Türkiye gittikçe tuhaf bir ülke oldu; her alanda kutuplaşan bir ülke. Gündelik hayatta bile bir kutuplaşma var, yaşanan her deneyim, her olay bir karşıt kutbunu doğuruyor. Geçen hafta aile intiharlarını konuşuyorduk, bu hafta bir muhafazakâr ailenin gösterişli ve rüküş mevlit törenini konuşuyoruz. Ama bu konu aile ya da birey intiharlarından daha karmaşık geldi bana. Çünkü intihar ve onun sonucu ölümden konuştuğumuzda bir hakikate dayanıyoruz, sahici bir mesele var önümüzde. Oysa buradaki gösteri(ş) bir hakikate dayanmıyor, bir fantezi ve imaj üzerine kurulu ve dolayısıyla her şeyiyle bir yalan hakkında konuşuyoruz. Bu yüzden konuyla ilgili yorum yaptıkça yalan da büyüyor.
Geldiğimiz noktada lohusa bir kadını daha fazla rencide etmeyelim bile dendi. Bile diyorum, çünkü sanki ortada bir gizli kamera kaydı varmış da onunla insanların özeli sergilenmiş gibi bir algı oluşturuluyor. muhafazakâr toplumun yalanla yaşama biçiminin en açık ifadesi budur. Hem özelini sergiler hem de kamusal eleştiriden şikayet eder. Tıpkı kapitalizmin ve seküler hayatın tüm tüketim nesnelerine ve haz araçlarına helal sertifikası verildikten sonra gönül rahatlığıyla sahip oldukları gibi müstehcenliğin de helal sertifikasına uygun bir halini görüyoruz bunda.
Instagram'da fenomen olayım, orada 'story'lerimi paylaşıp beğeni toplayayım, yüz binlerce (639.000) takipçimle "influencer" olayım ama olumsuz eleştiriler gelince maduru oynayayım, lohusalığımı ve yeni doğmuş bebeğimi kalkan yapıp olumsuz tepkileri engellemeye çalışayım. Haftanın başından sonuna kadar muhafazakâr bir 'story'nin macerası böyle. Büşra Nur hanım bir fenomen olarak şimdi daha mağrur ve "dindar" bir kadın olarak da madur.
Bir haftadır takip ediyorum konu hakkındaki tartışmaları, genelde israf, gösteriş, yeni muhafazakâr zenginlik bağlamlarında eleştiriler var. Eleştiriler ikiye ayrılıyor: Bir kesim, toplumda açlık varken böyle israf ve gösterişin haram olduğunu söylüyor. Diğer bir kesim, zekatı verildikten sonra israfın ve gösterişin helal olduğunu, ama böyle bir ortamda karşı tarafa malzeme verilebileceği için gösterişten uzak durulması gerektiğini söylüyor. Onaylayanlar da ikiye ayrılıyor: Bir taraf, dindar olmak dünyadan el etek çekmeyi ve fakirliği gerektirmez diyor, diğer bir kesim de lüksü onaylıyor ama rüküşlüğü eleştiriyor.
Şimdi önce Büşra hanımın Instagram'da paylaştığı 'story'sinde neler vardı, hatırlayalım. İki kanatlı büyük bir kapıyı iki genç kadın görevli açıyor ve salona kucağında bebeğiyle Büşra Nur hanım giriyor. Salondaki lüks eşyalara kamera odaklanıyor, onlarca altın bilezikle kaplı kollarının arasındaki bebeğine gülümseyen Büşra hanımı görüyoruz sonra ve kamera yine salonu geziyor, dua okuyan kadınlar ve sonunda parmaklarının ucuyla yanaklarının altını hafifçe okşayıp amin diyen Büşra hanım.
Müslümanlıkta bir dua sonrasında kişinin elleriyle yüzünü okşaması bir tür Allah'la tokalaşma gibidir. Dileklerini sunduktan sonra öncelikle bir şükran ifadesi olarak Tanrıya ellerini uzatıp tokalaşma ve böylece duasının kabul olacağına dair bir onay almayı temsilen eller yüzü okşar; çünkü insanın yüzü Tanrının suretidir. İşte bence bu yüzden duadan sonra amin derken yüzün okşanma biçimi Tanrıyla ilişkinin samimiyetinin derecesini gösterir.
Büşra hanımın Instagram 'story'si uhrevi boyutuyla onun bir cennet fantezisi olarak görülebilir, dünyevi olarak da ihtişamlı bir hayat imajı.
Birçok dindar için cennet, ertelenmiş hazların doyuma ulaşacağı yerdir. Dindarların bilinçaltında cennet fantezisi aslında çok sorunludur. Zira cennet öyle tasvir ediliyor ki dünyada haram olan neredeyse her şeyin helal olduğu bir yer. Şarap akan nehirler, her türlü cinsel hazzı vaat eden huriler, altın kaplar, mücevherlerle süslü mekanlar… Burada her şey hiçbir zaman doyuma ulaşmayacak haz için var. İçkiler içilecek ama sarhoş olunmayacak, yemekler oburca yenecek ama kilo alınmayacak, cinsellik olacak ama boşalma olmayacak… Cübbeli Ahmet Hoca İlk Çağ mitolojileri okumuş mu bilmiyorum ama cennette erkeklerin mitoloji kahramanı Silenos gibi penislerinin hep kalkık olacağını söylüyor. Tamam fanteziler akla uygun olmak zorunda değil, ama cennet diye vaat edilenin Roma saraylarındaki gibi bir sefahat hayatının hayalinden ve helalinden öteye gitmemesi de tutarsızlık meydana getiriyor.
Dindar veya muhafazakâr insanların hayat tarzındaki çelişkiler de bundan kaynaklıdır. Öte dünyadaki hayat tarzı çelişkiliyken, bu dünyadaki nasıl tutarlı olsun? Popüler dindarlık günah ya da haramı kategorik olarak kötü ve yasaklanan bir şey olarak görmez. Bunlar büyük ölçüde yasaklanmış değil, ertelenmiştir. Bu dünyada emirlere uyulduğu ve böylece sevap biriktirildiği zaman ödül olarak verilecektir. Böyle bir bilinç, arzuyu disipline edemez ve yönetemez, sadece şiddetle bastırır. Ama arzuların kışkırtıldığı koşullarda bastırılan doğrudan ya da dolaylı olarak kendini dışa vurur. Doğrudan olduğu durumlarda dini olan ya hayattan geri plana çekilerek ya da hayattan tasfiye edilerek bastırılan özgür bırakılır. Dolaylı olduğu durumlarda ise bastırılan, dini bir kisveye büründürülerek tatmin yolları üretilir. Büşra Nur hanımın olayı da böyle. Arzular, öte dünyada bir cennet vaadi için bastırılmasın, bu dünyada imkan varsa gerçekleşsin.
Bu bağlamda Büşra Nur hanım ve onun Instagram'da paylaştığı mevlit töreni 'story'si DİB'in "fenomen olma, ebeveyn ol" kampanyasına karşı okkalı bir cevaptır. DİB ve diğer dini otoritelerin buyrukları ancak yoksullara söker. Videodaki gibi, yoksullara imrenmek ve dua etmek, zenginlere sergilemek ve etkilemek (influencer) düşer. Videoda bir hizmet olarak mevlit okuyanların gösterişsizliği ile mekanın sahibinin ve özel davetlilerin gösterişliliği, dinin hayat üzerindeki etkisinin sınıfsal ayrıma göre nasıl değiştiğinin bir göstergesidir.
Tutucu bir dini söyleme sahip, hayatın her alanının din tarafından belirlenmesini savunan cübbeli Ahmet Hoca bile, mesele dindar zenginlerin pratiği olunca alabildiğine esneklik gösteriyor. Konuyla ilgili açıklamasında, durumun belki israf olarak nitelenebileceğini söylüyor, ama belki. Ona göre, zekatını verdikten sonra, helalinden kazandıktan sonra pahalı arabaya binmek ziynetmiş, süsmüş. Pahalı kumaştan elbise alınabilirmiş ama 200 takım alınmazmış. Bunu diyen kişi, kot pantolon giyen gençleri cehennemle tehdit ediyor. Yoksul işçi çocuğu kot pantolon ve üstüne resimli bir tişört giyerse günah işliyor, ama zengin birinin çocuğu İtalyan kumaşından 30 takım elbise alabilir. Her gün bir elbise, ihtiyaç yani!
Arabaya gelince isterse 3 milyonluk arabaya biner, dini olarak bir yasak yoktur. Hatta arabanın zekatı da yoktur; zekat sermaye ve maldan olur. Dolayısıyla 3 milyonluk bir arabaya biniyor ama bankada 1 milyon TL paranız varsa, 1 milyonun zekatını verirsiniz. Yani yılda 25 bin TL bir vakfa zekatınızı bağışlarsanız vicdanınızı da rahat ettirirsiniz, arzularınız üzerindeki baskının şiddetini de düşürebilirsiniz. Birçok şey size caiz olmaya başlar, o sıkıcı vaazları dinlemek zorunda kalmazsınız. Helalinden kazandıktan sonra gönlünüzce harcayabilir, lüks ve şatafat içinde yaşayabilirsiniz.
Bu dini anlayış feodalizme özgüdür. Feodal dünyada servet sermayeye dönüşmez, ya vakıflar aracılığıyla hayırseverlik olarak (cami, han, hamam, imaret vs.) ya da kişisel harcama olarak gösterişçi tüketime dönüşür. Bu konuda dini bir özendirme de vardır: "Allah nimetini kulunun üzerinde görmek ister" hadisi gösterişçi tüketimi meşrulaştırmak için referans alınır.
Bu durum Katolik Avrupa'da da böyleydi. Katoliklik burjuvaziye uygun değildir, aristokrasiye uygundur. Burjuvazi Protestanlık aracılığıyla gelişmiştir. Türkiye'de 90'lı yıllar İslami burjuvazinin gelişme dönemiydi ve dini alanda İslami bir Protestanlık anlayışının ortaya çıktığını görüyorduk. Kültürel alanda da bir İslami burjuvazinin işaretlerini görüyorduk. Tenis oynayan, sanat koleksiyoncusu olan dindar işadamları ilgi çekiyordu.
Sonra 2000'li yıllardan itibaren İslami bir senyörlük ve rantiye oluşmaya ve güçlenmeye başladı. Güçler ayrımını işlemez hale getirecek şekilde bir başkanlık sisteminin kurulması, iktidarın tekleşmesi ve merkezileşmesine neden oldu. Böylece siyasal alan tasfiye olarak yerini monarşiye benzer bir egemenlik alanı aldı. Bu egemenlik alanında DİB ruhani bir iktidar gibi kendini yeniden kurarken, dini alanda İslami bir Katoliklik ortaya çıktı. Semboller sisteminde bu durum daha bir görünür haldedir. Örneğin imamların yeni cübbeleri kardinal elbiselerinden daha gösterişli. Ayrıca DİB daha fazla hayatın özel alanları üzerinde denetim kurmaya girişmektedir.
Kültürel alanda da bugün İslami bir rantiyenin ortaya çıktığını görüyoruz. Rantiye üretime dayanmaz. Dolayısıyla servet sermayeye dönüşmez; ama kredi aracılığıyla faiz gelirine yönelir ki bugünkü finans sektörünün gelişmesi bunun bir sonucudur. Zenginlik harcamaya yöneldiği zaman da gösterişçi tüketime yönelir. Bunun sonucunda kültürel alanda İslami bir royal (kraliyet, saltanat) biçimine doğru bir özenti ortaya çıkıyor. İşte protokoller, konvoylar, törenler, ritüeller bundan yaygınlaşıyor. Egemenlik alanında yer alan ve bu sayede iktidarın maddi ve manevi nimetlerinden pay alan herkes bir saraylı imajına sahip olmak için lüks mallar ve hizmetler tüketiyor. Büşra Nur hanımın 'story'sinde olduğu gibi, önünde kapılar açılsın, altın varaklı eşyalarda otursunlar, en pahalı arabalara binsinler, mücevherlere sahip olsunlar, bebekleri birer veliaht prens ve prenses gibi karşılansın istiyorlar.
Bekir Ağırdır, oluşan bu yeni sınıf kültürü için, "Bu bir melezleşmedir" demiş. Ona göre muhafazakârlar yeni orta sınıflar yaratıyor ve kentli yaşam biçimine özgü her şeyi istiyorlar. Kusura bakmasın, hiçbirine katılmıyorum. Çünkü melezleşme çokkültürlü ve kozmopolit bir toplumda olabilecek bir süreçtir. Tekçiliğin bir değer olarak benimsendiği bir ortamda melezleşme veya dönüşüm olmaz. Olsa olsa ancak mutasyon veya transformasyon olabilir. Nitekim ortaya çıkan yeni kültürel fenomenler ve durumlar melez olarak değil mutant olarak adlandırılabilir. Baudrillard, çağdaş Batılı toplumsal yapıların postmodern durumu için yeni adlar önermişti: trans-politik, trans-seksüel, trans-estetik. Türkiye'de ortaya çıkan yeni muhafazakâr kültürel durum için de trans-geleneksel ya da trans-dinsel diyebiliriz. Çünkü sergilenen pratik ne dinsel, ne geleneksel, ne kırsal, ne kentsel, ne de modern; hiçbiri değil ama hepsi. Bu kültürün beslendiği kaynak ise sahici ve kökensel olanlara karşıtlıktır.