Kültür-sanat hayatımızın yeni döneminde açılan dikkat çekici ve önemli bulduğum birçok sergiler var. Ama ha bu hafta ha gelecek hafta derken bazılarının sonlarına yaklaştığını fark ettim ve gündemime ivedilikle bu sergileri aldım. Bu hafta Halil Altındere'nin 12 Eylül'de Yapı Kredi Kültür Merkezi'nde açılan "Abrakadabra" sergisini gezdim. Sergi 3 Kasım'a kadar sürüyor.
Sergiye gitmeden önce, sergi kataloğunu aldım, evde okudum, fotoğrafları inceledim. Çünkü bir çağdaş sanat sergisine önceden bir hazırlık yapıp bilgi edinmeden gidilmez. Gidilirse, o serginin pek estetik, yani duygusal ve anlamlı bir etki bırakması beklenemez. Muhtemelen kendinizi olaya yabancı hissedip iki tür tepki verebilirsiniz: ya sanatın ezoterik bir ayine dönüştüğünü zannedip sanat mümini rolü oynar ve anlıyormuş gibi yaparsınız ya da sanatın saçma bir gösteriye dönüştüğünü düşünüp endişeli modern rolünü oynar ve alay edersiniz.
Sanat, özellikle çağdaş sanat karşısındaki bu yabancılık kompleksi sanata dair yapılan tanımdan kaynaklanıyor. Sanat illa anlamlı olmak zorunda değildir. Ulus Baker'in Sanat ve Arzu seminerlerinde dediği gibi, "her şeyi anlamak zorunda değilsiniz. Anlamak yalnızca dünyayla ilişkimizin bir düzeyinden ibaret, tümü değil" (s. 14). Oysa başka düzeyler de vardır: Etki düzeyleri (affect); haz, acı, arzu, coşku, tutku… Bu bakımdan çağdaş sanat bir ideoloji olarak estetikten koparken, duygu olarak estetiğe daha çok bağlanmaktadır.
Sanat yapıtları birer estetik nesnedir ve bu yüzden doğrudan duyuma ve duyguya hitap ederler. Daha sonra zihin duyguları bir anlama büründürür ve onlardan düşünce imgeleri üretir. Dolayısıyla sanat hiçbir şeyi doğrudan anlatmaz; göstergeleri imgelere ve simgelere dönüştürerek, metonimiler ve metaforlarla çalışır. O yüzden sanatta hiçbir şey göründüğü gibi değildir ve size çok açık gelip anladığınızı sandığınız bir yapıtı büyük ihtimalle yanlış anlamışsınızdır. Ama zaten bir yapıtı okumak bir yorum sürecine, bir anlamlandırma oyununa başlamaktır ve bu oyunda bulunacak bir anlam yoktur, üretilecek anlamlar vardır. "O zaman neden bir serginin kataloğuna, açıklayıcı bir araca gerek duyulsun ki" denebilir.
Duygu düzeyinde, örneğin bir espriyi anlamak için, onun yapıldığı kültürel habitus'u, yani jargonu ve adabıyla toplumsal alışkanlıkları bilmek gerekir. Anlam düzeyinde de, bir anlam üretebilmek için dil bilmek, o yapıtın içinden çıktığı "dilsel ev"i ve "göstergebilimsel serüven"i bilmek gerekir. Aksi takdirde, İngilizcede "it's raining cats and dogs"un "bardaktan boşalırcasına yağmur yağmak" demek olduğunu bilmeyince cümlenin saçma gelmesine benzer bir durum yaşayabilirsiniz. Yani bir katalog sanat işlerinin yapılma sürecini anlatan bir kronik veya bir etnografik anlatı ve bir sözlüktür; sanatçı ve yapıtıyla diyaloga girmenizi sağlar.
İşte ben de bu yüzden her sergiye gitmeden önce serginin kataloğunu alır incelerim. Abrakadabra sergisinin kataloğuna bakınca önce retrospektif bir sergi gibi geldi. Açıkçası nihayet Altındere'nin bütün yapıtlarını bir arada görebileceğimi, özellikle politik içerimleri nedeniyle "sakıncalı" olup Türkiye'de sergilenme imkanı ve mekanı bulamayan işlerini görebileceğimi umdum, ama bir yandan da sergi alanının hacmini düşününce ve fotoğraflardaki bilgilere dikkatli bakınca böyle olmadığını anladım. Nitekim sergiye gittiğimde görmeyi umduğum işler yoktu. Altındere'nin yakın zamanlarda hiperrealizm ve pop arttan yola çıkarak yaptığı entalasyonlar sergileniyor.
Hiperrealizm gündelik hayatın hızlı akışı içinde görünmez olan gerçekliği görünür ve algılanabilir hale getiriyor. Altındere sıradan olanın anıtını yaparak kalıcılaştırıyor. Pop art işlerinde de şaka aracılığıyla ideolojik nesnelerin çelişkilerini ortaya çıkarıp ironik bir dille resmediyor. Bunlar üzerine düşünüp yazımı zihnimde kurgularken bir arkadaşım çağdaş sanat üzerine bir söyleşinin linkini gönderdi. Bir sanat eleştirmeni modern ya da çağdaş sanatın bir kandırmacadan ibaret olduğunu, arkadaşımın deyişiyle, kibirli ve küstah bir tavırla (ki bence de öyle) anlatıyor.
Sonra öğrendim ki internette çokça izlenmiş söyleşi. Ve hemen iki taraf oluşmuş. Bir yanda "demek isteyip de diyemediğimizi cesaretle söylemiş" diyenler, diğer yanda "çağdaş sanata karşı yeni bir haksız saldırı" diyenler var. Ben de çağdaş sanatı savunan taraftayım ve Halil Altındere örneğinde çağdaş sanata yönelik eleştirilerin haksızlığına değinmek istiyorum.
Söyleşideki sanırım Meksikalı olan sanat eleştirmeni Avelina Lespar, çağdaş sanata yönelik eleştirilerinde vulgar bir modernizme yaslanıyor ve ileri sürdüğü görüşlerinde birçok çelişki var. Bu çelişkiler ya sanat tarihi bilgisinin yetersizliğinden ya da bilgiyi kendi görüşlerini meşrulaştırma adına çarpıtmasından kaynaklanıyor. Ama söyleşiyi şu bakımdan yararlı buldum: çağdaş estetik dersinde öğrencilerle seyredip, söylem analizi yaparak genelde sanat, özelde çağdaş sanat nedir ve ne değildir tartışmak için birçok mesele içeriyor. Ben burada daha söyleşinin başında "sanat nedir?" sorusuna verdiği cevabı şerh etmekle yetinmek istiyorum.
Lespar diyor ki "sanat, herkesin anlayabilmesi için bir açıklamaya ihtiyaç duymayandır". Çağdaş sanat, izleyici anlamadığı ve bu yüzden açıklamayı gerektirdiği için Lespar'a göre sanat değil, bir üslup. Bu bakış açısından değerlendirmeye kalkarsak elimizde aslında kitsch'ten başka bir şey kalmaz. Bu yüzden Lespar'ın görüşünü çelişkili buluyorum, çünkü çağdaş sanatı sıradan olan her şeyi estetize ederek pazarlanabilir ürün haline getirdiği için eleştirirken, kendi yaptığı sanat tanımı herkes tarafından anlaşılabilir olanı, yani popüler olanı, dolayısıyla sıradanı olumluyor.
Lespar, "gerçek sanat kendisini açıklayan aracıya ihtiyaç duymaz" diyerek çağdaş sanatı yererken bir çarpıtma da yapıyor. Sanat her zaman açıklamaya ihtiyaç duyar; modern sanat da, klasik sanat da, avangard sanat da, soyut sanat da… Sanat tarihi ve sanat kuramı bunun için vardır. Marc Quinn'in yapıtları açıklamaya ihtiyaç duyuyor da, Paul Cézanne'ın yapıtları duymuyor mu? Marcel Duchamp'ın yapıtları açıklamaya ihtiyaç duyuyor da Velazquez duymuyor mu? Francis Bacon açıklamaya ihtiyaç duyuyor da Goya duymuyor mu? Karşılaştırmaları sonsuzca uzatmak mümkün. Rothko'nun resimleri açıklama yapılmadan, bilgi sahibi olmadan seyirciye sadece bir renk kompozisyonundan ibaret gelebileceği gibi, Manet'nin Olympia'sı da sadece bir çıplak kadın figürü olarak gelecektir.
Bu yüzden sanat, gerçek sanat, her dönemin ve akımın sanatı açıklamaya ihtiyaç duyar, ki böylece seyirci anlam oyununa katılabilsin ve yapıtın anlamı zenginleşsin. Bir yapıt tam da anlamı kapalı ve belirsiz olduğu için seyirciyi özgürleştirir ve çoklu anlamlara kapı aralar. Burada sanatla ilgili sorun olarak görülen şey seyircinin alışkanlıklarının dışına çıkmaya zorlanmasıdır. Görsel kültürün egemen olduğu çağda çağdaş sanat seyirciyi hala metin okumaya ve düşünmeye çağırmaktadır, oysa genel seyircinin sanattan beklentisi seyretmek veya dinlemek, hoşlanmak, haz almak ve geçmektir. Üstelik alışkanlıklarının dışına çıkmak istememektedir. Seyirci karşısında resim gibi resim, heykel gibi heykel, film gibi film görmek istemektedir. Video, enstalasyon, performans vs. kafasını karıştırmaktadır. O yüzden de "bunun neresi sanat?" diye ısrarla sorup durmaktadır.
Çağdaş sanatçı da sebatla yaptığının sanat olduğuna seyirciyi ve muhafazakar eleştirmeni ikna etmeye çalışmaktadır. Halil Altındere de 1990'larda sanat hayatına başladığından beri sıklıkla yaptıklarının sanat olmadığını iddia edenlere karşı, yaptıklarının sanat ve kendisinin bir sanatçı olduğunu hep savunmak zorunda kalmıştır. Neler gelmedi ki başına. Merak edenlere Süreyya Evren'in hakkında yazdığı monografiyi, Kayıplar Ülkesiyle Dans adlı kitabı öneririm. Sergi vesilesiyle hazırlanmış olan katalog da bu kitabı tamamlayan zengin bir içeriğe sahip.
Halil Altındere, pek çok uluslararası sergiye katılan, 90'lı yılların başında Türkiye'de gelişmeye başlayan çağdaş sanatın temsilcilerinden biri. Başından beri sanat dünyamızda kinik tavrıyla tedirginlik ve kuşku yaratan bir sanatçı Altındere. İşlerinde hep politik düşünceden hareket eden Altındere, genellikle kışkırtıcı ve şaşırtıcı müdahalelerle seyirciyi Türkiye'nin toplumsal ve politik gerçekleri ve sorunları üzerine düşünmeye zorluyor. Altındere Kürt kimliğini görünürleştirerek ve Kürt olmayı sorunsallaştırarak girdiği sanat dünyasında önceleri faşizmi, milliyetçiliği, devlet şiddetini konu etti. Daha sonra iktidar ilişkilerini ve diğer toplumsal sorunlarla ilgilenmeye başladı. Konularını gerçek insanların hayat hikayelerinden seçen Altındere, gündelik olandan besleniyor. Önemsiz gibi görünenlere şakayla, mizahla, ironiyle, kinik skandallarla dikkat çekmeye çalışıyor.