Dünya yeni yüzyıla ciddi çevre ve iklim sorunları ile girdi. Bir yanda göller ve nehirler kururken, öte yanda sel felaketleri yaşanıyor. Rekor kıran sıcaklıklar orman yangınlarına neden oluyor. Aslında bütün bunlara şaşırmamak gerekiyor, çünkü bu konuda uzun yıllardır bizi uyaran bilim insanlarının öngörüleri gerçekleşiyor. Artık zaman aleyhimize işliyor.
Pandemi ve Ukrayna savaşı yaşanınca, temel ihtiyaçların özellikle de tarım ürünlerinin önemi nihayet anlaşıldı. Bu nedenle, Rus petrolü ve doğal gazına ambargo uygulayan ülkeler, ne yazık ki, hemen en fazla havayı kirleten kömür santrallerine yöneldiler. Anlaşılan, iklim krizine karşı alınması planlanan önlemler bir müddet daha ertelenecek.
Doğal kaynakları bilinçsiz bir şekilde tüketme alışkanlığını, Sanayi Devrimi'nden sonra edindik. Üretimin katlanarak artışıyla birlikte dünya nüfusu, son 120 yılda beş katına çıkarak 8 milyara ulaştı. Milyonlarca insan, artan nüfusu beslemekte zorlanan ülkelerden göç ediyor. Yeni tabirle "düzensiz göçmen" oluyor!
Hani derler ya, dünyaya bir uzaylı gelseydi halimize şaşardı. Mars'a uzay aracı gönderebilen ve uzayın derinliklerinden bilgi toplayan dünyalıların, temel ihtiyaçlarını karşılamakta sorun yaşaması çok garip. Hele bir de iklim dengesini bozduğumuz dünyayı terk ederek Mars'a taşınmayı düşünenler olduğunu duyarlarsa, herhalde halimize gülerlerdi.
İklim krizinin nedenleri konusunda küresel mutabakat sağlamadan, bu gidişi değiştirmek ve gelecek nesillere yaşanabilir bir dünya bırakmak mümkün olmayacak. İlkin, dünyanın beka sorununu nasıl kendi ellerimizle yarattığımızı yani bindiğimiz dalı kestiğimizi kabul edelim. Dünyayı uçuruma sürükleyen bu düzenin adını koyalım: "Benden Sonra Tufan Ekonomisi".
Bu yazıda önce mevcut üretim ve tüketim düzeninden kısaca bahsedeceğim. Amacım, Türkiye'de uzun süredir ihmal edilen tarım, orman ve hayvancılık temelli sektörleri yani biyoekonomiyi tartışmak. Bu kapsamda, küresel sorunlara karşı bir de çözüm önereceğim.
18. yüzyıldan itibaren fosil yakıt kullanımı ile yükselen Sanayi Devrimi sayesinde, talepten çok daha fazla tarım ve sanayi ürünleri üretilebildi. Üretim tesisleri kurmak, ham madde tedarik etmek ve ürünleri pazarlamak için küresel bir yarış başladı.
Mevcut küresel ekonomi düzeni, Adam Smith'in, (1723-1790) herkesin bireysel menfaati için çalıştığı bir ortamda görünmez bir elin düzeni sağlayacağı varsayımına dayanıyor. Aslında gizli iki varsayım daha vardı. İlki, dünyada kaynakların sonsuz olduğu ve hiçbir zaman tükenmeyeceği şeklindeydi. İkincisi ise, her türlü atığın doğa tarafından temizleneceği beklentisiydi. Sonuç olarak, sınırsız üretim ve tüketim ekonomisi dünyaya hâkim oldu. İnsanın gücü yettiğince doğayı sömürmeye hakkı olduğu kabul edildi.
Bu düzeni eleştirenlerden biri çok önemliydi. Thomas R. Malthus (1766-1834) dünyanın gıda üretimi için sınırlı kaynakları olduğunu ve hızla artan nüfusu beslemekte yetersiz kalacağını iddia etti. Teknolojinin, gelecekte tarımsal üretime yapacağı katkıyı öngöremeyen Malthus'un bu kehaneti gerçekleşmedi. Onun zamanından beri 10 kat nüfus artışına yetebilecek gıda üretimi yapılabildi. Buna rağmen, kimi ülkelerde obezite sorunu yaygınlaşırken, kiminde ise açlık ve susuzluk sorunları hala çözülemedi.
Sanayi Devrimi'nin lokomotifi olan fosil yakıtlar hayat tarzımızı değiştirdi. Ajda Pekkan'ın şarkısında söylediği şekilde petrol, hepimiz için kara sevdaya dönüştü. Artık, petrolden üretilen yakıtlar, plastikler ve sayısız kimyasal ürünler olmadan yaşamak bizler için imkânsız görünüyor.
Günümüzde gelir seviyesi yükselen insanlar çevreyi daha fazla kirletiyor. Araç lastiğinden tükenmez kaleme kadar milyonlarca ürün kullanılıp çöpe atılıyor. Tarlada verimi artırmak için böcek zehirleri üretiliyor. Daha fazla insanı öldürebilecek güçlü silahlar tasarlamak ve kullanmak için yarış devam ediyor. Artık denizlerin derinliklerinden ve dağların tepelerine kadar her yerde çöplere ve kirliliğe rastlanıyor. Dünyanın en zengini Elon Musk, keyfi için uzaya araba fırlatırken yarattığı çevre kirliliğini umursamıyor.
Akarsulara karışan gübre ve tarım kimyasallarına evsel ve sınai atıklar da eklenince su kirliliği kontrolden çıkıyor. Okyanuslarda yüzen plastik atıklar, adalar oluşturuyor. Onlar artık balık ve kuşların midelerinde bile görülüyor. Besin zincirine giren kimyasallar ve mikroplastikler havada, suda ve insan kanında bulunuyor. Kentlerdeki insan sayısı hızla artarken çevrelerinde çöp dağları oluşuyor. Bilinçsiz bir şekilde kullanılan yeraltı suları tükendiği için obruklar ortaya çıkıyor. Tarım alanları ve çiftlikler yaratmak için kesilen ormanlarda canlı türleri yok ediliyor.
Çağdaş yaşam tarzımız ve tüketim alışkanlıklarımız, moda ve reklamlarla yönlendiriliyor. El birliği ile tüketmeye devam ettiğimiz kaynaklar ve yarattığımız atıklar dünyanın yükünü taşınmaz hale getiriyor. Artık, israf itibarın ölçüsü olarak kullanılıyor.
Enerji sıkıntısı nedeniyle Paris'te Eyfel'in ışıkları söndürülürken, İstanbul'daki bazı ucube binalar, çirkinliklerini vurgulamak istercesine bütün gece aydınlatılıyor. İşe bisikletle giden Hollanda başbakanını görünce, İstanbul'da işe helikopterle gidenleri anmadan edemiyorum.
Geçmişte yaşanan pek çok krizin etkileri sınırlı kalıyordu. Örneğin, Paskalya adasında dev heykelleri yapmak için ağaçların kesilmesi sadece yerel ekosistemin yok edilmesine neden olmuştu diyebiliriz. Çevrelerindeki doğal kaynakları tüketerek sonlarını hazırlayan toplumların ibretlik hikayeleri, Prof. Dr. Jared Diamond'un "Çöküş" isimli kitabının konusu olmuştu.
Günümüzde ise, çevre kirliliği ve sıcaklık artışının ulaştığı seviyede, yaşam tarzımız ve alışkanlıklarımız bütün dünyayı etkiliyor. Örneğin et, kahve ve çikolata gibi ürünlerin tüketimindeki artış bile, küresel karbon ve su ayak izini etkiliyor.
İklim krizinden en çok etkilenen ülkeler aslında az gelişmiş olanlar. Onların çevre kirliliği ve sera gazları üretmek konusunda kayda değer bir katkıları olmadı. Buna karşılık, en çok zararı onlar görüyor. Başlarına gelen iklim felaketlerinden dolayı, sorumlu tuttukları gelişmiş ülkelerden tazminat istemeyi planlıyorlar. "Kirleten Öder" kuralının uygulanmasını talep ediyorlar.
Yukarıda bahsedilen Malthus'un kehaneti, günümüzde onun tahmin etmediği bir şekilde gerçekleşmiş oluyor. Biz dünyanın dengesini bozabilen unsurların, çevre kirliliği ve küresel ısınma olduğunu ispat ettik.
Dünya nüfusu artmaya devam ederek 2050'ye kadar 9 milyarı aşabilir. Bu artışın özellikle de Afrika, Asya ve Güney Amerika'da olması bekleniyor. Bu gidişle küresel krizden geri dönüş pek kolay olmayacak.
O halde, Türkiye'de gelecek nesilleri doyurmak için bizim ne yapmamız gerektiğini konuşalım.
İnsanların beslenme ihtiyacını karşılamak için ekilebilir toprak ve su, darboğaz oluşturur. Bu nedenle, dünya nüfusu arttıkça pek çok ülkede ormanlar yok edilerek tarlalar açılıyor. Oysa yeraltı suları da hızla tüketildiği için tatlı su kaynaklarını artırmak mümkün değil. Gelişmiş ülkeler artık, Afrika ve Asya'nın sulak topraklarına göz dikmiş durumda.
Pek çok ülkede yağışlar düzensiz hale geliyor. Meteorolojik afetlerin sıklığı artıyor. Sonuç olarak, büyük şehirler ve tarım alanları için su temini giderek zorlaşıyor. Sisten su elde etmeye çalışan ülkeler bile var. Geçenlerde, İran ile İsrail arasında, bulutlardan yağmur yağdırma hakkı konusunda tartışma çıktı. Anlaşılan, su "Küresel Beka Sorunu" olacak. Bu nedenle savaşlar bile çıkabilecek.
Akarsuların debileri azalmaya devam ederken kimyasal kirlilik seviyeleri yükseliyor. Sınır ötesine geçen pek çok akarsu için ülkeler arasında gerginlikler yaşanıyor. Ülkemizden kaynaklanan Fırat ve Dicle'nin debileri konusunda komşularımız şikâyet ediyor.
Türkiye'nin kabaca dörtte birini kaplayan tarım alanlarının büyük bir kısmında vahşi sulama yapıldığı için göllerimiz ve nehirlerimiz kuruyor. Yeraltı sularımız da yok oluyor. Öte yandan, tarım gelir getirmediği için çiftçilerimiz tarlalarını terk ediyor. Kişi başına düşen ekili alan azalıyor.
Bazı şehirlerimizde hava kirliliği sağlık sorunu yaratıyor. Tarımda kullanılan kimyasallar, evsel ve sanayi atık sularına karışarak ciddi kirlilik sorunu yaratıyor. Ergene ve Gediz gibi nehirlerdeki atıklar balıkları öldürüyor. Geçen yıl Marmara Denizi'nde korkunç bir musilaj sorunu yaşandı.
Gelecek nesiller için en önemli meselelerden biri, toprak ve su kaynaklarının iyi yönetilmesi olacak. Bu nedenle, şimdiden akarsu havzalarındaki yerleşimlerle birlikte, tarım, hayvancılık, balıkçılık, ormancılık ve sanayi bölgelerinin nasıl konumlanacağını belirlemek gerekiyor. Bu sektörlerin yarattığı kirliliğin kontrol edilmesi ve bilimsel yöntemler kullanılarak atıkların arıtılması yaşamsal önem arz ediyor.
Özetle, akarsu havzalarımız için bilimsel temele dayanan bir sürdürülebilir ekosistem modeli geliştirmeliyiz. Artık okullarda havuz problemi yerine havza problemi tartışmanın zamanı geldi.
Şimdi, akarsu havzalarında sürdürülebilir kalkınma için yaşamsal öneme sahip olan biyoekonomi kavramını kısaca tanıtacağım.
İlk insanlar, avcılık ve toplayıcılık yaparak temel ihtiyaçlarını karşılıyordu. Yerleşik düzene geçişle birlikte, tarım, hayvan ve orman ürünleri çeşitlendi. Kurulan köy, kent ve devletlerin gücünü bu ürünlerin ticareti yani biyoekonomi belirledi.
Tarih boyunca pek çok savaş biyoekonomi için yapıldı. Örneğin Roma ve Osmanlı imparatorlukları Mısır'ı tahıl ambarı olarak kullandı. Coğrafi keşiflerden sonra Avrupa için, bütün dünyadan tarım, orman ve hayvan ürünleri temin edildi. Avrupa'da beslenemeyen milyonlarca insan yeni keşfedilen Amerika ve Avustralya'ya göç etti.
Geleneksel biyoekonomi, insanın temel ihtiyaçlarını karşılayan çok sayıda ürün ve hizmeti içerir. Geçen yüzyılda antibiyotikler, aşılar ve genetik testler sağlık alanında devrim niteliğinde gelişmelere sahne olmuştu. Pandemi döneminde de aşıların yaşamsal önemi bir kere daha ortaya çıktı.
Biyoekonomi temelli sektörler arasında sınır çizmek kolay olmasa da onları birkaç renkli başlık altında tanımlayacağım.
Yeşil Biyoekonomi'yi oluşturan tarım, orman ve hayvancılık ürünlerinin en önemlileri besin maddeleridir. Pamuk, keten, ipek gibi lifler giyim eşyalarında kullanılırken, mobilya ve inşaat alanında orman ürünlerinden faydalanılır. Rahmetli Barış Manço'nun "Domates, Biber, Patlıcan" şarkısı Yeşil Biyoekonomi'ye giriş niteliğindedir.
Akarsu havzalarına sürdürülebilir yapılanma kazandırmak Yeşil Vatan meselesi olarak görülebilir. Konya boyutunda bir ülke olan Hollanda'nın Yeşil Biyoekonomi konularında nasıl dünyada iki numaralı gıda ürünleri ihracatçısı olduğunu irdelemekte yarar var.
Mavi Biyoekonomi deniz ve akarsulardaki canlılardan kaynaklanan ürünleri içerir. Balık, yosun ve diğer su ürünlerinden öncelikle besin kaynağı olarak faydalanılıyor. Ne yazık ki, denizlerimizde ve iç sularımızda avlanan balık miktarı son 20 yılda ciddi bir azalma gösteriyor. Bu eksikliği gidermek için balık yetiştiriciliği artış gösteriyor.
Dünya yüzeyinin yüzde 75'ini oluşturan denizler, canlıların yüzde 80'ini barındırır. Onlar hakkında yapılan araştırmalara dayanarak özellikle tıp dünyası için yeni ürünlerin geliştirilmesi bekleniyor. Türkiye'nin üç tarafının denizlerle çevrili olması avantaja dönüşebilir. Mavi Vatan'a sahip çıkmak bu nedenle çok önemli.
Kırmızı Biyoekonomi sağlık alanındaki ürün ve hizmetleri içerir. Hayvansal, bitkisel ve mikrobiyal ilaçlar, hormonlar, vitaminler ve gıda destek ürünleri bu kapsama girer. Küba Kırmızı Biyoekonomi alanında özellikle aşılar ve interferon gibi önemli ürünler üretiyor. Bu küçük ülkenin kısa sürede nasıl başarı sağladığını incelemekte yarar var.
Beyaz Biyoekonomi sanayiye yönelik ürün ve hizmetleri içerir. Bu ürünlere örnek olarak mayalar, enzimler, çözücüler ve reçineler gösterilebilir. Sınai hizmetler olarak da biyolojik arıtma yöntemleri öne çıkıyor. Günümüzde doğal hammaddelerden yüksek katma değerli ürünler elde etmek için biyo-rafineri olarak isimlendirilen sistemler geliştiriliyor.
Son dönemde "Bilgi Temelli Biyoekonomi" (Knowledge Based Bio-Economy, KBBE) kavramı yani bilgi kullanılarak doğal ham maddelerin katma değerini yükseltmek önem kazanıyor. Buğdayın ekmeğe ve sütün peynire dönüştürülmeleri geleneksel Bilgi Temelli Biyoekonomi örnekleridir. Günümüzde popüler olan aşılar ve test kitleri yüksek katma değerli ürünler arasında sayılabilir.
Şimdi havza temelli kalkınma için neler yapmak gerektiğine ve bu kapsamda biyoekonominin stratejik önemine kısaca değinelim.
Türkiye nüfusunun yakın gelecekte 100 milyona ulaşması bekleniyor. O zaman için şimdiden vatandaşlarımızın nerede ikamet edeceğini ve temel ihtiyaçlarını nasıl karşılayacağını düşünmemiz gerekiyor. Öncelikle akarsu havzalarını sürdürülebilir şekle sokmak için uzun vadeli bir dönüşüm modeli oluşturmalıyız. Akarsu kaynaklarını ilk çıktığı yerden nehirlerin denize kavuştuğu noktaya kadar biyoçeşitliliğin ve su kalitesinin güvence altına alındığı havzalara sahip olmalıyız.
İklim değişikliği nedeniyle, Güney Avrupa ülkelerinde ve özellikle Türkiye'de sıcaklık artışı, yağış azalması ve çölleşme riski artıyor. Bu şartlar altında, özellikle tarımsal üretimin azalması ciddi sorunlar yaratacaktı Bu ihtimale karşı Türkiye'nin toprak ve su kaynaklarını iyi yönetmesi için kapsamlı bir strateji geliştirmesi gerekiyor.
Nehirlerdeki balık ölümlerine ve kuruyan göllere bakılırsa, havzalarımız iklim krizine karşı henüz hazırlıklı değil. Bu bölgelerde kısa sürede bütünsel bir dönüşüm beklemek gerçekçi olamaz. Örneğin çiftçiler, teknik destek almadan sıcaklık artışına uygun ürünleri üretemez. Onlar için araştırma merkezlerinde, sıcaklık ve susuzluk şartlarına dayanıklı bitkiler seçilmeli ve geliştirilmelidir.
Çevreyi kirleten tarım, hayvancılık ve sanayi kuruluşlarının da teknolojilerini yenilemeleri ve arıtma tesisleri kurmaları gerekecektir. Bu amaçla, uzun vadeli planlama kapsamında finansal destek de sağlanmalıdır. Sürdürülebilir havzaların tasarlanabilmesi ve yönetilmesi için ilgili kamu kuruluşlarının üniversiteler ve sivil toplum kuruluşlarıyla birlikte çalışması gerekecektir.
Havzalarımızın çoğu birden fazla ilin sınırları içine giriyor. Bu nedenle havzaları iklim krizine hazırlamak için çeşitli yerel yönetimler arasında koordinasyon sağlamalıyız. Mevcut havzaların yeniden yapılandırılması sırasında bir hedef de yerel istihdam yaratmak olmalıdır. Kırsal kalkınmanın gerçekleşmesi, doğduğu yerde doymayı sağlayabilir. Buna ilaveten, kalabalık kentlerden köylere dönüş mümkün olabilir.
Havza temelli kalkınmanın gerçekleşebilmesi için, geçmişte Devlet Planlama Teşkilatı'nın çalışma şeklinin örnek alınması gerektiğini düşünüyorum. Kamu tarafından yol gösterilmeden ve desteklenmeden bu ölçekte kapsamlı bir proje başarılı olamaz. Bu arada, mevcut kirlilik kaynaklarının ortadan kaldırılmasının da uzun sürecek bir mücadele olduğunu unutmamak gerekir.
Havzalarda fosil yakıt kullanımının azaltılması için yenilenebilir enerji teşvik edilmelidir. Yerleşim alanlarında yağmur sularının toplanması, arıtılmış sular ile yeşil alanların ve tarlaların sulanması sağlanmalıdır. Çöplerin kaynağında yani evlerde ayrılarak toplanması geri kazanım için şarttır.
Yüz yıl önce İstiklal Savaşı'ndan Atatürk'ün önderliğinde zaferle çıkmayı başaran genç Türkiye Cumhuriyeti İzmir'de Birinci İktisat Kongresini düzenlemişti. Orada belirlenen stratejilere göre adımlar atılmıştı. Öncelikle de halkın temel ihtiyaçlarını karşılayacak bölgesel kalkınma modelleri oluşturulmuştu. "Köylü milletin efendisi" olsun diye kırsal kalkınma seferberliği başlatılmıştı.
20. yüzyılın ilk yarısında, Yeşil Biyoekonomi kapsamında kurulan şeker, dokuma ve gül yağı üretim tesisleri, tarım ve hayvancılığa dayalı bölgesel/kırsal kalkınma sağlamıştı. Refik Saydam Hıfzıssıhha Müessesesi de Kırmızı Biyoekonomi alanında küresel ölçekte başarı kazanmıştı.
Şimdi cumhuriyetimizin ikinci yüzyılı için de heyecan verici bir kalkınma stratejisine gerek var. Zamanın ruhu sürdürülebilir havza temelli biyoekonomik kalkınmayı işaret ediyor. Bu stratejik fırsatı kaçırmak gelecek nesillere yaşanmaz bir ülke bırakmak anlamına gelecektir.
Özetle, şimdi Türkiye Cumhuriyeti'nin ikinci yüzyılı için biyoekonomi stratejisi hazırlanmasını öneriyorum. Bu kapsamda, akarsu havzalarının sürdürülebilir ekosistemler olarak acilen yeniden yapılandırılmasına ihtiyaç var. Bu şekilde ülkemizde kırsal kalkınma, hak ettiği yere tekrar gelebilir.
Son Söz: Cumhuriyetin ikinci yüzyılında temel hedefimiz, akarsu havzalarımızda biyoekonomi temelli bölgesel kalkınma olmalıdır.