Bugünlerde Türkiye gündeminde, İstanbul’da tekrarlanan yerel seçimleri dışarıda tutarsak, en önemli konular Suriyeli sığınmacılar bağlamında göçmen sorunu ve S 400 Füze Sisteminin alınmasıyla ABD ile ilişkilerde tırmanan gerginliktir.
Bu iki kritik konu, iç politikada farklılıklardan beslenen dinamik bir toplum olmayı becerebilmek ve böylece bölünme korkularını aşabilmek, başkasını ülke kalkınmasına katkı yapması ölçüsünde bir imkân olarak görebilmeyi öğrenmek açısından ve dış politikada ekonomik ve politik küresel güçler arası ilişkilerde nasıl bir denge kuracağını bilmek açısından önem taşıyor.
Arada bir fırsat buldukça dikkat çekmeye çalıştığım olgu şudur: Evet, günümüz küresel dünyasında ABD artık tek süper güç değil, ama büyük bir güçtür. Çin ve Rusya da büyük güçler, ama süper güç değiller. Bu iki ülkenin süper güç olma potansiyelleri var, ama ABD’nin yeniden süper güç olma imkanları var. Bu imkanlar iki güçlü ayağa dayanıyor: göçmen politikası ve üniversite sistemi.
Bir de Avrupa var elbette, ama o tam da göçmen politikasındaki sorunları çözemediği ve üniversite sistemini geliştirmede hep ABD’yi takip mesafesinde kaldığı için asla süper güç olamayacak bir büyük güç. Avrupa sürekli taht oyunları içinde birbirleriyle mücadele eden muhteris prens ve prenseslerin uzlaşmaz tavırları yüzünden tamamlanmamış bir proje olarak kalacak. Coğrafya kaderdir sözüne muhalif olarak tarihi kader olan bir coğrafya Avrupa. O tarih ki binyıllar içinden mitleri, metafizik düşünceleri, inançları ve önyargıları sapasağlam taşıyor. Bu önyargıların içinde en belirleyici olanı, Avrupa’nın homojen bir toplumdan oluştuğu yanılsamasıdır. Öteden beri çok kültürlü ve heterojen olduğunu kabul edememektedir. O yüzden Avrupa hala ırkçılığı aşamadı ve bu yüzden göçmen politikalarındaki sorunları çözemiyor.
Göçmenler tarafından kurulmuş bir ülke
Oysa ABD hiçbir zaman göçü bir tehdit olarak görmedi. ABD’de de güçlü bir ırkçılığın olduğu (özellikle Afrika kökenlilere karşı) yadsınamaz, ama ABD’de ırkçılığa karşı daha etkili ve kararlı bir mücadele, hesaplaşma ve günah çıkarma olduğu da söylenebilir. Bu savımı destekleyecek şekilde şöyle bir ayrım yapabilirim: Avrupa’da göçmen olan öteki her zaman bir gün gidecek misafir olarak görülmüştür. Emeğine ihtiyaç duyulduğunda çağırılan ya da geri çeviremediği koşullarda geçici süre kabul etmek zorunda kaldığı misafir olarak. Ama ABD’de göçmenler her zaman dönmemek üzere karşılanmıştır. Zira ABD göçmenler tarafından kurulmuş bir ülkedir, bu yüzden de kültürü ve kurumları göçe açıktır.
ABD’nin bir göçmen ülkesi olması belirleyici bir avantaj olmuştur. ABD her yıl yüz binlerce yeni göçmeni potasında eriterek büyüyor. Öyle ki 1990’larda ABD’de kurulan yeni yüksek teknoloji şirketlerinin birçoğunun genel başkanı Çinli ya da Hintli’ydi. Bunların yanına başka birçok ulustan insan da eklenmektedir. Böylece ABD dışında doğmuş yenilikçilerin oranı ciddi boyutlara varır.
Aslında ABD’deki kamu okullarında ilk ve orta öğretimin kalitesi düşüktür. Dolayısıyla kendi insan kaynağının ekonomik büyüme ve teknolojik gelişmedeki katkısı pek fazla değildir; esas başarı göçmenlerin katkılarıyla sağlanmaktadır.
“Risk sermayesi”nin önemi
ABD’nin bir göçmen ülkesi olması güvencesizliği fırsata dönüştüren bir etki yapmıştır. Çünkü ABD için her göçmen bir girişimci demektir. Dolayısıyla ABD ekonomisinin büyümesini sağlayan risk sermayesi olmuştur. Sürekli yenilik peşinde olan risk sermayesi göçmen ruhunu yansıtır.
Risk sermayesi, ABD’deki yüksek teknoloji şirketlerinin, girişimciliğin ve yenilikçiliğin güçlendirilmesi bakımından kesinlikle temel önemdedir. Yeni teknoloji sektöründe bireyler şanslarını denerler, işsiz kalma korkusuyla değil, fırsatları değerlendirme güdüsüyle hareket ederler. Devletten, “gece bekçiliği” dışında bir şey beklemezler. Yeni teknoloji sektöründe liberter kültür, girişimciliğin temel bir bileşeni olmuştur. Bir şirket başarıyı yakalamadan önce birçok kez batar. Ama bu başarısızlıklardan dersler çıkarılır ve sonuçta bir yenilik patlaması olur. Amerikan ekonomisinin üstünlüğünün gerçek kaynağı budur.
ABD’nin küresel üstünlüğünün bir başka kaynağı da, araştırma üniversitesi sistemidir. ABD’deki binlerce üniversitenin yaklaşık yarısı birer araştırma kurumudur. Bu gerçekten oldukça önemlidir, çünkü ABD bu sayede dünyanın dört bir yanından en yetenekli insanları buraya çeker. Nitekim, ABD’de bilim ve mühendislik alanlarındaki doktora öğrencilerinin yarısı yabancıdır ve bunların çoğu, bilgi ve becerilerini daha çok geliştirebilecekleri ortamı haiz olduğu için ABD’de kalır.
ABD’nin süper güç olma imkânı büyük ölçüde, üniversitelerinin üstünlüğünden kaynaklanıyor; çünkü bu durum sadece askeri alanda değil, çoğu alanda mutlak bir teknolojik liderliğe dönüşüyor. ABD’deki üniversite sisteminin başarısını sağlayan en önemli unsurlardan biri de YÖK gibi bir kurumun, daha da önemlisi eğitimi denetleyen ve ne yapılması gerektiğine karar veren ulusal bir bakanlığın olmamasıdır.
Bilgi ve yenilik kaynağı üniversiteler
ABD’deki yüksek öğretim sisteminin başarısı devlet üniversitesi ve özel üniversite ayrımından gelmez. Berkeley, California Üniversitesi, Michigan Üniversitesi, Wisconsin Üniversitesi, Texas-Austin Üniversitesi, hepsi devlet üniversiteleridir, ama aynı zamanda en iyi özel üniversiteler düzeyinde büyük araştırma kurumlarıdır. Ayrıca Stanford’un yanı sıra MIT ya da Harvard, kendi kaynaklarını aşan meblağlarda kamusal kaynaklardan yararlanırlar. Bu üniversiteler için bağışların katkısı önemlidir, ayrıca Princeton’ın, Yale’in ya da Harvard’ın özel girişimleri üniversite için gelir kaynağıdır; ama bu girişimler daha çok öğretim üyelerinin ve öğrencilerin daha konforlu bir hayat sürmesine katkıda bulunur. Yoksa, araştırma ve yenilikler bakımından kayda değer kalemler oluşturmazlar.
Princeton ve Yale, daha zengin olsalar da araştırma bakımından bir devlet üniversitesi olan Berkeley’in çok gerisindedir. Devlet ve özel şirketler araştırma üniversitelerine, büyük kaynaklar aktarırlar, bunun nedeni, bu üniversitelerin teknolojik yenlik üretiminin merkezi olmalarıdır. Esneklikleri, özerklikleri, merkezsiz yönetimleri, entelektüel açıklıkları, içe kapanmaya karşı direnmeleri, rekabetçi ortamları ve her şeyin ötesinde akademik değerlere ve mükemmelliğe tartışmasız bağlılıkları genel anlamda birer bilgi ve yenilik kaynağı olarak bu üniversiteleri güçlendiren etkenlerdir. Bir de bunların yanına Stanford Üniversitesi’nde olduğu gibi girişimciliği kattığınızda, üniversite ve hükümetin finanse ettiği, iş dünyasının desteklediği programlar arasında mükemmel bir ilişkinin kurulması için gerekli ortamı hazırlamış olursunuz. İşte ABD’nin ekonomik ve politik üstünlüğünün temeli böyle atılmıştır. ABD ile dünyanın geri kalanı arasındaki en önemli fark, enformasyon çağında zenginlik ve iktidarın kaynağı olan üniversite sisteminde yatmaktadır.
Türkiye gibi kalkınma ve büyüme mefkuresi olan bir ülkenin hükümeti, geleceğini doğru planlayabilmek üzere küresel sistemde doğru yerde durmak ve doğru stratejik ortaklar seçmek için, genç nüfusunun tercihlerine bakarak karar vermelidir. Kendi geleceklerini kurmak için gençler, bilgi ve becerilerini değerlendirecekleri fırsatları nerede bulacaklarını düşünüyorlarsa, orası bir ülkenin her alanda ilerlemek için kerteriz alacağı yerdir. Ayrıca göçmenleri bir ülkede ayrımcılığın ve diğer sorunların kaynağı değil, girişimciliği ve üretimi besleyecek bir kaynak olarak görebilmek için de ABD modeli öğreticidir.