Yeryüzü, hepimiz için, hepimiz derken sadece insanlar için değil hayvanlar ve bitkiler, canlı ve cansız varlıklar için, hava örtüsü ve su örtüsü ile beraber kaygı verici haldedir. Çünkü varlık dünyada mekana bağımlıdır. Boşlukta yalnızca bir mevcudiyet olarak var olunabilir, ama yaşanamaz. Boşlukta sadece bir cisim olarak cansız bir hazır bulunuş vardır. Boşluktaki cisimlerin hareketleri ve kuvvetleri olabilir, ama eylemleri ya da edimleri ve güçleri ya da iktidarları yoktur. Bir şeyi eyleme geçiren ya da edimsel kılan, böylece kuvveti fiile ve güce geçiren iradedir.
Varlığın imkanı, yani var oluş ancak bir mekanın üretilmesiyle olur. Dolayısıyla hayatın olması için dünyanın kurulması gerekir ve bu yüzden dünyanın yok olması tehlikesi hayat için bir tehdittir. İşte bu tehlike büyüdükçe ve tehdit arttıkça kaygı da artmaktadır ve insanın içindeki bulantı hissi gittikçe derinleşmektedir. Kaygıdan kurtulmak için ürettiğimiz bir savunma mekanizması olan unutma hiçliğin hakikatinden bizi uzaklaştırmıştır. Zira hiçliğin ve kaosun hayat için kökensel anlamını ve önemini yadsıyoruz. Varlığın hiçlikten neşet ettiğini ve hiçlik olmadan varlığın da olamayacağını unuttuk. Oysa, kaosun bir düzeni olduğunu, bu düzenin zorunluluk ve belirlilik ilkelerine değil, olumsallık ve belirsizlik ilkelerine tabi olduğunu fiziksel keşifler kanıtladı.
Üzerinde durduğumuz zemin ayağımızın altından kayıyor. Hayal ve hakikat ayrımını yapamadığımız bir durumda, bizi yutacak bir boşluğun içindeki sonsuz bir karanlığa doğru hızlanarak düşerken, korkuyla sıçrayarak her uyandığımızda aynı karabasanın içinde buluyoruz kendimizi. Dünyanın estetik bir deneyimi olarak varlığı temaşa ederken onun güzelliğinden ve yüceliğinden vecde gelmenin yerini, tedirgin bir bekleyişte sakinleşmek için verilen enformatik ve görsel uyuşturucuların bilinci ve hisleri felç ettiği bir sarhoşluk aldı.
Antik çağ insanları, ontolojik bir merakın ürettiği sorulara varlığın verdiği cevapların çokluğu karşısında hayret ederek kendinden geçerlerken, postmodern çağda teknolojinin olanaklarıyla bireyleştirilen insanlar imajların fazlalığı karşısında kendini kaybediyor. Çokluk ve bollukla, yani bereketle tanımlanan armağan ekonomisinin yerine fazlalık ve aşırılıkla, yani ifratla tanımlanan tüketim ekonomisinin gelmesinin bir sonucudur bu.
Öte yandan, gerçeğin çökmesiyle oluşan derin yarın kıyısında birden kendisini bulan insanlık kalbine saplanan korkuyla varoluşun boyutları üzerine düşünmekten vazgeçti. Ama yine de merak uyandıran ve cezbeden bir yasak ya da işlemekten alıkoyulamayan bir günah gibi zihni sürekli meşgul etmektedir bu konu.
“Nereden geldik? Nereye gidiyoruz” gibi felsefenin ilk ve temel soruları, insanlar aklın gücü ve egemenliğine tabi oldukları yerde, artık var oluşu düşünmeye çağıran bir hayreti ifade etmemekte, zihnin gelişmesiyle insanlığın ilerlemesine duyulan bir hayranlığı ifade etmektedir. Sorunun asıl düşündürmeye niyetlendiği konu, yeryüzü, dünya ise, soruyu soran insanın kaprisleri, kaygıları ve tutkuları uğruna giderek unutuldu. İnsan kendisiyle ve başka insanlarla ilgilenmekten yeryüzünü düşünmez oldu. Yeryüzünü unutmanın aslında varlığı ve mekanı unutmak olduğunu, ta ki geçen yüzyılda, Almanya’da Messkirchli bir çoban vurgulayarak, düşünmenin ne demek olduğunu hiç de felsefi bir bilgelikle değil ama şiirsel bir dille anlatmaya çalıştı.
Bugün, bilimsel bilginin ve teknolojik gelişmenin bize sağladığı sahte gururla, kendisine karşı sorumluluğumuzu yok sayıp duyarsızlaştığımız, verdiğimiz zararları önemsemediğimiz, kendisini edilgin sayarak aşağıladığımız yeryüzü dayanma gücünün ve tahammülünün sınırına gelmiş durumdadır. Nasıl Hegel’in diyalektiğinde efendiliğin tanınması kölenin varlığını gerektiriyorsa, ama bu tanınma bir tatminsizlik içeriyorsa, insanın dünya üzerinde egemenlik kurması da dünyanın varlığını gerektiriyor. Lakin egemenlik ilişkisinde sömürü sürdürülebilir olmaktan çıktıkça tabi kılanın aslında tabi olan olduğu gerçeği daha bir gün yüzüne çıkıyor. Dünya hala yeri ikame edilebilir bir nesne değildir; tükendiği takdirde tüketeni de yok edecek bir yaşam kaynağıdır. Dolayısıyla yeryüzü kaynaklarının tükenmesi tehlikesi bir nükleer felaketten daha önemlidir. Çünkü nükleer felaket ancak onu üreteni nihai olarak yok edecek bir olaydır. Böyle bir olay dünya açısından çok uzun sürse de kendisini onarma imkanını yok etmez. Ama yeryüzünün yaşam kaynaklarının yeniden üretilemeyecek ölçüde tükenmesi, yeryüzünü madde olarak bitirecek olan bir yok oluşa neden olacaktır.
Gündelik yaşamın hayhuyu içinde düşünmediğimiz sorunlar, biz üzerinde düşünmüyoruz diye, “dünyanın” gündemini meşgul etmiyor diye önemsiz sayılamaz. Yeryüzünün tükenişine dair bir olasılık kabul edilse bile, bu, uzayda bizden başka canlılar olabileceği, bizim gibi organizmaların yaşayabileceği başka dünyalar olabileceği varsayımıyla zayıf hale getirilmeye çalışılıyor. Ama aslında tükenişe dair uyarılar bir öngörü niteliği taşıyorken, uzayda başka dünyaların var olabileceği düşüncesi bir ihtimalden ibaret.
Üzerinde yaşadığımız dünyanın içinde olduğu galaksi, uzaydaki milyarlarca galaksiden sadece biridir. Bu galaksinin bir köşesindeki yıldız sisteminde organik yaşamın imkanını ortaya çıkaran bireşimin, milyarlarca galakside var olabilen milyar kere milyar sayıdaki daha başka yıldız sistemlerinde ortaya çıkmasını sağlayacak koşulların pekala olabileceğini sanıyoruz. Oysa bilim, üstelik evrimci kuram böyle bir temenniyi destekleyecek bir kanıtı pek sunmuyor. İnsanlığın ortaya çıkışı, bir olasılığı gerçekleştirecek olayların uygun koşullarda her defasında yinelenebilir rastlaşmasına değil, tek bir olasılığı gerçekleştirecek olayların münhasıran bir kez rastlaşmasına dayanıyor.
Öyleyse kabul etmek zor olsa da uzayda yapayalnızız. Ve biz insanlar bu gerçeği görmezden gelerek, dokuz milyon yıldan beri, yani homo erektus olarak yeryüzüne ayak bastığımızdan beri, bilimin daha bir on milyar yıl kadar ömür biçtiği dünyamızı hızla tüketiyoruz. Yenisini nasılsa bulacağımız umuduyla kendimizi teselli ederek, hızla ürüyoruz ve tüketiyoruz. Ama aslında tükettiğimiz biricik yaşam kaynağının bir hacmi var ve hacmi olan her şeyin de bir sınırı var. Biz bu sınıra dayanmış durumdayız.