Öfke, dünyayı değiştirmeye dair neşeli bir çaba barındırmalıdır içinde, yoksa şiddet üretecek fevri bir davranış değil. Öfkenin bilinçsiz bir kitle eylemini değil de siyasal bir eylemi tetiklemesinin ön koşulu budur. Peki dünyayı değiştirmeye dair bir siyasal eylem nasıl olabilir? Dünya nasıl daha iyi bir yer haline getirilebilir? Şunu hemen belirtmeliyim ki dünyayı daha "insani" bir yer haline getirmenin dünya için de insanlık için de daha iyi olmadığı anlaşılalı çok oluyor. Dünyayı daha iyi bir yer haline getirmek, yoksulluğa ve sömürüye son vermek için doğaya dönmek, daha doğal bir dünya kurmak gerekiyor.
Fransız ve Haiti Devrimlerinden itibaren insanlar dünyayı, yani toplumsal düzeni değiştirmenin yolunun devleti ele geçirmekten geçtiğine inandılar. Ondan önce de devlete karşı isyanlar olmuştur. Batıda da Doğuda da… Ama feodal dönemde olan isyanların, modern zamanlardakilerden şöyle bir farkı ve bana göre önemi vardır: İsyanlar, devleti ele geçirmeyi değil, devleti yöneteni değiştirmeyi amaçlamıştır. Yani hanedanlığı yıkmamış ama hanedanı değiştirmişlerdir.
Modern zamanlarda ise iktidara karşı öfke ile gelişen toplumsal hareketler devrimci bir niteliğe büründüler. Toplumsal düzeni devlet aracılığıyla değiştirmek, devrimci mücadele üzerinde 19. yüzyıldan bu yana hâkim olmuş bir düşüncedir. Rosa Luxemburg ve Eduard Bernstein'ın reform ya da devrim konusu üzerine tartışmaları, devrimci mücadeleye hükmedecek söylemin belirleyicisi olmuştur. Reform mu devrim mi? Reform seçim kazanarak ve değişimi parlamenter yöntemlerle kabul ettirerek sosyalizme dereceli bir geçiş anlamına gelir. Devrim ise devlet iktidarını ele geçirerek ve kökten değişimleri yeni devlete ivedilikle yaptırarak sosyalizme birden geçiş anlamına gelir. Aralarındaki üslup farklarına rağmen her iki yaklaşım da devletin toplumu değiştirecek tek yetkili merci olduğunu kabul etmektedir. Bu yüzden her iki yolun da hedefi devlet iktidarını ele geçirmektir.
Devlet iktidarını ele geçirmenin kökten bir toplumsal değişim projesinin hedefi olduğu yaklaşım, 20. yüzyıl boyunca etkili oldu. Fakat 20. yüzyılda yapılan devrimler halklara pek mutluluk ve özgürlük getirmedi, bilakis yeni devlet iktidarları ve şiddetini üretti. Devleti ele geçirmek her ne kadar geçen yüzyılın genelinde umut etmenin bir aracı olduysa da, devrimi deneyimlemek umudun tükenmesine neden oldu. 2000'li yıllara gelindiğinde devrimin artık imkânsız görünmesi, asıl olarak devrimi devletin ele geçirilmesi olarak belirleyen siyasal düşüncenin tarihsel başarısızlığındandır.
Reformist ya da devrimci, her iki yaklaşım da coşkulu destekçilerinin beklentilerini karşılayamayıp hayal kırıklığına uğrattılar. Sovyetler Birliği'ndeki, Çin'deki, İran'daki ve başka yerlerdeki devrimler, geçici bir süre için sosyal eşitsizliği azaltmış olsalar da sosyal adaleti sağlayamadılar, sosyal güvence düzeyini arttırmış olsalar da sosyal refah düzeyini arttıramadılar, sanatta, sporda ve bilimde atılım yapsalar da özgürleşmeyi sağlayamadılar. Bu yüzden, John Holloway'in İktidar Olmadan Dünyayı Değiştirmek adlı kitabında belirttiği gibi, "ihanet" geçtiğimiz yüzyılda devrimci hareketler için kilit bir kelime olmuştur; çünkü devrimle veya seçimle devleti ele geçirerek dönüşüm vaat eden hükümetler hep destekçilerinin beklentilerine "ihanet etmekle" suçlanmışlardır. İhanet zamanla öylesine kural haline gelmiştir ki, devrimin teorisyenleri ihaneti reel politikanın gerekleri olarak olağan göstermeye başlamıştır.
Dünya tarihindeki neredeyse bütün devrim deneyimleri bize göstermiştir ki ne dünya ne düzen ne de toplum devletin ele geçirilmesi aracılığıyla değiştirilemez. Ayrıca artık insanlar büyük ölçüde tepeden bir değişim programı dayatmanın, o programın doğru olduğuna kesinlikle inanılsa bile, yanlış olduğunu kabul etmek noktasına geldiler. Devrim yapmak genellikle devlet iktidarını ele geçirmeye indirgendiği için, bazı ulusal özgürlükçü hareketlerin devlet iktidarını ele geçirerek rejimi değiştirme girişimlerinin bürokratik baskıcı yeni bir düzen kurulmasına yol açmasıyla başarısızlığa uğraması pek çok kişinin devrim fikrinden uzaklaşmasına neden olmuştur.
Ama bunun sonucunda bugün ütopyalar tasarlanamamakta ve geleceğe umutla bakılamamaktadır. Umut edilen özgür ve adil bir toplumu yaratmak artık mümkün görülmemektedir. Bu yüzden insanlar ironik bir eleştiri yerine kinik bir uzlaşıyla siyasi tercihlerini yapmaktadır. Bir şeyin değişmeyeceğine dair inançsızlıkla insanlar değişim umuduyla değil, kendileri için daha katlanılır olması beklentisiyle merkez partilere yönelmektedir. Bunun sonucu toplumun siyasetten yalıtılması olmuştur.
Toplumun tekrar siyasileşmesi için devrimin nasıl olabileceği üzerine yeniden düşünmek gerekiyor. Toplumsal düzeni ve dünyayı değiştirmek için devleti araç kılmaktan başka bir yol yok mudur? Devlet iktidarının ele geçirilmesiyle yapılan devrimler özgürleşmeyi sağlamadığı gibi, siyasetin merkezde tasfiye olması da ideolojik çatışmaları yok edip toplumu daha mutlu etmedi. Neoliberalizmin küresel bir hegemonya kurarak gittikçe vahşileşmesi gösteriyor ki bireylerin siyasetten el çekerek sadece ekonomik ve kültürel olanlarla ilgilenmeye razı olmaları mutluluk getirmiyor. Kapitalizm bireylerin bedenlerine sahip oldukça, ruhlarını da istiyor; emeklerini sömürdükçe, onurlarını da istiyor.
Kapitalist sistem, bireylere durmadan saldıran, insan hayatını doğrudan paranın esiri yapan, gittikçe daha fazla yoksulluk, adaletsizlik ve şiddet üreten bir gelişim dinamiğini içinde barındırır. İnsanlar bu sistem içinde yaşamaya razı olup, sürekli kendilerine sunulan arzu nesnelerini tüketerek mutlu olmak için daha çok çalışmaya adandıkça, bedenlerini ve emeklerini bağışladıkça iktidar odakları onların öz saygısını ve değerini sıfıra indirmek üzere onurlarını da talep etmektedir. Bu yüzden bizim yeniden devrimi düşünmemizi gerektiren onurumuzu koruma kaygısıdır.
Devriminin imkânı bugün devlette değil kendinde saklıdır. Devrim devleti ele geçirerek değil, kendini iktidarın boyunduruğundan kurtarmakla olabilir. Devlet iktidarını ele geçirme çabası, iktidar ilişkilerini bozmaya ve insan onuruna yakışır bir toplum kurmaya dayalı devrim düşüncesiyle pek bağdaşmamaktadır. Sistemi değil, sistemin kullanıcılarını ve araçlarını değiştirmekle yetinen bir proje devrimci umudu söndürmekten başka bir şey yapamaz. Bu yüzden, Holloway'in dediği gibi, devrimin iktidarı feshetmek üzere onu fethetmek anlamına geldiği düşünce iflas etmiştir. Bundan ötürü devrim yapmak ile iktidar olmak arasındaki bağın koparılması gerekir.
Bugün artık asıl meselenin iktidar mevkilerine sahip olmak değil, iktidar ilişkilerini çözmek olduğu anlaşılmıştır. Bir devim adına yapılacak tek şey iktidarı ele geçirmek değil, bir daha çalışmayacak şekilde parçalamaktır. 21. yüzyılda geçerli olan devrimci mücadele budur: iktidar olmadan dünyayı değiştirmek. Son yıllarda kapitalizm karşıtı hareketlerin gelişmesine koşut olarak iktidar karşıtı bir anlayış da yükseliyor.
Böylece hoşnutsuzluk bugün daha çok, sivil toplum örgütlerine katılmak, bazı özel konularla ilgili kampanyalar düzenlemek, öğretmenlerin, öğrencilerin, mültecilerin, işsizlerin, gençlerin, yaşlıların, emeklilerin, kadınların, başka cinsel kimliklerin ve toplumdaki diğer grupların sorunlarını gündeme getirmek ve orada tutmak şeklinde ifade edilmektedir. Ama insanlar kendilerini araçsallaştırmadan, nesneleştirmeden, konu etmeden, bilakis amaç haline getirerek, özneleştirerek ve sorun ederek, sorunsal haline getirerek, temsile ihtiyaç duymadan, doğrudan ve saygın bir şekilde kendilerini ifade edebilecekleri yöntemler arayıp bulmaktadırlar.
Devrim bugün devlete odaklanmak yerine kişinin kendisine, dünya yerine hayata, toplum yerine bireye odaklanmaktadır. Bu durum kişilerin artık kolektif düşünmediği anlamına gelmemektedir, ama aynı düşünmediklerinin ve farklılıklarının kabulünden hareket ettikleri anlamına gelmektedir. Birlik olmadan ortak olmanın, cemaat olmadan cem olmanın, yani aynı olmadan birleşmenin, kimlik üretmeden anonim olmanın yöntemlerini aramaktadırlar.
Bu bir pasif direnişe çağrı değildir, tam tersine ele avuca gelmez, akışkan, herhangi bir sabite indirgenemeyen, tanımlanmaya direnen aktif bir oluşun imkanlarını ortaya çıkarma çabasıdır. Bugün söz konusu olan artık bir devrimin olamayacağını kabul eden bir yenilmişlik duygusu değil, denenmiş olanları tekrar etmeyi bir kenara bırakıp başka türlü nasıl olabileceğini düşünmeye çağıran bir kazanma arzusudur. "Bizi ancak bir Tanrı kurtarabilir" diyen Heidegger'in tevekkülü gibi yalnızca ilahi kudretten beklenen bir mesiyanik teolojiyle değil; duanın sadece bir dilek olmayıp, daha çok bir çaba olduğunu söyleyen kurtuluş teolojisiyle de ilişkilidir bu devrim fikri. Şeylerin değiştirilebileceğine dair etkin bir umudun, etkin bir direnişin, eylemeye yönelik bir çağrının sesi gelmektedir uzaktan. Kulak vermeli ona.
İktidar olmadan dünyayı değiştirme çabası, "eylemeye yönelmeyen, kendi içinde patlayan, sonsuz bir umutsuzluk feryadı olarak kalan, bitmeyen bir kinik homurdanma olan" bir kinik muhalefet değildir. Sonuçta kinik muhalefet "Dünyadan nefret ediyorum ama yapılacak bir şey yok" demektedir. Oysa muhalefet, söylenmek değil eylemektir; ama eylemsizlik olarak eylemek. Tıpkı Herman Melville'in Katip Bartleby'da "Yapmamayı tercih ediyorum" sözüyle gösterdiği eylemsizlik gibi.
Eylemek sadece çalışma ve diğer bedensel faaliyetlerden ibaret değildir. Kapitalizmin biyopolitika aracılığıyla bizi sürekli daha verimli çalışmaya ve performansı arttırmaya zorladığı bir durumda daha az eylemek ve nihayet eylemsizliği amaçlamak en etkili bir devrimci mücadele olacaktır. Holloway'in dediği gibi biraz zorlamayla, dünyayı değiştirmenin eylemekle değil, eylememekle, tembellikle, çalışmaya direnmeyle, keyif sürmeyle mümkün olabileceği iddia edilebilir. Nitekim tembelliğin ve keyfin reddi üzerine kurulu kapitalist toplumda, bunların her ikisi de muhalif eylemler olarak durmaktadır. Eylemenin çalışmayla özdeşleştirildiği bir dünyada yapmaya karşı gelmek, etkili bir direniş biçimi olarak görülebilir.
Doğal kaynakların sonsuz bir endüstriyel üretim döngüsünü sürdürmek üzere hammadde olarak görüldüğü bir dünyada üretmemek bir devrimdir, arzu üretimine dayalı bir ekonomide tüketmemek bir devrimdir, performans arttırma adına herkesin birbirleriyle rekabete zorlandığı bir koşulda tembellik bir devrimdir, hıza karşı yavaşlık bir devrimdir… Bütün bunlar hayal gibi gelebilir ama Castoriadis'in dediği gibi "Devrim önce bir tahayyüldür".
İnsanın eyleyişi, sonraya dair bir tasarımı ve dolayısıyla tahayyülü içerir. Marx sonraya dair tasarımı insan eyleyişinin ayırıcı özelliği olarak tanımlar. Kapital'in 1. cildinde şöyle der: "Örümcek bir dokumacı gibi çalışır ve arı peteklerini yaparken mimarları gölgede bırakır. Ama en kötü mimariyi arının mükemmelliğinden ayıran bir şey vardır ki o da mimarın binayı gerçekte inşa etmeden önce muhayyilesinde dikmiş olmasıdır." Devrim, olanın ve olabileceğin ötesinde başka türlüyü, hatta imkansızı hayal ederek olur.