Epey bir süredir bir kriz hali yaşıyoruz, ya da krizler halinde yaşıyoruz. Kriz deyince daha çok ekonomik kriz akla geliyor ama aynı zamanda siyasal kriz, kültürel kriz, toplumsal kriz, çevresel kriz ve insanlık krizi vs. de yaşanıyor. Bazı boyutlarda bu krizler birbirleriyle ilişkili, bazı boyutlarda ise birbirinden bağımsız. Kriz gündelik dilde de çokça kullanılıyor: ergenlik krizi, ilişkilerdeki krizler, kalp krizi, sinir krizi vb. Ama gündelik hayatta gündemi en çok meşgul eden ekonomik krizdir herhalde.
Gazetelerde, televizyonlarda, günlük konuşmalarda kriz sıkça konu ediliyor; zaman zaman bütçede açık çıktığında, yeni zamlar yapıldığında, satışlar azaldığında, para akışı yavaşladığında, yeni vergiler geldiğinde ya da vergiler arttırıldığında, ücretlerde düşüş olduğunda anlıyoruz ki bir kriz var ve bunlar hep kriz yüzünden.
Ekonomik kriz genel olarak yatırımlarda azalma, üretimde düşüş, işsizlikte artış olduğu zaman ortaya çıkan bir durgunluk (resesyon) evresidir. Dolayısıyla ekonomiyle ilişkili elverişsiz koşulların oluştuğu anlamına gelir.
Bazı ekonomik krizler dünya ölçeğinde bir takım radikal dönüşümlerin yaşanmasına etki eder. 1929 Buhranı olarak anılan kriz böyle bir etki yapmıştır. Borsanın çökmesine neden olan ve bir intiharlar zincirine yol açan modernliğin bu en ağır krizinden, Keynes’in yazdığı reçetedeki ilaçlarla iyileşerek çıkılmıştı. Keynes’in tedavi yöntemine göre, devlet bütçedeki açığa rağmen kamu projelerine yatırım yapmış, kimsenin iş bulamadığı ve şirketlerin insanlara yol verdiği bir dönemde istihdam sağlamıştı; böylece tüketim artırılmış, üretim canlandırılmış ve ekonominin çarkları yeniden dönmeye başlamıştı.
Bugün yaşadığımız krize dair de Keynes’in tedavi önerilerine müracaat ediliyor ama ne var ki mevcut kriz 1929’dakinden farklı. Krizin etkilediği ülkeler aşırı derecede borçlular ve ne yatırım yapacak güçleri ne de araçları var. Yapabildikleri tek şey, gelişigüzel kesintiler yapmak ve bu da durgunluğun vatandaşlar üzerindeki etkisini azaltacak yerde daha arttırmasına neden oluyor.
Ekonomik krizin dışında başka boyutlarda krizler de yaşıyoruz ve bunlar tedavi edilebilir mahiyette değil. Ancak yoğun bakım ünitesinde yaşamsal destek verilmesine rağmen aslında ölümü beklenen bir hasta gibi. Gramsci’nin tanımladığı şekilde, “eskinin ölmekte olduğu, ama yeninin doğmadığı bir belirsizlik durumu” olarak bir krizin içindeyiz.
Bir çiftin ilişkisini altüst eden duygusal krizlerden buluğ çağındaki ergenlik krizine kadar, krizler önceki bir durumdan yeni bir duruma geçiş belirtileridir. Bu geçişlerin yönü genellikle belirlidir ve olumlu bir sürece uygundur. Farklı bir düzeye geçerek yükselmeyi sağlayan bir sıçrama gibi, büyürken yaşanması gereken bir aşama gibi, kariyerde ileriye doğru bir adım gibi geçiş dönemlerine özgü bir durumdur kriz. Dolayısıyla krize bu anlamda olumlu ve iyimser bakılabilir; çünkü bir değişimi ve gelişimi hazırlar. Bu bağlamda kriz bir ölümün ardından gelecek bir doğumun habercisidir. Yeni bir döneme geçişin koşullarının olgunlaştığı bir dönüm noktasıdır. Yani geleceğin temellerinin atıldığı, yeni olana zemin hazırlandığı kurucu bir evredir kriz. Bu yüzden umudu besler ve yaşadığımız ekonomik krizin neden olduğu çaresizlik ve kötümserlikten uzaktır.
Ama Marx’ın çok iyi tespit ettiği, ekonomik yapının belirleyiciliğinden midir, diğer yapısal krizler de artık olumlu bir beklentiden uzak olarak çaresizlik ve kötümserlik duygularını besliyor. Bir süredir kriz, ekonomi dışı alanları da içine alarak, enflasyon, stagnasyon ya da resesyon olarak tanımlanamayan bir dizi karmaşık ve belirsiz bir duruma gönderme yapmak üzere esas olarak ekonomik yapıyla ilişkili hale geldi. Küreselleşerek dünyayı etkisi altına alan kriz, uluslararası düzeyde bir ekonomik ve politik riskin ve bununla yerel veya bölgesel olarak başa çıkmak için alınan önlemlerin eşzamanlı bileşimiyle şekillenmektedir. Her ikisi de yurttaşları farklı biçimlerde etkilemektedir. Bunun sonucunda güvensizlik, güvencesizlik, ayrışma, kutuplaşma gibi sorunlar artmaktadır.
Yaşadığımız krizin temelleri 2000’li yıllardadır. 11 Eylül 2001’de New York’taki İkiz Kuleler’in sembolik biçimde yıkılmasıyla temelleri atılmıştır. İkiz Kuleler, Dünya Ticaret Merkezi’nin karargahıydı ve oraya yapılan saldırı, inşa edildiği 1976 yılından itibaren kurulan yeni dünya düzenine yapılan bir saldırıydı. 11 Eylül’den itibaren yeni bir düzene geçiş aşaması başladı. Finans piyasaları küreselleşmenin pek de iyi bir şeye yol açmadığını görerek tedirgin olmuşlardı. Dünya piyasalarının çokuluslu büyük şirketler tarafından işgal edilmesiyle kurulan yeni “imparatorluk”, dünya toplumlarının geleceği açısından kaygı verici sonuçlar üretmişti. Bu sonuçlar küçük üreticiler ve yerel işletmecilerin aleyhine olacak şekilde, dünya çapında standartlaşmış ve homojenleşmiş devasa bir pazarın kurulması olarak küreselleşmeden nefret edilmesine yol açan ekonomik ve aynı zamanda kültürel sömürgeleştirmelerdir.
Sınırların serbestleşmesi, sermaye ve girişimciliğe yeni fırsatlar sunması, ulaşım ve iletişim imkanları bakımından önemli etkiler yaratmasının yanı sıra, bir dizi ekonomik sorunlar da üretmiştir. Batı dünyasını göçmen sorunuyla yüz yüze getirmiştir.
Bugünkü kriz finansaldır, 1929 krizi ise endüstriyeldi; bu yüzden Keynes’in teorileri artık uygulanabilir değildir. Bu krizde, makroekonomik dengeye aykırı bir şekilde temel malların fiyatlarında piyasa kurallarına uymayan tuhaf bir artış var; oysa azalan talep nedeniyle fiyatların düşmesi gerekirdi. Bunun gerekçesi şöyle açıklanabilir: Fiyat artışı, üreticinin yeteri kadar satamadığı için uğradığı kayıpları karşılayarak, kazançtaki azalmayı kısa vadede telafi edebilir. Ama bir sonraki aşamada, yeterli düzeltici tedbirler uygulanmazsa, tüketici fiyatlarındaki bir artış, üretimi azaltarak temel mal kıtlığına yol açar. Böylece fiyatlar sürekli artmaya devam eder ve enflasyon yükselir. Bu durum, Almanya’da Weimar döneminde yaşanmış ve trajik sonuçlar doğurmuştu. Bu dönemde Almanya’da enflasyon aylık %29.500 oranına gelmişti ve dört günde bir fiyatlar iki katına çıkıyordu. Bu durum faşizmin gelmesi için uygun ortamı hazırlamıştır.
Ağır bir resesyona girildiği zaman, kaçınılmaz olarak, gayrimenkullerin piyasa değerinde bir durgunluk ya da düşüşün yanı sıra tüketim mallarının fiyatında genel bir artış olur. Bu durum düzeltilmediği takdirde ekonomik bir çöküşe yol açacak olan ciddi bir sorunun en açık belirtisidir. Gayrimenkul gibi malların satışındaki azalma, temel mal fiyatlarındaki artışa rağmen, yatırımdan çok tüketime ayrılan paranın dolaşımında tuhaf bir artışa neden olur. Diğer taraftan büyük miktarda sermayeyle çalışan kişiler de paralarını güvenli olan ve kaybedilmiş karlarını en azından kısmen geri alma şansının olduğu yerlere, yani yurtdışına aktarırlar.
Tüketim fiyatlarındaki artış, parayı yatırımdan ve gayrimenkul piyasasından saptırmakla kalmaz, ülke batarken toplumda deliryuma benzer bir şekilde bir tür “Titanik sendromu”na neden olur. Henüz krizden etkilenmemiş bir kesim, histerik davranışını günü yaşamanın önemiyle gerekçelendirerek kazandığını ve biriktirdiğini harcar. Hatta harcamalarını israf boyutuna vardırır; lüks tüketime yönelerek, gece hayatına ve tatile çıkarak hayatını olumsuz etkileyen bir şey yokmuş gibi gerçekliğe umarsız ve duyarsız bir şekilde hayatını sürdürürken “haydi eğlenelim” düsturunu benimser.
Bazıları da yüksek yaşama standardını borçlanarak, krediyle sürdürür ve önceki yılların geliri temelinde harcama yapmaya devam eder. Açıkçası bu bir psikolojik olarak kendini koruma biçimdir; bireyler böylece geleceğe ilişkin güvencenin çöküşü karşısında kapıldıkları kaygıyı aslında bastırmaya çalışmaktadır.
Bir yanda da intihar vakaları vardır. Ekonomik kriz nedeniyle, kronik işsizlikten, işten atılmaktan, kredi borçlarını ödeyememekten birçok insan intihar etmektedir. Ayrıcalıklılar hiçbir şey görmüyormuş gibi yapıp üst güvertede dans ederken alt kattakiler boğulmaktadır. Belki de ayrıcalıklılar da aslında her şeyin farkındadırlar, ama tam da bu nedenle geminin battığını inatla kabullenememektedirler.
Enflasyon dünyadaki bütün ekonomik, siyasal ve toplumsal krizlerle doğrudan bağlantılıdır. Enflasyon her ekonomik krizin en kötü sonucudur, çünkü hayat boyu yapılan tasarrufları alıp götürür ve insanları çok kısa sürede açlığa mahkum eder. Enflasyonda para artık herhangi bir şeyi satın alamaz ve umutsuzluk sökün eder. Para değersizleştikçe metastaz yapan kanserli bir hücre gibi yayılır.
Türkiye’nin bir daha toplumsal felaketlere yol açıcı enflasyonun etkilerinden uzak durması için Eoru bölgesine, yani AB’ye katılması gerekmektedir. Türkiye bir anda kontrolden çıkarak hızla artabilecek enflasyondan korunmak için IMF ile değil, AB ile görüşmelerine yeniden başlamalıdır. Euro elbette enflasyondan etkilenmeyen bir para değildir, fakat AB devletlerinin enflasyonu uzakta tutacak sağlam araçları vardır. Bu araçlar arasında en önemlileri dengeli bir bütçe, faiz oranlarının baskı altına alınması, kamu borçlarının azaltılması vardır.
Enflasyon uygun müdahalelerle kontrol edilmediği takdirde zincirleme bir felaket reaksiyonuyla birçok sorun yaratır. İşten çıkarmalar aileleri satın alma gücünden yoksun bırakır, tasarrufları yakıp yok eder ve tüketimi düşürür, bu da ticaret ve üretime yansır. Ekonomik krizin en korkulan özelliğine, yani stagnasyona yol açar ki bu durumda devlet ve hükümet sorunu azaltacak yerde tam aksi yönde hamlede bulunur ve vergileri artırarak durumu daha da kötüleştirir.
Bugünkü krizin belli bir özelliği süresidir. Kısa sürede çözülebilecek elverişsiz konjonktürler dönemi sona erdi. Küresel boyutta olduğu, genelleşmiş ve belirsiz olduğu için krizden çıkmak artık uzun zaman almaktadır. Günümüzdeki krizler yavaş bir süreçte derinleşiyor ve asla sona ermeyecek şekilde kalıcılaşıyor.
Krizler, kapitalizmin içinde yaşadığımız evresinde konjonktürel olmaktan çıkıp hayatın kuralı haline gelerek, olabildiğince hızlı bir şekilde tedavi edilebilecek ara sıra nükseden rahatsız edici bir hastalık değil de alışmak zorunda olduğumuz gündelik bir sorun haline gelerek milyonlarca insanın kaderini belirlemekte ve etkilemektedir.
Sürekli bir kriz durumunda yaşamak hoş bir şey değildir, fakat insanların uyanık ve dikkatli olmalarını sağladığı ve bizleri psikolojik olarak en kötüsüne hazırladığı için olumlu bir yanı olabilir. Çevre kirliliği, gürültü, yolsuzluk ve en önemlisi, korku gibi çağın evrimiyle bize dayatılan pek çok endemik zorlukla birlikte yaşamayı kabullenişimiz gibi, krizlerle yaşamayı da öğrenmemiz gerekiyor. Krizlerle yaşamaya alışmak zorunda kalacağız, çünkü kalıcı olacağa benziyor.