Birkaç yıldır Türkiye’de bir gençlik sosyolojisi konusu olarak “ilhad meselesi”, yani dinden dönmek, imansızlık sorunu tartışılıyor. İlhad teriminin daha özel bir kullanımı var: Felsefi düşüncenin etkisiyle İslam dinini ve peygamberlik kurumunu eleştirerek filozofları peygamberlerden üstün tutmak anlamında kullanılan bir terim “ilhad” ve bu anlamı bugünkü durumu da karşılıyor. İslam Ansiklopedisi’nde de “Dinden çıkma sonucunu doğuracak inanç ve görüşleri savunmak, Allah’ın varlığını ve birliğini, dinin temel hükümlerini inkâr etmek, bunlar hakkında kuşku beslemek, dini kuralları hafife almak” olarak tanımlanıyor ki bu tartışma konusu olayı tamamen açıklayıcı bir tanım.
Bu konuyu geçen hafta bu sefer Leyla İpekçi Yeni Şafak’taki köşesinde konu etti. “Muhafazakâr Kesimin Gençleri Neye Muhalefet Ediyor?” başlıklı yazısında olayı bir sonuç ve tepki olarak ele alarak, bu olayın muhafazakâr kesimin yaşlıları tarafından doğru okunamadığını söylüyor. İpekçi yazısında, “Muhafazakâr kesimin belli bir yaş haddini doldurmuş kanaat önderleri tarafından genç nesillerin ateist-deist olmaya başlaması kaba bir genellemeyle reddedilmekte ve bu söylemlerin ithal bir bölücü faaliyet, bir tür fitne olduğu iddia edilmekte” diyor.
Bir takım kritik konu, yani tartışılması ve çözümleme yapılması gereken sorun hakkında genel bir tavrı var muhafazakâr kesimin; o da toptan inkâr etmek. Çünkü yaşadığımız birçok sorun, kriz durumu, dönüşüm süreci aslında kendi ürettikleri sonuçlar ve bunlarla yüzleşmek yerine yalanla yaşamayı tercih ediyorlar. Öyle ki, bu kesimin çoğu için, gençlerin mevcut dini anlayış ve uygulamalarla ilgili eleştiri ve şikayetlerini dürüstçe dile getirip, bunları kabul etmediklerini söylemeleri yerine abdestsiz ibadet etmeleri ve o riyakâr vaazları sahte bir huşu ile dinler gibi yapmaları daha kabul edilebilirdir. Liyakatin yerini sadakatin aldığı yerde gerçeğin yerini yalan, inancın yerini sanı, bilginin yerini de kanı alır. Herkesin “mış gibi” yaptığı durum, cehaletin egemenliği için en elverişli koşulu sağlar.
Muhafazakâr kesimde, diğer toplumsal gruplarda olduğu gibi, temelde iki farklı gençlik var. Bir tarafta tamamen görsellik rejimine tabi olmuş, merak etmeyen, okumayan, sorgulamayan, duyarsız, umarsız bilgisiz, gelecekle ilgili beklentileri için emek vermek yerine fırsat kollayan bir gençlik var. Diğer tarafta aynı görsellik rejimi içinde olsa da onu sorgulayan, okuyan, merak eden, duyarlı, ilgili, bilgili ve gelecekle ilgili kaygıları olan, kendini ve geleceğini kurmaya çalışan bir gençlik var.
Tuhaf bir şekilde iktidar ve onun tabanı muhafazakâr kesimin çoğu için ilk saydığım özelliklere sahip bir gençlik istikbalin teminatı olarak görülürken, diğer tarafta özelliklerini saydığım gençlik bir beka sorununun öznesi olarak görülüyor. Popülist siyasetin bir parçası olan entelektüel karşıtlığının yansıması bir görüş bu. Ama gerçekte kuşkuya ve tepkiye dayalı bir sorgulama içinde olan bir gençlik değil, ilgisiz ve bilgisiz bir gençlik toplumun bekası için asıl tehdit edici görülmelidir.
Geçenlerde bir akademisyen arkadaşımla bir üniversitede düzenlediğimiz panelde arkadaşım bildikleri üç şairi sorduğunda kimseden bir cevap gelmedi. Hemen hepsi öğrencim olduğu için, ama soyadlarından değil, genel düşüncelerinden biliyorum ki, birçoğu muhafazakâr kesimden gençler bunlar ve en azından Necip Fazıl, Sezai Karakoç ve İsmet Özel adlarının hemen akla gelmesi beklenirken, Recep, Tayyip, Erdoğan adları da mı aklınıza gelmiyor diye espri yaptıracak denli bir kayıtsızlıkla karşılaştık. Aynı şekilde Nazım Hikmet, Cemal Süreya, Orhan Veli adları aklına gelen bir gençlik de yoktu. Bu satırları okuyan bazı okurlar için durum belki istisnai gelebilir ama değil.
Şunu, acaba abartıyor muyum diye hiç kuşku duymadan söyleyebilirim ki AKP mitinglerinde coşkuyla yer alan o yeni muhafazakâr gençlik için genellenebilir bir durumdur bu. Nitekim ideolojinin yerini kişi kültünün aldığı yerde kültür, o kültün retoriğinden ibaret hale gelir.
Ama muhafazakâr kesimin kanaat önderleri için tercih edilen budur zaten. Sadece kendi yazdıkları okunsun, kendi söyledikleri dinlensin, sözleri sorgulanmadan kabul edilsin ve bu sözlere dayalı bir özgüvenle gençler avunsun istenmektedir. En makbul imanın, cahilin imanı olduğunu söylemeleri, bir sahihlik jargonuyla cehalet güzellemeleri yapılması bu yüzdendir. Kur’an’dan da delil getiriyorlar buna. Nur Suresi 51. ayetteki “İşittik ve itaat ettik” sözünü, sorgulamadan mutlak itaatin kurtuluşa ermenin koşulu olduğunun delili sayıyorlar.
Oysa o ayette, kendi aralarında bir anlaşmazlığa düşenlerin Allah’a ve peygamberine danıştıklarında ona uymaları, artık anlaşmazlığa son vermeleri öğüt veriliyor. Ayrıca, sözleri işitildiğinde uyulması gereken Tanrı ve peygamberinin, muhatap aldıkları toplumda sözü geçer olana kadar nasıl bir ikna süreci geçirdiklerinden bahsetmiyorlar. Hz. Muhammed, henüz peygamber olmadan önce içinde yaşadığı toplumda en emin, yani güvenilir kişiydi. Toplulukta birileri anlaşmazlığa düştüğünde ona danışırlardı ve onun sözüne itaat ederler, yani uyarlardı. Dolayısıyla buradaki “işittik ve itaat ettik” sözüyle örnek alınması tavsiye edilen davranışın, sorgusuz bir mutlak imanla ilgisi yoktur; bilakis nice sorgulamadan geçtikten sonra kazanılmış bir güvene dayalı bir karardan söz edilmektedir.
Hz. Muhammed’in hayatında ortaya koyduğu pratik dine dayalı bir ahlak değil, ahlaka dayalı bir dindir. Nitekim, Hz. Muhammed “Ben, ancak güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim” diyor. Buradaki “ancak” vurgusu önemli, ahlakın dışındaki konuları tali kılıyor. Ahlak ise uygulamadır. Bir kişi ahlaki ilkeleri sözde savunmasına rağmen uymuyorsa ahlaksızdır. Ahlakın bu özelliği din için de geçerlidir. Her tür mecrada dinsel buyrukları, kuralları, ilkeleri, doğruları, yanlışları vaaz edenlerin uygulamada her sınandıklarında sözleriyle bağdaşmayan durumlarla çokça karşılaşıldığı zaman o dine olan inanç sarsılır. “Yöneticinin ya da hocanın yaptığına değil, söylediğine uy” demek asla geçerli değildir. Bütün dinler, söyledikleri ile yaptıkları birebir uyum içinde olan müminleri tarafından yayılmıştır. Akıl ve vicdan muhasebesi yapabilen kimse retoriğe göre değerlendirme yapmaz, pratiğe göre yapar.
Son zamanlarda muhafazakâr kesim, sözüyle sınandığında neredeyse her sefer çelişen bir pratik sergiledi. İslam, barış ve sevgi dinidir diyenler siyaset yaparken nefret söylemleri ürettiler. Bu söylemlerle dindar nesiller yetiştirmenin karşılığı kindar nesiller oldu. Öyle ki daha oyun çağındaki çocukların boş zihinlerine nefret tohumları eken ebeveynlerin, seçim sonuçları karşısında histeri atağı geçiren çocuklarının görüntülerini övünçle paylaştıklarına şahit oluyoruz. Umre ziyaretinde Kabe’yi arkasına alarak beddualar eşliğinde bir siyasi propaganda videosu çekenlere şahit oluyoruz. “Olan” karşısında kendi inancına göre “Allah’ın hükmü”nü kabul etmek yerine, o hükme direnenlere şahit oluyoruz. Daha nice buna benzer dinle ilgili çelişkili durum karşısında akıl ve vicdanıyla sorgulayan bir genç nesil tepki gösteriyor, muhalefet ediyor.
Bu tepki ve muhalefetin teolojik karşılığı deizm ve ateizm oluyor kaçınılmaz olarak. Kaçınılmaz olarak bile değil, hatta doğal olarak. Çünkü o kanaat önderlerinin dinle ilgili söylediklerinin satır arasını okuduğumuzda kendilerinin de çoktan geçerliliğini yitirmiş olduğuna inandıkları bir dini vaaz ettikleri açığa çıkmakta. Nitekim, o vaazları dinlediğinizde biraz dikkat kesilirseniz öyle bir din anlatıldığını duyacaksınız ki geçmişte bazı kendini Allah’a adayıp kendinden geçmiş meczupların olağanüstü halleri anlatılmakta. Böylece aslında bugünün hayatına bir kerteriz olamayacak denli uzakta ve ışığı sönmüş bir yıldızlar aleminden hayali kahramanlık konusu olarak ahlak ve dindarlıktır anlatılan. Bu yüzden örnek alınmak üzere değil de gurur duyulacak bir tarihe dayalı kimlik üretmek üzere efsaneleştirilmektedir din. Adorno ve Horkheimer’in Aydınlanma için söylediklerini Türkiye’de din için söyleyebiliriz: “Mit zaten dindir ve din mitolojiye geri dönmektedir”. Bu durumda bazı gençlerin dinsel dönüşümlerinden hayıflanmamak gerekir.