Yaz tatili ertelenmiş birçok kitabı okumak için fırsat olarak değerlendirilebilir. Ben öyle yapıyorum. Artık her şey güzel olacağına göre, bu pazar bir kitap alıp, filtre kahvenizi içerken keyifle okumaya başlayabilirsiniz. Benim okuma listemde bu hafta Wittgenstein’ın Maşası vardı. Bazılarınız, “Ooo! Kitapları çok geriden takip ediyorsun”, diyebilir. Doğrudur, ama kitap okumak bile nasip işi; benim için bu zamana denk geldi.
Kitap, Cambridge’de bir kulüp odasında tertiplenen bir toplantıda Wittgenstein ile Popper arasında ahlak üzerine kısa, on dakikalık bir hararetli tartışmanın izini sürüyor. Niye? Ne önemi var bu tartışmanın? Wittgenstein’ın karakteristik özelliklerini dışa vurması açısından önemli. Tartışmanın bir yerinde Wittgenstein şömineden maşayı alıp Popper’e sallıyor, ortam geriliyor, sonra Wittgenstein odayı terk ediyor. Kitap bu olaydan hareketle Wittgenstein ve Popper’le ilgili biyografik bilgiler üzerinden polisiye tadında bir anlatı içeriyor.
Ben kitaptan hareketle, daha çok ilgimi çeken Wittgenstein’ın çileciliği ve Russell’la ilişkisi üzerinde durmak istiyorum.
Wittgenstein’la ilgili pek çok anlatımda, anlam arayışındaki huzursuz ve çileci bir keşiş ya da bir mistik imajı karşımıza çıkar. Fakat bu imaja karşın, sert ve sinirli bir mizaç, uzlaşmaz ve mağrur bir tavırla onu resmeden portresi de vardır. Wittgenstein, herkes tarafından sevilmese de herkes tarafından saygı duyulan bir dehaydı. Kendisine hayran olanı da kendisinden nefret edeni de etkileyen bir büyüsü vardı.
Büyüsünün gücü, ilgilendiği her alanda başarılı olmasından ve özgün bir katkı yapmasından geliyordu. 1910’da genç bir mühendislik öğrencisiyken jet motoruna öncülük eden yeni bir uçak motoru geliştirdi. Birinci Dünya Savaşı’nda ön saflarda savaştı, pek çok madalya aldı. İki dünya savaşı arasında ilkokul çocukları için bir sözlük hazırladı ve avangard sayılabilecek bir evin tasarımını yaptı. İkinci Dünya Savaşı’nda, yaralanma şoku üzerinde araştırma yapan bir tıp ekibinde laboratuvar asistanlığı yaparken, kan basıncındaki değişimlerin neden olduğu solunum değişimlerini ölçen yeni bir alet yaptı. Wittgenstein gittiği her yerde dehasının izini bıraktı, ama en derin izi felsefede bırakmıştır.
Russell ile buluşma
Wittgenstein 1911’de, Manchester’da havacılık eğitimi alıyorken, felsefeye merak saldı. Özellikle matematik felsefesi ile ilgileniyordu. Aralarında Gottlob Frege’nin de olduğu bazı matematikçilerle görüştükten sonra dünyaca ünlü mantıkçı, Cambridge Üniversitesi Trinity College’de öğretim görevlisi olan Betrand Russell’a gitti. Onunla tanıştıktan sonra burada sekiz hafta misafir öğrenci olarak güz dönemini geçirdi. Wittgenstein felsefe alanında yeteneği olup olmadığını merak ediyordu. Russell, bu konuda kesin cevap vermek için ona bir ödev verdi.
Russell, ödevi okuduktan sonra entelektüel varisini bulduğuna ikna olmuştu. Wittgenstein için şöyle düşünüyordu: “Geleneksel olarak düşünüldüğü şekliyle dehanın belki de gördüğüm en mükemmel örneği; tutkulu, derinlikli, haşin ve baskın".
Kısa sürede öğretmen öğrenci rolleri değişti. Russell hayatında ilk kez entelektüel açıdan kendisini geride kalmış hissediyordu. Kardeşini ziyaret etmek için Cambridge’e gelen, Ludwig’in büyük ablası Hermine’e şöyle dedi: “Felsefede bundan sonraki en büyük adımı kardeşinizin atmasını bekliyoruz”.
Wittgenstein, Russell’a varlığının bir anlamı olduğunu hissettiriyordu. Russell, kendisinden başka kimsenin onu anlayamayacağına ve başkalarının anlamasını sağlayamayacağına inanıyordu. Russell gibi çağının felsefesinin zirvesindeki bir filozofun öğrencisine bu kadar büyük bir itibar göstermesi, Wittgenstein’ın özgüvenini artırmıştı. Nitekim Wittgenstein, hayattayken yayınladığı tek felsefe kitabında, savaş siperlerinde yazdığı Tractatus Logico-Philosophicus’ta övünerek felsefenin bütün temel sorunlarını çözdüğü iddia ediyordu.
Wittgenstein ve Russell arasındaki ilişki ilk başlarda karşılıklı saygı ve sevgiye dayanıyordu. Russell, duygusal açıdan Wittgenstein’ın en çok güvendiği kişiydi. Bazen odasına gider, sessizce bir aşağı bir yukarı yürürdü. Bir keresinde Russell, “Mantık mı düşünüyorsun yoksa günahlarını mı?” diye sorunca, Wittgenstein “İkisi de”, diye cevap vermişti.
Wittgenstein, ilk gençlik yıllarında, yirmili yaşlarının ortasına kadar, babasının zenginliğinin ona sağladığı tüm nimetlerden savurganca yararlandı. Ama asla şımarık bir zengin çocuğu değildi. Bilakis, her zaman disiplinli ve çalışkandı. 1913’te babası kanserden ölünce birden Avusturya’nın en zengin adamı oldu ama onun servette gözü yoktu. Kendini felsefeye adamak istiyordu. Wittgenstein, 1913’te mantığın bütün sorularının cevaplarını bulmak amacıyla Norveç’e gitti. Oradaki fyordlarda kendine küçük bir kulübe yaptı ve bir yıl kadar tek başına yaşadı. Münzevi bir hayatın düşünce için elzem olduğunu düşünüyordu.
Savaş cephesinde Tolstoy ve Nietzsche okuyordu
Birinci Dünya Savaşı çıkınca, Wittgenstein hemen Norveç’ten Avusturya’ya geldi ve orduya katıldı. Savaşta görev almayı en yüce ödev olarak görüyordu. Ailesinin statüsünü, savaştan kaçmak için değil, ön saflara gönderilmek için kullandı. Gönüllü olarak ön saflarda savaştı. Topçu alayında subay oldu. Gösterdiği kahramanlıklardan birçok madalya aldı. Cephede Tolstoy ve Nietzsche okuyordu; özellikle Tolstoy’un İncil tefsirini elinden bırakmıyordu. Askerler ondan “İncilli” diye bahsediyorlardı. Bir yandan da Tractatus üzerinde çalışıyordu.
Savaş bittikten sonra bütün servetini ağabeyi ve ablalarına bıraktı. Siperlerde ve bir süre esir kaldığı kampta manevi bir dönüşüm geçirmişti. Sade bir hayat istiyordu. Çıkmak istediği tinsel yolculukta üzerinde bir yük oluşturan her şeyden, bu ister serveti ister kravatı olsun, kurtulmak istiyordu. Ama bunu çileci bir saikle değil, bir yaşam biçimi tercihinin gereği olarak istiyordu. Önemsiz ya da gülünç bulduğu büyük küçük her şeyi üzerinden atmaya karar vermişti. Bu kararıyla ilgili olarak Wittgenstein yeğenine şöyle bir açıklama yapmıştı: “Yalçın bir dağın zirvesine uzun bir yürüyüş yapacaksan, eteklerinde ağır sırt çantanı bırakırsın”.
Wittgenstein kendisini hayatın keyiflerinden mahrum bırakan çileci bir hayat yaşamayı tercih etti, günlük toplumsal deneyimin dışında, uzağında durdu. Felsefi bir yaşam, onun için mistik bir deneyim gibiydi. Öldükten sonra, The Times’da çıkan bir anma yazısında “Wittgenstein münzevi tipte dindar bir düşünür özellikleri göstermişti” ifadesi yer almıştır.
Wittgenstein Tractatus’u 1918’de bitirmişti. Kitap, önce Logisch-philosophische Abhandlung adıyla 1921’de Avusturya’da Russell’ın önsözüyle basıldı. 1922’de İngilizce çevirisiyle çift dilli yayınlandı. Tractatus Logico-Philosophicus adını hocası Moore önermiştir. Wittgenstein, bu kitapla felsefeye yapabileceği bütün katkıyı yaptığına kani olarak felsefeden, daha doğrusu üniversiteden uzaklaşmaya karar verir. Önce öğretmen okuluna kaydolur ve okulu bitirdikten sonra Avusturya’nın ücra köylerinde ilkokul öğretmenliği yapar.
Wittgenstein, kardeşleri gibi aristokratik bir hayır işleme gereğini yerine getirmek için değil, hayatını bütün gereksiz süslerden ve yapmacıklardan temizlemek, kendini konfordan ve rahat bir hayattan uzak tutmak için öğretmenlik yapıyordu. Avusturya’nın fakir kırsal kesiminde, ancak yaya olarak ulaşılabilen köylerde, ücra köşelerde tinsel krizini aşmaya çalışıyordu.
Ablası Hermine bir görüşmelerinde Wittgenstein’ın, yüksek bir felsefe eğitimi almış birisi olarak ilkokul öğretmenliği yapmasını eleştirmiş, yaptığı şeyi çok hassas bir aletle sandık açmaya benzettiğini söylemişti. Wittgenstein buna sinirlenir ve içinde olduğu durumu şöyle açıklar: “Kapalı bir pencereden dışarı bakan ve yoldan geçen bir adamın tuhaf hareketlerine bir anlam veremeyen birini hatırlatıyorsun bana. Dışarıda nasıl bir fırtınanın estiğini, belki de bu adamın ayakları üzerinde durabilmek için büyük gayret sarfettiğini bilmiyorsun”. Ablası, “İşte o zaman nasıl bir ruh hali içinde olduğunu anladım”, der.
Okul öğretmenliğinden manastır bahçıvanlığına
Fakat köy ortamlarında aradığı huzuru bulamamıştır; buradaki insanlardan sürekli şikâyet eder, köylüler de ondan. Çünkü okuldaki çocukları kızılcık sopasıyla dövmektedir. Öyle ki kafalarını ya da kulaklarını kanatmaktadır. Veliler tarafından mahkemeye şikayet edilince öğretmenliği bırakır ve bir manastırda bahçıvan olarak çalışmaya başlar. Orada da yapamaz. Sonra ablasının sipariş ettiği bir evin kapı koluna kadar mimari tasarımını yapar. Wittgenstein sonunda üniversiteye dönmeye karar verir ve 1929’da Cambridge’e gider.
Yine en büyük destekçisi Russell’dır. Tractatus’u doktora tezi olarak sunmasını sağlar. Moore ile beraber düzmece denebilecek bir tez jürisi oluştururlar. Sözlü sınav aşamasında üçü oturup sohbet ederler. Russel, Moore’a “Hadi, ona birkaç soru sorsana, profesör sensin”, diye takılır. Öylesine bir tartışma devam eder; sonra Wittgenstein ayağa kalkıp denetçilerinin omuzlarını sıvazlar ve “Sıkmayın canınızı. Bunu asla anlayamayacağınızı biliyorum”, der. Wittgenstein, doktorasını aldıktan sonra Russell’ın yazdığı bir raporla araştırma görevlisi olur.
Russell, Wittgenstein’ın akıl hocası, destekçisi, terapistidir, ama yıllar ilerledikçe ilişkileri bozulur. Wittgenstein, Russell’ın felsefeye yaklaşımını beğenmemektedir, ama asıl olarak kişisel tavırları ile dinsel ve ahlaki konulara yaklaşımını beğenmemektedir. Russell, ilkeli bir adam olmasına ve kamusal alanda bir aktivist olarak düşüncelerini ifade etmesine rağmen, gündelik hayatta tutarlı bir ahlaki tavır sergilemez.
Wittgenstein, Russell’ın yazdığı popüler kitapları da beğenmiyordu. Özellikle Russell’ın ateizmi militanca savunmasından hoşlanmaz, evlilik ve seks hakkındaki fikirlerini yadırgardı. Ona göre birisinin geneleve gitmesi yargılanacak bir şey değildir, ama oraya gitmeyi ahlaki gerekçelerle savunmak sahtekarlıktır.
Russell’ın özel hayatı söz konusu olunca Wittgenstein pek haksız sayılmaz. Nitekim Russell’ı katılık ve zalimlikle suçlayan ailesiyle ilişkileri ve başkalarının duygularına önem vermedeki kayıtsızlığı düşünülürse, onun aşk ilişkileri üzerine öğütler veren birisi olması yadırgatıcıdır. Bir gün bisikletle gezerken ilk karısı Alys’i artık sevmediğine karar verir ve eve döner dönmez bunu yüzüne söyler. Boşandıkları halde Alys onu sevmeyi sürdürmüştür. Ama daha vahimi, Russell’ın geliniyle yattığı söylentisi çıkınca oğlu boşanmış ve aklını kaçırmıştı. Ayrıca Russell, karılarından ikisinin intihara teşebbüs etmesine sebep olmakla suçlanıyordu.
Russell’la “takışma”
İngiliz adab-ı muaşeretine yabancı olan Wittgenstein, Russell hakkındaki görüşlerinin çoğunu dosdoğru yüzüne söylerdi. Wittgenstein daha felsefede çıraklık yaparken bile Russell’ın felsefi çalışmalarını beğenmiyordu. 1919’da savaş esiriyken yazdığı mektupta bunu ifade eder. Wittgenstein, Russell’ın son kitabı Introduction to Mathematical Philosphy’yi bir şekilde esir kampında okumuştur. Savaş yıllarında siperlerde ve esir kampında yazdığı kitapla kıyaslayarak şöyle bir eleştiri yazar: “İnsanın esarette bitirdiği bir eseri peşinden sürüklerken dışarıda ne saçmalıkların at koşturduğunu görmesi çok acı”.
Zaman geçtikçe Russell ve Wittgenstein’ın araları açılır. Russell onu çok acayip biri olarak tanımlarken “Müritlerinin onun ne menem bir adam olduğunu bildiklerinden kuşkuluyum”, der. Tractatus’tan sonraki çalışmalarını takip etmediği Wittgenstein’ı felsefenin itibarını düşürmekle ve kendi dehasına ihanet etmekle suçlar.
Wittgenstein’a gelince, artık Russell’dan felsefe adına ümidini kesmiştir. Ona göre Russell kendi çalışmalarını ve düşüncelerini anlayabilecek kapasitede değildir. Ama Cambridge’deki ilk yılların hatırına ve beraber yapılan felsefe ve mantık tartışmalarına binaen bir saygıyı son ana kadar korumuştur. Wittgenstein, Russell’a karşı her zaman başkalarına gösterdiğinden çok daha fazla hürmet göstermiştir.