Bugünlerde yaptığı işle gündeme gelme, adını gündeme getirme sıkıntısı yaşayanlar, saçmalama kotası yüksek olan bazı sürekli gündem konularında, beyinlerinin sadece karşılaştırma yapabilme becerisiyle, çözümleme yapabilme aşamasına ise ilerleyememiş olarak yorumlar yapıp medyada yeni çekilmiş fotoğraflarının yayınlanmasını ve sanki söylediğine önem verilen birisiymiş gibi bir intiba bırakacak şekilde adlarının geçmesini sağlıyorlar.
Bu yorumlar aslında asla bir düşünce olarak ciddiye alınıp etik ve politik bir sorunsal olarak tartışmayı hak etmiyor ama sebatla tedavi etmek için çaba göstermemiz gereken içimizdeki faşizmin “veciz” ifadeleri olarak bıkıp usanmadan bir toplumsal sorumluluk ve entelektüel görev icabı okumayı ve eleştirmeyi şart koşuyorlar.
Ayrıca, gittikçe fakirleşmiş olan kültürel sermayemizle kendimizi zihinsel olarak besleyecek lezzetler arama imkanına sahip olamadığımız için de unu bol tatsız kanaatler çorbasıyla ucuza karın doyurmaktan, böylece kanaatkâr bir toplumun şükreden bir ferdi olarak günü kurtarmaktan başka bir faaliyet üretemiyoruz. Zihni kanaatlerle sağlıksız beslenen yalan obezleri haline gelmiş kapitalist toplumun feodal bireyleri, internet karşısında hareketsiz kaldıkça bilinçleri hantallaşıyor ve her saçmalığı yaratıcılık zannediyorlar.
Örneğin Suriyeliler vesilesiyle toplumun her kesiminden ve tabakasından insanlar milli bir hassasiyete dayandırılınca hoş görüleceğinden emin istediği gibi saçmalıyor. Son zamanlarda, saçmalama kotası ve dahi serbest hakaret etme hakkı olan konuların başında Suriyeli mülteciler ya da Türkiye’de icat edilmiş bir ara form olarak sığınmacılar konusu geliyor ki, Türkiye ara formlar icat etmede dünya lideri bir ülkedir!..
Unutmak istediğimiz geçmişi hatırlatıyorlar
Türkiye toplumunu bir arada tutan bir harç olarak geçmiş korkusunun yeni öznesi Suriyelilerdir. Geçmişe dönmek (Tanıl Bora buna “mazi” der) modern ulusal kimliğin kurucu ötekisidir. Cumhuriyet’in erken döneminde Osmanlı kimliğinde tecessüm ediyordu bu ve cumhuriyet tarihinin gelişme aşamalarında farklı geçmiş imgeleri ya ikame edildi ya da ilave edildi. Ama korkumuz hep geçmişe dönmek oldu; o geride, arkamızda bırakmak, unutmak istediğimiz kaba, yoksul, viran, çirkin, utanılası geçmişimiz.
Suriyeli mültecilere karşı nefretimizin nedeni, bir yandan bize unutmak istediğimiz geçmişi hatırlatmasıdır. Doğulu geçmiş, peçeli geçmiş, esmer geçmiş, kıllı geçmiş, ter kokulu geçmiş, develi geçmiş, nargileli geçmiş, sefih geçmiş, miskin geçmiş vs.
Tam da demokratikleşmeden Batılılaştığımıza kendimizi inandırıyorken, sarı saçlarımızın boya olduğunu unutmuşken, lazer epilasyonla tensel evrimimizi tamamlamanın önündeki son pürüzü de yok ediyorken, tesettürle bile seksi olabilmenin postmodern tarzını keşfetmişken, gösteriş için israf edilen kaynakların hizmet için sarf edildiğine toplumu inandırıyorken, emek harcamadan zaman harcamanın çalışmak olduğuna birbirimizi ikna ediyorken, cinsel devrimle özgürlük deneyimini yaşayamamanın neden olduğu sıkışmış libidinal enerjiyi gastronomik devrimle boşaltmaya çalışırken, aşırı sağdan merkez sola kadar çok milletli değil çok etnik kökenli bir toplum sözleşmesinde mutabık oluyorken aramızda gittikçe çoğalan göçmenleri, mültecileri, sığınmacıları görmeye başladık.
Neredeyse kendi tamamlanmamış projemizin açılış törenini yapıyorken, gururlu protokolün önünde ve coşkulu seyircilerin arasında provokasyon gibi ortaya çıktılar birden. Nitekim, mülteciler ve göçmenler küreselleşmenin bir komplosu olarak Batı dünyasında da siyasal skandallara neden oluyorlar hep.
Bize “aynadaki ben” oluyorlar
Diğer yandan, mültecilere karşı nefretimiz, aynadaki benimiz olmalarındandır. Kendi kötülüklerimizin tümüyle yansımasını mültecilerde görürüz. Onlar yokken kötülük huzurlu evimizde ancak pencereden dışarıdaki başkalarının hayatını seyrederken görülebilecek bir şeydir, dolayısıyla evimize de dışarıdan gelebilecek bir şey. Olan kötülükler ya istisnai bir durum, bir cinnet hali ya da bir iftira ve söylentiden ibarettir. Çünkü hırsızlık, cinayet, şiddet, tecavüz asla fıtratımızda barınamaz.
O yüzden “Suriyeliler, küçük bir çocuğa tecavüz etti, yoldan geçen bir kadını taciz etti, işyerini soydu” gibi haberler hemen infiale neden oluyor. Çünkü bu toplumda kadınlara ve çocuklara tecavüz hiç görülmez; gerçi bazı TV’lerdeki gündüz programlarında böyle olaylarla ilgili her gün aşırı dozda hikayeler anlatılmaktadır ama onların hepsi reyting uğruna kurgudan ibarettir.
Sahiden her gün işlenen kadın cinayetlerinin ve tecavüzlerin sanıkları Suriyeli midir? Tabi ki değildir. Peki o zaman neden Suriyeli ve diğer mülteci ve göçmenler potansiyel suçlu gösteriliyor? Hemen her toplumda yabancıya karşı aynı tepki görülmektedir. Sanırım toplumlar işledikleri suçlarla kendilerine saygılarını yitirmelerinin bedelini içlerindeki yabancılara ödetmek istemektedir. Ayrıca mültecilerden potansiyel suçlu kategorisi üretmekle devletler, vatandaşları olan adi suçluların sisteme karşı bir muhalefet oluşturmalarına veya bir direnme odağı olmalarına engel olmaya çalışmaktadır.
Louis-Ferdinand Céline, Gecenin Sonuna Yolculuk’ta şöyle yazar: “Her şey bize şunu gösteriyor ki, basit bir hırsızlık yapılmışsa, hele sıradan gıda maddeleri, bir dilim ekmek, jambon ya da peynir çalınmışsa, o suçu işleyen kişi toplumun gözünde mutlak biçimde yüzkarası olarak damgalanıyor, kesinlikle kınanıyor, en ağır cezaları hak ediyor… bunun da iki nedeni var, öncelikle bu tür cürümleri işleyen kişi genellikle yoksuldur ve bu zaten başlı başına vahim bir utanç vesikasıdır, sonra da, yapmış olduğu eylem topluma karşı üstü kapalı bir tür suçlama da içermektedir”. Yani fakirin hırsızlığı, kanuni yollara başvurmadan hakkı olduğunu düşündüğü şeyi zorla alma eylemi, bir hakkını arama biçimi olarak görülebilir. O zaman devlet için işler tamamen karışabilir.
O yüzden dünyanın her yerinde küçük hırsızlıklar en katı biçimde cezalandırılır. Böylece yoksul insanlara ciddi bir gözdağı verilir; yerlerinde usluca oturmaları, sonsuza kadar açlıktan ve sefaletten sürünmeye razı olsunlar diye. Ama bu durum toplumun vicdanında yüzyıllar içinde biriken bir adaletsizlik duygusuna neden olarak nereye yöneleceği belli olmayan toplumsal hareketleri tetikleyebileceği için adi suçun daha affedilebilir olduğu bir yeni suç kategorisi gerekmiştir.
Kaçmak, onurlu bir tercihtir!
Suçun kaynağı yabancıdır; toplumdaki fakirliğin de. Yabancılar gelip ucuz emek satarak fakir vatandaşın işini elinden almıştır, ekmeğine ortak olmuştur, huzurla yaşanan evi tekinsiz bir yer haline getirmiştir. Sistemde bir sorun yoktur, doğadaki yaşam döngüsü gibi kurulu sömürü düzeninin ayarını yabancılar bozmuştur. Her mültecinin potansiyel bir suçlu olarak görülmesi, onların sürekli kendilerini sığındıkları ülkede bir kaçak olarak görmeleri ve kalıcı olmadıklarını yüzlerine vurmak içindir.
Mültecilerden nefret etmenin bir başka nedeni de, tüm vatandaşlık değerlerinin içini oyması ve boşaltmasıdır. Tüm o milliyetçi hamasetin yücelttiği kahraman tipinin karşısında durur mülteciler. Suriyelilerin en çok ayıplandığı ve bu vesileyle onurları hiçe sayılarak yerildiği mesele savaştan kaçmış olmaktır. Bizim askerlerimiz onların toprağında şehit olurken, savaştan kaçan mülteciler niye burada keyif çatmaktadır?
Halbuki bir insanın kendi ve ailesinin hayatını korumak için, yaşamak için bilmediği ülkelere kaçması ve yaşam mücadelesi vermesi başlı başına bir kahramanlıktır. Bir insanın şaibeli ve tarafları belirsiz bir savaşın meçhul askeri olmaktansa, emperyalist devletlerin kendi ülkesini nüfuz alanlarına bölerken komşusunu öldürmektense kaçmayı tercih etmesi gayet onurlu bir tercihtir.