Biraz önce (25 Şubat 2015 Saat 11.49) haber bültenlerine düşen bilgilerden “Maltepe Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde DİSK’e bağlı Dev Sağlık-İş Sendikası’na üye oldukları için işten çıkarıldığı belirten 98 işçi eylemlerinin 80. gününde yönetim binasına girdikleri göz altına alındıkları” anlaşılıyor. Haberi okuyunca taşeron işçilerinin sesine kulak vermek yerine polis müdahalesi başvurmanın insafsızlık olduğu düşündüm ve kendi hastanemizdeki deneyimi paylaşmak istedim.
Daha önce Dekanlığını yaptığım Kocaeli Üniversitesi Tıp Fakültesi ve Üniversite Hastanesi’nin çatısı altında 1462 öğrenci, 243 öğretim üyesi, 348 araştırma görevlisi ve 1720 hastane çalışanı olmak üzere toplam 3773 kişi çalışıyor, eğitim görüyor ve yaşıyor. Yaşıyor diyorum çünkü bu insanlar, 24 saat boyunca sağlık ve eğitim gibi iki önemli insani etkinlik alanında birbirleriyle etkileşim içinde sıra dışı bir zaman geçiriyorlar. Bu kadar insanın huzur içinde çalışmaları, yaşamaları, öğrenmeleri, öğretmeleri ve evlerine ekmek yanında anlam ve yaşam sevinci götürebilmeleri için en önemli imkan, hiç kuşkusuz her insanı oluşturan genler, hücreler ve bir birey olarak hayata katılma istekleri yani insani potansiyelleri ama bunun kadar önemli olan bir başka şey bu çatı altında onların insan olarak gördükleri muamele.
Hastane çalışanlarının büyük bir kısmı kadrolu olarak çalışıyor ve devlet memurlarının sahip oldukları iş ve çalışma güvencesine sahipler. Sayıları 450 civarında olan temizlik işçileri ile güvenlik ve “veri hazırlama” adı altında çalışanlar ise “taşeron” şirket üzerinden çalışan arkadaşlarımız. Bu arkadaşlarımız hem iş güvencesi hem de özlük hakları bakımından “En Alttakileri” oluşturuyor; mesela onların da kazanılmasında katkıları olan döner sermayeden pay alamıyorlar. Taşeron sisteminin sonucu olarak, örneğin hastanede çalışmaktan dolayı belli risklere (örneğin radyasyon maruz kalma) maruz kalsalar dahi “hastane çalışanı” statüsünde olmadıklarından belli haklardan da yararlanamıyorlar. Belki bunlardan daha önemlisi çoğunluğu uzun süredir bizim hastanede çalışıyor olmasına karşın taşeron şirket değiştikçe veya bu şirketle sözleşme yenilendikçe kağıt üzerinde yeniden işe alınıyorlar, istenirse kolayca işlerini kaybedebiliyorlar ve çalışma yıllarının artmasının özlük hakları üzerine bir katkısı olmuyor.
Temizlik işçileri için örnek vermek gerekirse, döner sermaye işletmesi olarak her yıl temizlik hizmetleri için ihaleye çıkılıyor; bu ihaleye çeşitli taşeron firmalar giriyor, birisi kazanıyor ve bizim işçilerimiz onların şirketinin işçisi olarak çalışmaya devam ediyor. Döner sermaye işletmesi olarak ihale bedeli olan parayı taşeron patronunun hesabına yatırıyoruz, o da kendi payını aldıktan sonra (bunun miktarını bilmek zor ama az olmadığını söyleyebiliriz) bizden aldığı parayı onlara aktarıyor. Yani para bizim, işçiler bizim ama onları ancak bir taşeron şirket üzerinden çalıştırabiliyoruz. Bunu bizim tercih ettiğimiz sanılmasın; şu andaki yasalar hastanelerde temizlik, güvenlik gibi sağlık hizmeti dışındaki işleri ancak taşeron şirket üzerinden yaptırmayı öngörüyor.
Bu, çocukların bile “saçma” diyeceği sistemin yarattığı en önemli risk, bir grup çalışanın iş güvencesine sahip olamaması ve aslında bir tür “modern kölelik” düzenine mahkum edilmesidir. Aslında bu şekilde çalışma, Ayşe Kadıoğlu’nun “insafsız büyüme” kavramı ile tanımladığı “neoliberal” dönemin bir ürünü olarak başka ülkelerde de var ve bu işçilerin durumu Ken Loach’un “İşte Özgür Dünya..” filminde bütün dramatikliği ile anlatılır. Geçen yıl hepimizi yasa boğan Soma faciasını yorumlayan bir yazar ise bizdeki durumu, “ Aslında maden işçileri iş güvenliği ile ilgili hayati sorunlar olduğunu biliyorlardı ama işlerini kaybetme korkuları, ölüm korkusundan daha güçlü olduğu için buna ses çıkarmadılar” sözleriyle anlatmıştı. Bu şekilde çalışan taşeron işçilerine her şeyi yaptırmak mümkün olduğu gibi, sendika haklarını da çeşitli nedenlerle kullanamadıklarından (İş güvencesi yokluğu ve taşeron şirketlerin farklı işkollarında kurulmaları gibi nedenler. Örneğin inşaat işkolunda kurulu bir taşeron şirket hastanede ihale alıyor. İşçileri inşaat işkolunda gözüküyor, dolayısıyla sağlık sendikasına üye olamıyorlar) onlara sahip çıkacak kimse de bulunmuyor. Bu işçilerin yaşamı, taşeron patronu veya onun iş yerindeki adamlarının iki dudağı arasından çıkacak sözlere ve bir de kurum yöneticilerinin dalgalanmalar gösteren merhametlerine/vicdanlarına bırakılmış durumda. Benim yadırgadığım ise, bir grup çalışanın, insanın özüne aykırı olan çalışma koşullarına mahkum edilmesi ve bu nedenle çalışma huzurunun/barışının bozulması.
Bunları anlatırken aslında yasaların ve hükümetlerin tercihlerinden kaynaklanan bir çaresizliği anlatmış oluyorum; belki hastane yöneticileri de kendi işçilerini kendi kurumsal kimliğimizle çalıştırmak ve onların da çalışanları olmasından onur duymalarını ister. Ayrıca, taşeron şirkete verilen paranın tümünü onlara vererek daha iyi yaşam koşulları sağlamak da mümkün. Şu andaki yasalar buna izin vermiyor ve kurumlarla taşeron işçilerini karşı karşıya getiriyor.
Her sabah erken saatlerde hastanede önce onlarla karşılaşan, onların sıcak selamları ile mutlu olan ve o, herkesten zor hayatlarına tanık olan bir eski yönetici olarak taşeron sisteminin insanın özüne aykırı olduğu fikrindeyim ve “Onlar mücadele etmesin de kim etsin” diye düşünüyorum. Onlar da kendilerince taşeron sistemine karşı mücadeleye etmeye çalışıyorlar ama yeterli desteği gösterebildiğimiz söylenemez. Kendi dekanlığım döneminde bütün dileğim eylemlerinin kurumlarına zarar gelmeden ve onların “ekmeği ile oynanmadan” sonuç vermesiydi. Ama beş işçinin işten atılmasına engel olamadım. Bu konuda başarısız oldum.
Bir maden işçisinin geçen yıl Kınık’ta o zamanki Başbakan’a söylediği “içimizdeki taşeronu kaldırın” sözü bütün kurumlar için geçerli ve çok haklı bir talep. Bu talebe kulak vermek ve Soma’nın vicdanlarımızdaki yarattığı rahatsızlığın izinden gitmek bana en doğru ve insaflı yaklaşım olarak görünüyor.