Almanya'da Prof. Dr. Uğur Şahin ve Dr. Özlem Türeci COVID-19 aşısını geliştirdiğinde, neden Türkiye'de böyle önemli başarılara ulaşılamadığı gündeme geldi. Benzer bir soru Prof. Dr. Aziz Sancar Nobel Ödülü'nü aldığı zaman da sorulmuştu. Bu konuyu tartışmadan önce bu olağanüstü insanları başarılarından dolayı kutlamak istiyorum.
Yüzyıllardır bilim ve teknoloji alanında Batı ile aramızdaki farkı kapatmak için çalışıyoruz ama gerekli yenilikçi ortamı ve kültürü oluşturamıyoruz. Harvard ve MIT'de görev yapan Prof. Dr. Mehmet Toner Türkiye'yi fidanların kök salamadığı bir çöle benzetiyor. Bu görüşü paylaşan pek çok seçkin araştırmacı Türkiye'de çalışmak istemiyor.
Amerika'da biyoteknoloji alanında uzun yıllar çalıştıktan sonra 1988'de Türkiye'ye dönmüştüm. Dünya gazetesi 11 Mayıs 1995'te, kurduğum ilk araştırma merkezine çeşitli ülkelerden dönen araştırmacılarla yapılan, tersine beyin göçü ile ilgili sohbeti yayınlamıştı. O dönemden itibaren edindiğim deneyimler ışığında beyin göçü konusundaki görüşlerimi paylaşmak istiyorum.
15. yüzyılda İspanyol ve Portekizli denizcilerin Amerika ve Asya'ya giden yolları keşfetmeleri büyük bir zenginlik yaratmıştı. Ancak bilim ve teknoloji alanındaki yeniliklere ayak uyduramadıkları için, İngiltere ve Hollanda güçlenirken onlar geride kaldılar. Keşif ve icatların ortaya çıkardığı fırsatlar ve güç nedeniyle, günümüzde de devletler bilimsel ve teknolojik üstünlüğe sahip olmak için yarışıyorlar. Bu amaçla pek çok ülkede Silikon Vadisi benzeri yenilikçi ekosistemler kuruluyor. Eğitim almak, çalışmak veya girişimci olmak isteyen gençler bu çekim merkezlerine göç ediyor.
Günümüzde ülkelerin zenginliğini ve stratejik gücünü belirleyen faktörler arasında Facebook, Tesla, Samsung ve Huawei gibi yüksek teknoloji şirketleri de var. Onların gelirleri pek çok ülkeden daha yüksek. Bu başarı örneklerini çoğaltmak isteyen ülkeler, seçkin beyinlerin tercih ettiği üniversite ve araştırma merkezlerine pek çok devletin bütçelerinden daha fazla kaynak aktarıyorlar.
Türkiye güçlü bir bilimsel ve teknolojik mirasa sahip olmadığı için küresel yarışta geriden geliyor. Son dönemde üniversite-sanayi işbirliği için yenilikçi ekosistemler kurulmaya başlandı. Bu bölgelerde araştırma-geliştirme (Ar-Ge) kültürünün oluşması ve yaygınlaşması bekleniyor.
Eski köye yeni adet getirmenin ve icat çıkarmanın, ülkemizde istenmeyen davranışlar olarak tanımlanması, yenilikçiliğin tarihsel temelini sorgulamamızı gerektiriyor.
Fatih, İstanbul'un fethinden sonra bir medrese kurmuştu. Kanuni de hedef büyüterek onu izlemişti. Ancak bu medreseler, Batı'da yaygınlaşan üniversiteler gibi gelişmeye devam etmedi. Özellikle de doğa bilimleri ve mühendislik alanlarına yeterli ilgi gösterilmedi. Ayrıca 16. yüzyıldan itibaren ehil olmayan kişilerin medreselere atanmaları nedeniyle kalite giderek bozuldu. Benzer sorunlar yönetim kademelerinde ve orduda da görüldü. Bu durumu fark eden Koçi Bey ve Katip Çelebi gibi önemli kişiler uyarılar yaptılar, ancak sonuç değişmedi.
Osmanlı döneminde bilim ve teknolojiye karşı bir duruşun oluştuğu bile söylenebilir. Bu konuda, Molla Lütfi'nin ve Piri Reis'in idamı ile Hazerfen Çelebi'nin sürgüne gönderilmesi gibi pek çok örnek var. Ayrıca önemli bir bilim merkezi olan Takiyeddin rasathanesinin 1580 yılında yıkılması önemli bir dönüm noktasıdır. Bu olaydan üç asır sonra kurulan rasathanenin de 1909'da benzer şekilde ortadan kaldırılması bu tavrın devam ettiğini gösteriyor.
Avrupa'dan çok geride kalındığını fark eden sultanların 18. yüzyıldan itibaren yapmaya çalıştığı reformların pek azı sonuç verdi. İlkin Fransız uzmanlar tarafından mühendislik eğitimi başlatıldı. Takip eden dönemlerde Fransız, İngiliz ve Alman uzmanların katkıları ile bilimsel merkezler, üniversiteler ve sanayi kuruluşları kurulmaya ve yaşatılmaya çalışıldı. Cumhuriyet döneminde devam eden yatırımlar ile aşı ihraç edebilen ve uçak yapabilen kurumlar oluştu. Buna rağmen yakın zamanda yükselişe geçen Güney Kore gibi ülkelerin gerisinde kaldık.
Günümüzde en son teknolojileri içeren telefon, televizyon, bilgisayar ve otomobillere sahip olmak için büyük kaynaklar ayırıyoruz. Ancak bilimsel ve teknolojik birikime sahip olmak bizim için öncelikli bir konu olamadı. Gelişmiş ülkelerin verdiği imkanları sağlayamadığımız için değerli beyinlerimizi kaybetmeye devam ediyoruz. Buna karşılık ülkemize göç edenlerin eğitim seviyesi çok düşük.
Türkiye'de sorunların orta öğrenimde başladığını bize PISA sınav sonuçları gösteriyor. Öğretmenlerin de kendi alanlarındaki soruları çözmekte zorlanması bu meselenin kolay aşılamayacağının işareti. Meslek liselerinde teknik eğitim almak yerine, gençlerimiz yeni kurulmuş üniversitelere yöneliyor. Fizikten sıfır puan alanların bile mühendislik bölümlerine yerleşebildiği görülüyor. İş dünyası tarafından talep edilmeyen diplomaları alanlar asgari ücretle çalışmak zorunda kalıyor. Gençler artık Türkiye'deki eğitimin onlara iyi bir meslek kazandıracağına inanmıyor.
Üniversite öğrencilerimiz sınavlarda grup halinde kopya çekerken yakalanmaya başladılar. Sınavdaki soruları cevaplayacak birini bulmak için ilan bile veriliyor. Ödev, makale ve tez yazmak için kurulan şirketler yaygınlaşıyor. Makalesi olmayan veya intihal yapan akademisyenleri de unutmamak gerekiyor. Bu şartlar altında, sahte diploma ile işe girenler kimseyi şaşırtmıyor.
Bir taraftan da fizik, kimya, biyoloji ve matematik gibi temel bilim bölümleri kapatılıyor. Bu alanlara ilgi duyan gençler de yurt dışına yöneliyor. Oysa pek çok keşif ve icadın kaynağı olan temel alanların stratejik önemi var. Örneğin mikrobiyoloji, viroloji ve biyokimya gibi bilimler aşı teknolojisinin temelini oluşturur.
Gençlerin çoğu fırsat olursa Avrupa veya Amerika'ya gitmek istediklerini söylüyor. Yurt dışına gidenlerin amacı iyi bir eğitim aldıktan sonra masraflarını kısa sürede geri alabileceği yüksek ücretli bir iş bulabilmek. Uzun vadede ise yaşam kalitesi yüksek bir ülkede yaşamak.
Batı'da iyi bir araştırmacı, bulunduğu bölümün yöneticisinden daha fazla ücret alabiliyor. Genç bir akademisyen de büyük projeler alabilirse üniversitenin rektöründen daha fazla kazanabiliyor. Genç girişimcilere sermaye veren kuruluşlar var. Bu fırsatların varlığı gençlerin hayallerini süslüyor.
Bilim ve teknoloji kuruluşlarının sanayi ile yakın ilişkiye girebildiği yerlerde yenilikçi bir ekosistem oluşuyor. Orada kurulan işbirlikleri araştırmacıların başarı şansını artıyor. Bu ilişkiler içinde geliştirilen teknolojileri uygulamaya geçiren sanayiciler de başarılı oluyor. Kısaca temel bilimden mühendisliğe, oradan da ürün veya hizmete dönüşen bilgi, yüksek katma değer yaratıyor. Gençler bu sistemin içinde deneyim kazanmak istiyorlar.
Bir kere göç gerçekleştikten sonra alınan eğitime uygun iş fırsatları ortaya çıkıyor. Gelir seviyesi yükseldikçe Türkiye'de benzer bir iş bulmak zorlaşıyor. Geriye dönüş ciddi bir fedakarlık anlamına geliyor.
Ülkemizde yenilikçilik için temel sorun araştırmacıların kıymetlerinin yeterince bilinmemesi ve uygun çalışma imkanları verilmemesidir. Onların yükselmesini sağlayacak araştırmacı terfi sistemi yetersiz. Bu nedenle daha yüksek ücret alabilmek için araştırmacılar yönetici olmak zorunda kalıyorlar. Bu yola girdikten sonra giderek araştırma etkinlikleri azalıyor.
Ar-Ge yetkinliği olmayan şirketler, teknoloji transfer etmeyi, makine veya üretim hattı satın almayı tercih ediyor. Hatta, üretimden uzaklaşarak, kısa vadede yüksek getiri sağlayan gayrimenkul gibi alanlara yöneliyor.
Üniversitelerdeki ders yükü nedeniyle akademisyenler araştırmaya yeterli zamanı ayıramıyor. Ayrıca, kaynaklar çok sayıda üniversite tarafından paylaşıldığı için yüksek teknoloji alanlarında büyük ölçekli proje yapmak mümkün olmuyor.
Tersine beyin göçünü yaşadığımı yukarıda ifade etmiştim. Amerika'dan dönüş kararını verdiğim zaman pek çok soru ile karşılaşmıştım. Türkiye'nin benim yaptığım çalışmaları devam ettirmek için uygun bir yer olup olmadığı merak ediliyordu. Uzmanlık alanıma uygun iş bulmak kolay olmayabilirdi. Ücretler ve yaşam kalitesi açılarından iki ülke arasındaki uçurum nedeniyle, Türkiye'ye gelen birçok kişi tekrar Amerika'ya dönmüştü.
Türkiye'ye döndükten sonra birkaç şirkette Ar-Ge merkezi kurulumu ve yönetiminde çalıştım. Bu merkezlere Amerika, İngiltere, Almanya, İsviçre, İtalya ve Avustralya gibi ülkelerden seçkin araştırmacılar geldi. Onlar için önemli olan uzmanlık alanlarında çalışmak ve katkı yapabilmekti. Çoğu hedeflerine ulaştı ve Türkiye'de kaldı. Ne yazık ki, geri dönenler de oldu.
Otuz yıl önce sadece iki elin parmakları kadar Ar-Ge merkezi olduğunu hatırlıyorum. Şimdi artık çok sayıda merkez ve araştırmacı var. Patent, yayın ve yeni ürünler geliştiren başarılı örnekler görülüyor. Ancak henüz büyük yenilikçi ekosistemler oluşmuş değil. En önemli darboğazlar, doktoralı uzman sayısının ve araştırmaya ayrılan kaynakların yetersiz olmasıdır.
Son dönemde yurt dışındaki araştırmacıları Türkiye'ye davet etmek için organizasyonlar yapılıyor ve destekler veriliyor. Bu gayretlerin faydalı olduğu görülüyor. Ancak beyin göçünü tersine çevirecek boyutta değil.
Özet olarak, Türkiye'ye dönüş yaptığım için pişman değilim. Bilim ve teknolojinin ülkemizin bekası için önemli olduğuna inanıyorum. Ar-Ge kültürünü yerleştirmek için daha fazla gayret etmemiz gerekiyor. Henüz küresel ölçekte bir yenilik ekosisteminin oluşturulduğunu göremediğim için de üzgünüm. Temel sorunlar çözülmediği için beyin göçü engellenemiyor.
Prof. Dr. Toner'in uyardığı şekilde, ne yazık ki bu çölde benim diktiğim fidanların da bir kısmı kuru(tul)du. Ancak bazı fidanlar yeşerdiği müddetçe yenilerini dikmeye devam etmek gerekiyor. Yapılması gereken stratejik bilim ve teknoloji yatırımlarının bütçesi beyin göçünün ülkemize maliyetine kıyasla çok küçük olduğuna inanıyorum.
Ülkelerin kaderini değiştirecek olan en önemli unsur eğitilmiş insan kaynaklarıdır. Orta öğretimden üniversiteye kadar uygulamaya dönük yeni bir eğitim sistemi oluşturulmadan bu yönde yeterince ilerleme olabileceğini düşünmüyorum. Bu maksatla, bilimsel veriler ışığında ve bütün paydaşların mutabakatı ile oluşturulacak bir eğitim modeline ihtiyaç var. Bu modelin de yeterli bir süre değiştirilmeden uygulanması gerekiyor.
Küresel ölçekte yenilikçi ekosistemler kurulması için bilim, teknoloji ve sanayi üçlüsü bir sarmal olarak birlikte çalıştırılmalıdır. Bu amaçla akademisyenlerin sanayi deneyimi kazanmaları sağlanmalıdır. Sanayide çalışan araştırmacılar da üniversitelerde ders vermeli ve ortak projelerde görev almalıdır. Sanayide çalışan doktoralı araştırmacıların sayısı artırmak için özel gayret göstermeliyiz. Akademik dünya ile işbirliği yapabilen bu araştırmacıların daha fazla yayın, patent ve faydalı modeller üretmesini ve yenilikçilik kültürünü yaygınlaştırmasını bekleyebiliriz.
Yenilikçi ekosistemler sektörel ve bölgesel gelişme stratejilerinin bir parçası olmalıdır. Yerel doğal kaynaklar ve sosyokültürel birikim ile desteklenen projeler, bilim, teknoloji ve sanayi işbirliğine yönelik olarak tasarlanmalıdır.
Yeni yılda size ve sevdiklerinize sağlık ve mutluluklar dilerim.