu aşkı da yaktığını düşünüyor acıyla. Tekrar Hoşça Kal Tahir Elçi, Diyarbakır ve Türkan Elçi. İyi günlerde görüşmek üzere.