Geçenlerde İstanbul'da ve İzmir'de rengarenk gün batımları yaşandı. Ne yazık ki gökyüzüne o güzel renkleri veren ufukta beliren Sahra Çölü tozuydu. Birçok şehrimizde görülen toz bulutları insan sağlığı için tehlike yaratıyordu. Avrupa Uzay Ajansı önümüzdeki günlerde Türkiye'ye daha fazla çöl tozu geleceğini tahmin ediyor.
Geçen hafta Dünya Sağlık Örgütü (WHO) dünya nüfusunun yüzde 99'unun soluduğu havanın sağlıksız olduğunu ilan etti. Bu sırada Batman'da ilginç bir olay yaşandı. Bir vatandaşımız, kirli havanın sağlığını olumsuz etkilendiğini öne sürerek yerel yönetimlere dava açtı.
Çevre sorunlarımız sadece hava kirliliği ile sınırlı değil. Uzmanlara göre, geçen yıl Marmara'yı sarı renge boyayan salya (müsilaj) bu yaz tekrar karşımıza çıkabilecekmiş. Denize dökmeye devam ettiğimiz atıklar, bir bumerang gibi dönüp dolaşıp bize çarpacak gibi görünüyor.
Havada ve suda görülen bu sorunlar dünyanın, 8 milyara varan nüfus yükünü taşıyamadığını gösteriyor. Artık, bu gelişmeleri tarihsel perspektifte irdelemenin ve onlara karşı neler yapabileceğimizi tartışmanın zamanı geldi.
2011 yılında İzlanda'daki, ismini bile okuyamadığım bir volkanın (Eyjafjallajökull) püskürttüğü toz bulutu nedeniyle Avrupa'da binlerce uçuş iptal edilmişti. Ben de o sırada yolda kalanlardan biriydim. Gördüğüm kargaşayı unutamıyorum. Tarihte buna benzer pek çok olay yaşandığı için onu da normal bir doğa felaketi olarak kabullenmiştik.
1815 yılında Endonezya'da Tambora Yanardağı'nın patlamasından kaynaklanan toz bulutu o kadar yoğundu ki güneş görünmez hale gelmişti. İki yıl boyunca pek çok ülkede doğru düzgün yaz yaşanamadı. Tarım üretimi azaldı, kıtlıklar ve hastalıklar görüldü. 1883'te yine Endonezya'da Krakatau Yanardağı benzer olayların tekrar yaşanmasına neden oldu. Doğadaki volkanlar, orman yangınları ve fırtınalar kadar, artık insan eliyle yaratılan felaketlerle de karşı karşıyayız.
Yerleşik düzene geçişten itibaren, su ve hava kirliği, verem gibi çok sayıda bulaşıcı hastalığın yaygınlaşmasına neden oldu. Şehirler büyüdükçe çevrelerindeki ormanlar yok edilerek doğanın dengesi bozuldu. Sanayi Devrimi'nden sonra artan kömür tüketimi, hava kirliliğini tehlikeli seviyelere taşıdı. Kömür dumanı sisli havalarda öyle bir bulut oluşturuyordu ki gündüz güneşi görmek bile mümkün olmuyordu. Duman (smoke) ile sisin (fog) bu karışımına İngilizcede "smog" ismi verildi.
Kuzey Amerika'da bilinçsiz tarım uygulamaları nedeniyle, 1935'te verimli topraklar rüzgarların oluşturduğu toz bulutları (dust bowl) ile kaybedildi. Tarlalar ekim yapılamayacak duruma gelince, nüfusun önemli bir kısmı göç etmek zorunda kaldı. John Steinbeck'in "Gazap Üzümleri" isimli romanı yollara düşen bu çiftçilerin hikayesini anlatır.
İkinci Dünya Savaşı'ndan sonra pek çok ülkede olağanüstü bir nüfus artışı ve sınai büyüme yaşandı. Bu dönemde Amerika'nın Los Angeles şehrinin nefes kesen gün batımı dillere destan olmuştu. Sadece küçük bir sorun vardı. Bu güzelliğin nedeni, yakılan çöplerden, petrokimya tesislerinden ve otomobillerden kaynaklanan hava kirliliğiydi. Yani bu manzarayı seyrederken gerçekten nefesiniz kesilebilirdi.
1952'de Londra'da 5 gün süren "smog" yüzünden 12 bin kişinin nefesi gerçekten de kesildi. Binlercesi de hastanelere yatırıldı. O sırada orada yaşayan eski bir dostum, aynı odada bulunan eşini görmekte zorlandığını söylemişti. O dönemin ilginç bir olayı da görme engellilerin, siste yolunu bulamayanlara rehberlik etmesiydi.
Ciddi sonuçlara neden olan bu olaylar, hava kirliliğinin kaynağını belirlemek ve çözüm bulmak için pek çok bilimsel araştırmanın yapılmasına ve teknoloji geliştirilmesine neden oldu. Buna rağmen nüfusları katlanarak artan İstanbul gibi büyük şehirlerde sorunları çözmek kolay olmuyor. Ne yazık ki, bu aralar Avrupa'nın havası en kirli şehirleri arasında bizimkiler de bulunuyor.
Türkiye'nin pek çok bölgesinde görülen toz bulutları, İran, Suriye, Arap Yarımadası ve Afrika'dan yani Büyük Sahra Çölü'nden kaynaklanıyor. Bu arada, Sahra Çölü'nün insan eliyle yok edilmiş devasa bir ormanlık alanda oluştuğunu da hatırlamakta yarar var.
Büyük Sahra Çölü ile ilgili ilginç bir hikâye var. Fransa'nın 1960-1966 yılları arasında yaptığı nükleer denemelerden kaynaklanan radyoaktivite orada hâlâ ölçülebiliyor. Geçenlerde Fransa'ya ulaşan sahra tozlarının radyoaktif sezyum içerdiğinin belirlenmesi endişeye neden oldu. Ne denir; etme bulma dünyası!
Çöl tozu, sadece Türkiye'de değil pek çok ülkede gün batımı sırasında sarı, turuncu ve kırmızı renklerin görülmesine neden oluyor. Uzmanlar, çöl tozunun yoğun olduğu zamanlarda maske kullanılmasını ve pencerelerin kapalı tutulmasını öneriyorlar. Çünkü tozlarla taşınan çeşitli mikroorganizmalar solunum sistemimiz için tehlike teşkil ediyor.
Sahra Çölü tozunun faydaları da var. Bu tozlar, Avrupa'dan Amerika'ya kadar geniş bir alanda toprakları ve suları organik maddeler ve mineraller ile zenginleştiriyor. Hatta, Atlantik Okyanusu'ndaki yaşam zincirini de onlar besliyor.
Marmara bölgesinin ve özellikle de İstanbul'un evsel ve sanayi atık suları, uzun yıllardır Marmara'ya boşalıyordu. Onların bir kısmının hiç arıtılmadığı da biliniyordu. Son yıllarda bu atık sular "Derin Deniz Deşarjı" yöntemi ile Marmara'nın derinliklerine boca edildi. Biriken kirlilik dipten yukarı yükseldi ve nihayet yüzeye ulaştı. Bu arada, ciddi bir kirlilik yükü de Ergene havzasının sanayi atık suları ile gelmeye devam ediyor.
Özetle, Marmara'da halının altına süpürülenler sonunda üste çıktı. Geçen yıl denizin nefesi kesildiği sırada, Elif Arslan'ın çektiği fotoğraftaki görüntü ürkütücüydü.
Bugünlerde salya sorununu araştırmaya devam eden Prof. Dr. Mustafa Sarı, bu tehlikenin henüz geçmediğini ifade ediyor. Doç. Dr. Mustafa Yücel de Marmara'da balıkların yaşayabileceği derinliğin, başka hiçbir denizde olmadığı kadar sığlaştığını söylüyor. 1950'lerde balıklar 1200 metre derinliğe inebilirken, şimdi bu seviye sadece 25-30 metre. Marmara Denizi ile ilgili bütün çalışmalar, hem salyaya neden olan kirliliğin hem de zehirli atıkların varlığını sürdürdüğünü gösteriyor.
Sizin anlayacağınız, Marmara'ya yani dünyanın tek iç denizine sahip olan bizler, onun değerini bilemedik. Sonunda onu bir atık çukuruna dönüştürdük. Ne yazık ki, bu gidişle gelecek nesillere korkunç bir miras bırakacağız.
Geçen yüzyılda, naylon ve polyester gibi sayısız sentetik polimer icat edildi. Onlar sadece yün ve pamuk gibi doğal malzemelerin yerini almakla kalmadılar, giysilere su geçirmezlik gibi farklı özellikler de kazandırdılar. Tekstil, mobilya, beyaz eşya ve otomobil gibi pek çok ürünün ekonomik bir şekilde üretilmesini sağladılar. Bu şekilde vazgeçilmez hale geldiler. Ancak, her şeyin bir bedeli olacaktı. Doğada yok edilemeyen plastikler ciddi çevre sorunları yaratmaya başladılar. Günümüzde naylon torbalar, pet şişeler ve diğer plastik atıklardan kaynaklanan kirlilik her yerde karşımıza çıkıyor.
Son yıllarda çevre konusunda duyarlılık arttıkça, bazı plastik ürünlerin kullanımı azalıyordu. Ancak, pandemi döneminde, sentetik malzemelerden üretilen maskeler, eldivenler ve giysilerin tüketimi ciddi ölçüde arttı.
Plastik atıklar doğada parçalandıkça, karada, akarsularda ve denizlerde mikroplastikler (MP) ortaya çıkıyor. Son yıllarda yapılan araştırmalar, gıda maddelerinde, deterjanlarda ve kozmetik ürünlerde de mikroplastiklerin olduğunu gösteriyor. Kolayca gıda zincirine giren bu parçacıklara artık, kara ve deniz canlılarının vücutlarında bile rastlanıyor.
Soluduğumuz havada bile mikroplastiklerin olduğu konusunda uyarılar yapılıyordu. Bu nedenle, artık insanların akciğer dokularında onlara rastlanmasına şaşırmamak gerekiyor.
İnsanlar için temiz içme suyu temini ve taşınması her zaman sorun olmuştur. Düşük maliyetli ve hafif olması nedeniyle, su şişelemede sıklıkla PET (Poli Etilen Teraftalat) malzemeler kullanılıyor. Günümüzde her yerde ellerinde bu şişelerle dolaşan insanlara rastlıyoruz. Ancak, bu kolaylığın da bir bedeli olduğu ortaya çıktı. Son günlerde yapılan araştırmalar, insanların kanında da PET kalıntıları olduğunu gösterdi. Kanda ve akciğerlerde mikroplastiklere rastlanması hiç de hayra alamet değil. Çünkü onların insan dokusu için tehlikeli olduğu biliniyor.
Özetlemek gerekirse, doğaya verdiğimiz zarar er veya geç bize dönüyor. Yok edilen ormanlardan dolayı oluşan çölün tozu hastalık getiriyor. Plastik atıklardan oluşan mikroplastikler bedenimizde ortaya çıkıyor. Anlaşılan, tüketim alışkanlıklarımız ile bindiğimiz dalı kesiyoruz.
Dünya nüfusunun 2050 civarında 10 milyara yaklaşması beklenirken, en yüksek nüfus artışına en yoksul ülkelerde rastlanıyor. Bir taraftan da bireysel tüketim artıyor. Bu nedenle hem çevre kirliliği hem de küresel sıcaklık yükselişi önlenemiyor.
İnsanların, besin, giyim, barınma ve ısınma ihtiyaçlarını karşılamak için doğal kaynaklar artık yeterli olmuyor. Evsel ve endüstriyel atıklar yanında kimyasal gübreler de çevreye saçılıyor.
Son yıllarda pek çok ülke tarafından, iklim krizini engellemek için imzalanan uluslararası sözleşmelere sadık kalınmadığı biliniyordu. Son aylarda, Rusya-Ukrayna savaşıyla birlikte bütün dünyada fosil yakıtlara talep artmaya başladı. Kapanmakta olan kömür madenlerinin ve petrol kuyularının tekrar açılması bile gündeme geldi. Bu gidişle iklim krizi ve çevre kirliliği için alınan sınırlı önlemlerin bile terk edileceğini tahmin edebiliriz.
Dünyayı kendi ellerimizle yaşanmaz hâle getirdik. Peki şimdi ne yapacağız?
Geleceğin dünyasını yaşanabilir hale getirmek için bireysel, ulusal ve küresel ölçekte alınabilecek pek çok önlem var. Bence, sürdürülebilir akarsu havzaları oluşturmak bu konuda iyi bir çerçeve oluşturabilir. Biyoekonomi açısından da tarım ve hayvancılık için tatlı su kaynaklarının stratejik önemi var. Bu nedenle akarsu havzalarının, geleceğin dünyasında en değerli alanlar olacağı anlaşılıyor.
Uzunca süredir, Türkiye'de pek çok çiftçi çeşitli ekonomik nedenlerle tarımı terk ediyordu. Aynı zamanda, pek çok gıda maddesini ithal etmek zorunda kalıyorduk. Son birkaç yılda ise pandemi, enflasyonun hızlı yükselişi ve Ukrayna krizi nedeniyle, yerel gıda üretiminin önemini anlaşılmaya başlandı. Türkiye'nin aslında su ve gıda ürünleri açısından sorun yaşayabilecek ülkeler arasında olduğunu unutmamak ve önlemler almak gerekiyor.
Ülkemizde, Sakarya, Ceyhan, Kızılırmak ve Susurluk gibi önemli 25 havza var. Bu havzaların sürdürülebilir bir şekilde yönetilmesi için, onların coğrafi özelliklerine göre tarım, hayvancılık, ormancılık ve sanayi stratejileri belirlenmelidir. Havzalardaki yerleşim bölgeleri de bu stratejiler ile uyumlu olmalıdır. Burada hedef, tedarik güvencesi yanında, uzaklardan taşınan su ve gıda maddelerinin yaratacağı çevre kirliliğini ve enerji tüketimini azaltmak olmalıdır.
Türkiye'de tarım alanları, geleneksel olarak varisler arasında paylaşılır ve küçülür. Bu nedenle pek çok tarla, bilimsel tarım faaliyetleri için ekonomik olmaktan çıkar. Küresel ölçekte verimli üretim yapılabilmesi için, toprakların tarım ve hayvancılık için yeniden boyutlandırılması gerekiyor.
Tarım sektörüne cazibe kazandırabilmek için gıda yanında yüksek katma değerli ürünlerin üretilmesi de gerekiyor. Aslında ilaç, kozmetik ve baharat gibi ürünler için Türkiye zengin bir biyoçeşitlilik potansiyeline sahip. Bu maksatla, ulusal biyoekonomi kalkınma stratejisine ihtiyaç var.
Özetle, sürdürülebilirlik temelli politikalarla, her bir akarsu havzası çevre dostu bir yaşam alanı olarak planlanmalıdır. Bu havzalar bir mozaik gibi yan yana geldiği zaman ülkemiz daha yaşanabilir olacaktır. Havza temelli yaklaşımların geliştirilmesi ve uygulanmasını beklemeden, kısa vadede yapılabileceklere odaklanmakta yarar var.
Öncelikle tükettiğimiz ürünlerin çevreye etkileri konusunda bilgi sahibi olmalıyız. Örneğin kahve veya et üretimi için ne kadar yakıt tüketildiğini yani karbon ayak izi ortaya çıktığını öğrenebiliriz.
Özet: Gelecek nesillere yaşanabilir bir dünya bırakabilmek için, bireyler olarak tüketim alışkanlıklarımızı değiştirmemiz gerekiyor. Ülkemiz için de akarsu havzaları temelli sürdürülebilir yapılanmaya ihtiyaç var.
Dünya nüfusu artmaya devam ettikçe, her insan için yeterli gıda, içme suyu hatta temiz hava bulmak bile giderek zorlaşıyor. Geleneksel tüketim alışkanlıklarımız nedeniyle doğal kaynaklar yok oluyor ve çevre kirleniyor. Yeryüzünde sürdürülebilir yaşam giderek zorlaşıyor. Önlem almazsak, çocuklarımız temiz hava, su ve gıda bulamayacaklar.
Ülkemizi sürdürülebilir yaşam alanına dönüştürmek için gelecek nesillere karşı sorumluyuz. Öncelikle, bireysel yaşam tarzımızı sürdürülebilir hale getirmeliyiz. Ulusal ölçekte de her bir akarsu havzamızda, tarım, hayvancılık, ormancılık, balıkçılık ve sanayi ile uyumlu yerleşim planları oluşturmalıyız. Türkiye sürdürülebilir bir ülkeye dönüştürmek için hepimize bireysel olarak görev düşüyor.