John Berger, 'Hayvanlara Niçin Bakarız?' adlı küçük kitabında, 19. yüzyılda Batıda daha önce insanla doğa arasında var olan uyumlu yaşama geleneğinin sona erdirilme sürecinin başladığını belirtir. Bu süreçten önce insanlar bugünkü anlamda pek sosyal varlıklar değillerdi. Elbette bir yerleşim yerleri ve o yerde yerleşik başka insanlarla ilişkileri vardı ama bu ilişki toplumsal olmaktan çok doğal bir ilişkiydi. Çünkü insanlar doğal bir çevrede ve hayvanlarla iç içe yaşıyordu. Kent yaşamı bile doğal bir zaman ve düzene göre örgütleniyordu. Dinsel dünya doğayla seküler dünyadan daha uyumluydu. Zira seküler dünya, kapitalizm, sanayileşme, kentleşme, akılcılaşma gibi modernleşme süreçlerinin bir sonucudur. Bunlar da insanın doğayla arasında hiyerarşik bir mesafe koyarak bir hükümranlık ilişkisi kurmasına karşılık gelir. Böylece insan ve hayvan arasındaki ilişki de değişmiştir.
Dinsel ya da geleneksel dünyada hayvanlar, insanların hayatında önemli bir yere sahiptiler. Bu önem elbette üretimle ilgili işlev ve ekonomik değerden geliyordu. İnsanlar tarımsal üretim, yiyecek, ulaşım ve giysi için hayvanlara gereksinim duyuyordu. Yani insanların hayvanlarla ihtiyaç üzerine kurulu bir faydalanma ilişkisi vardı, ama arzu üzerine kurulu bir tüketim ilişkisi yoktu. Bu bakımdan insan ve hayvan arasındaki ilişki geleneksel dünyada kaba bir şiddet üretmekle beraber içten bir şefkati de içeriyordu. Oysa modern zamanlarda insan ve hayvan arasındaki ilişki daha az şiddet üretiyor gibi görünse de sofistike bir şefkati içermektedir.
Bu durumla ilgili Berger şöyle bir örnek veriyor: "Bir köylü beslediği domuzu sevebilir ve onun etini tuzlamaktan zevk alır." Burada önemli olan köylüdeki iki duygunun birbirine "ama" ile değil "ve" ile bağlanmasıdır. Doğada hayvanlar arasındaki ilişki de benzerdir. Bir aslan yattığı yerden seyrettiği bir ceylanı sevebilir belki ve acıkınca onun etini yemekten de zevk alır. Doğada bu iki durumu birbirine "ama" ile bağlamamızı gerektiren bir çelişki yoktur. Yani, "Bir aslan bir ceylanı sever ama onu yer" diyemeyiz.
Bence bunun nedeni hayvanlarda nefret duygusunun olmamasıdır. Doğada bazı örnekler sanki nefret ilişkisi gibi gelebilir, kedi ve köpek ya da kedi ve fare arasında olduğu gibi, ama bazen bu hayvanların birbirini kovalaması birbirlerinden nefret ettiklerini kanıtlamaz. Her ne kadar zoologlar hayvanların da bir davranış psikolojisinin olduğuna bizi ikna etmeye çalışsa da güdüler pek açıklanabilir değildir. Şehirdeki köpeklerin bazı araçları havlayarak kovalaması veya atık toplayıcılara havlamaları onlardan nefret ettikleri anlamına gelmez ama belki de bize saldırganca gelen bir oyun güdüsüdür. Güdülerin sonucu bazen yaralama ve ölüme neden olabilir. Yine de bundan köpeklerin kedilerden nefret ettiği çıkarsaması yapılamaz.
Geleneksel dünyada bir köylü de beslediği bir sığırı sevebilir, avucuna tuz alıp ona yalatırken bir yandan sığırın damak zevkini tatmin ediyordur ve diğer yandan sığırın etinin daha lezzetli olmasını istiyordur. Ama günümüzün kentli modern bireyi beslediği bir köpeği sevebilir ama onu her gün gezdirmek zorunda olmaktan nefret ediyordur, bir de gezdirirken köpeğinin kaldırıma bıraktığı bokunu her seferinde almaktan da tiksiniyor olabilir. Onun hayvan sevgisi, hayvanın canlı varlığına yönelik değil, sevimli imgesine yöneliktir. Bir süre sonra köpeğini hala sevse de bir barınağa, hatta sokağa veya ormana terk edebilir. Sokakta veya ormanda kendi başına yaşayamayacağını bilerek… Dolayısıyla, birbirine "ama" ile bağlanabilecek çelişkili duygular modern kentli birey için geçerlidir.
Bu yüzden modern birey için geleneksel dünya da doğa da pek anlaşılabilir değildir. Geleneksel dünyada bir şövalye hayatı coşkuyla yaşayabilir, kadınları, içkiyi, şiiri, müziği sevebilir, sürekli haz peşinde koşabilir; ama hiç tereddüt etmeden savaşa da gidebilir, kendisini ölümün önüne atabilir. Diğer yandan geleneksel dünyada "evcil hayvan" yoktur, çünkü insan henüz doğadan tamamen kopmamıştır, insan doğaldır. İnsanın doğal olduğu yerde hayvanın evcil olmasına gerek yoktur. Ama insan doğaya egemen oldukça, hayvanın da evcil olma süreci başlamıştır. Bu aynı zamanda hayvanın yabancılaşma sürecidir. İnsan uygarlaştıkça, hayvanlar hayattan dışlandılar ve çerçeveye alındılar. Bu çerçevenin soyut hali hayvanın imgeselleşmesi ve somut hali hayvanat bahçesine kapatılmasıdır.
İnsanla hayvan arasındaki metafizik kopuşa Descartes neden olmuştur. Bedenle ruhu mutlak olarak birbirinden ayırarak bedeni fizik ve mekanik yasalarının egemenliğine soktu. Böylece hayvanlar canlı olsalar ve zekaya sahip olsalar da ruhtan ya da zihinden yoksun oldukları için bir makine modeline indirgendiler. Descartes'la başlayan bu kopuşun sonuçları ancak zamanla ortaya çıktı.
Sanayi devriminin erken evrelerinde, tıpkı çocukların emeği gibi, hayvanların gücünden yararlanıldı. Daha sonra tren, otomobil, traktör, makineler, yapay gübre gibi birçok icat üretimde verimliliği artıracak ve gündelik hayatta kolaylıklar sağlayacak yeni teknolojik imkanlar sunarken, giderek hayvanların önemsizleşmesine neden oldu. Motorlu taşıtlar ulaşımda ve makineler üretimde hayvanların yerini aldı. Kentlerin hızlı büyümesinin çevrelerindeki kırsal bölgeleri kenar mahallelere dönüştürmesiyle, oralardaki vahşi ve ehlileşmiş hayvanların sayısı azaldı. Hayvan sadece hammadde olarak görülür oldu. Bazı hayvanların ticari sömürüsü onların neredeyse soyunun tükenmesine neden oldu. Geriye kalanlar da ya ulusal parklarda ya da özel avlanma alanlarında "koruma" altına alındı.
Vahşi hayvanların yaşam alanları daralıp, nüfusları azalırken, evcil hayvanların nüfusu artmaktadır. Tarihte hiçbir zaman evcil hayvanların sayısı günümüzdeki gelişmiş ülkelerin kent yaşamında olduğu kadar çok olmamıştır. Bugün modern dünyada doğadakinden çok fazla, milyonlarca köpek, kedi, kafes kuşu ve başka ev hayvanı vardır. Geleneksel dünyada bekçi köpekleri, av köpekleri ve fare yakalayan kediler gibi sadece işe yaradıkları için beslenen ev hayvanları vardı. Ama yararlı olmalarının dışında "süs" için hayvan besleme adeti modern tüketim topluma özgü bir olgudur.
Burjuva çekirdek ailesinin yaşam alanı daralmış, topraktan, doğadan, mevsimlerden, temiz hava ve sudan yoksun kalmıştır. Bu alanda hayvanın doğallığıyla, ontolojisine uygun olarak mevcut olması imkansızdır. Hayvan ancak doğallığından arındırılmak suretiyle uysallaştırılarak uygar yaşam alanında kendisine bir yer bulabilir. Evcil bir hayvan ya kısırlaştırılmış ya da cinsel olarak yalıtılmış, hareket imkanı sınırlandırılmış ve herhangi başka bir hayvanla teması yok denecek düzeyde kısıtlanmıştır.
Modern insanın sofistike şefkati kendini böyle gösterir. Modern insan bir hayvan severdir ama doğayı sevmez, bir hayvanı besler ama üremesine izin vermez, barınak veya evlere hapseder ama sokaklarda yaşamasına izin vermez. Evcil hayvanlar, doğada veya köylerde yaşayan hayvanlara göre daha iridir, çünkü hazır mamalarla beslenirler, onlara özgü fastfood ile…
Modern toplumda hayvan seyirlik bir nesneye dönüşmüştür. Hayvanlar insanların sürekli genişleyen güç istencinin de göstergesi oldular. Geleneksel toplumda hayvanlar insanla iç içe yaşayabiliyorken, modern toplumda yaşam alanının dışına çıkarıldılar ve böylece gözlemlenip seyredilen varlıklara dönüştürüldüler.
Hayvanat bahçeleri hayvanların gündelik hayattan çekilmeleriyle ortaya çıkmıştır. İnsanların hayvanları seyretmek ve gözlemlemek için gittikleri hayvanat bahçeleri, aslında bunların pek yapılabildiği yerler değildir. Seyretmek ve gözlemlemek etnografik saha çalışması gibi tanımak istenen topluluğun içinde olmayı, onunla yaşamayı gerektirir. Hayvanat bahçesi hayvanları tanımak için aslında doğru yerler değildir. Oralar hayvanların trajedisinin sahnelendiği tiyatro salonlarıdır. Berger, hayvanat bahçelerinin insanla hayvan arasındaki kadim ilişkinin mezar taşı olduğunu söyler.
İnsan ve hayvan arasındaki ilişkinin kopuşunda bir diğer adım ve hayvanın soyut çerçeveye alınması imgeselleşmeyle olmuştur. Çocuklar sanayi toplumunda artık hayvanla değil, hayvan imgeleriyle daha çok temas halindedir: oyuncaklar, çizgi filmler, reklamlar, resimler ve her türlü tüketim nesnesi… Elbette eskiden de hayvan imgeleri vardı, ama bunlar taklitti, oysa modern toplumda gerçeğin yerini alan simulakralar gibiler. Özellikle Disneyland bu dönüşümü tamamlamıştır.
Geleneksel dünyada hayvan şeklinde oyuncaklar azdı. Olanlar da ya gerçekçi değil ya da simgeseldi. Bu fark geleneksel bir oyuncak atla modern bir oyuncak at arasında karşılaştırma yaparak gösterilebilir. Geleneksel oyuncak at, bir sopanın ucunda pek gerçekçi olmayan at kafasından ibarettir. Modern oyuncak at ise, gerçekçi bir şekilde yapılmıştır; yeleleri ve deriden dizginleri vardır, dörtnala koşuyormuş gibi sallanacak şekilde tasarlanmıştır. Sallanan at bir 19. yüzyıl icadıdır.
Hayvan şeklindeki oyuncakların gerçekçiliği yeni piyasaların oluşmasına ve yeni müşteri taleplerine ilham verdi. Böylece çocukların yatağa almaktan hoşlandıkları ayı, kaplan, tavşan gibi yumuşak oyuncak hayvanlar üretildi. Gerçekçi hayvan biçimindeki oyuncakların icadı ile hayvanat bahçelerinin doğuşu hemen hemen aynı zamana rastlar.
Hayvanların gündelik hayattan dışlanmaları ile ortaya çıkan boşluk hayvanat bahçeleri, asıllarına benzeyen oyuncak hayvanlar ve çizgi filmlerdeki hayvan imgeleriyle doldurulmaya çalışıldı. Dolayısıyla tüm bu sevimli icatlar, doğrudan doğruya hayvanların yok olmasına yol açan acımasız bir süreçte yapılmıştır. Hayvanat bahçeleri, hayvanları seyirlik bir nesneye indirgerken hayvanların bilimsel araştırma amaçlı kobay olarak kullanımını meşrulaştırdı. Ayrıca onların gösteri aracı haline getirilmelerini özendirdi. Oyuncak hayvanlar da gerçek hayvanın oyuncak ve süs olarak kullanımına yol açtı. Böylece evcil hayvanlar ortaya çıktı.
Modernleşirken hayvanlar hayatımızdan çekildiler. Onlar doğa yok olurken konulu parklara, koruma alanlarına ve hayvanat bahçelerine kapatıldılar. Berger'in dediği gibi, baskı altında marjinalleştirilmiş her alanın -gettoların, gecekondu mahallelerinin, hapishanelerin, tımarhanelerin, toplama kamplarının- hayvanat bahçeleriyle ortak bir yanı vardır. Hayvanların yok oluşunu günümüzde, tarih boyunca hayvanları yakından tanıyan ve bu tanımaya dayalı bir bilgeliğe sahip olan köylülerin de yok oluşu izlemektedir.