Tarihçi Heredot Kadıköy'ü körler ülkesi (Kalkhedon) olarak isimlendirir. Rivayete göre, karşısına bir şehir kurmak için körler ülkesini arayan bir kral o bölgedeki yerleşimi bu şekilde tanımlar. Avrupa yakasında İstanbul'un kuruluşu ile ilgili söylenti böyle, ama unutulan bir ayrıntı var. İlk yerleşimlerin Anadolu yakasında kurulmasının nedeni zengin su kaynaklarıdır. Avrupa yakasında ise suyun çok uzaklardan getirilmesi gerekmiştir.
Efsaneden bahsetmişken Midas'ı da unutmamak gerek. Rivayete göre bu aç gözlü Frigya kralı, Dionisos'tan her dokunduğunun altına dönüşmesini ister. Bu hayali gerçekleşince etrafındaki her şeyi hatta yiyeceklerini bile altına dönüştürür. Ancak, bir süre sonra bu şekilde yaşayamayacağını anlar ve kurtulmak ister. Dionisos'un ona önerdiği nehirde yıkanan Midas eski haline döner.
İstanbul taşı toprağı altın olarak bilinen bir şehirdir. Midas'tan asırlar sonra bizler de dokunduğumuz her yeri beton binalarla donatarak altına dönüştürdük. Şimdi artık Melen nehrinin suyunda yıkanmayı bekliyoruz.
Harvard Üniversitesi'nden Prof. Dr. Ricardo Hausmann 2010 yılında İstanbul Sanayi Odası tarafından düzenlenen Sanayi Kongresi'nde konuşmacı olmuştu. Sunumunda Türkiye'nin küresel stratejisi için ilginç öneriler yaptığını hatırlıyorum. Onun bize yönelttiği soruları da vardı. Muhtemelen büyük bir depremde İstanbul'un nasıl etkileneceğini tartışmamızı istiyordu. "Neden bütün kaynaklarınızı İstanbul'da topluyorsunuz?" "İstanbul'un başına bir şey gelirse Türkiye toparlanabilir mi?" "Türkiye'de birkaç tane İstanbul kuracak yer varken neden oralara odaklanmıyorsunuz?" Benim için Hausmann'ın soruları sunumundaki önerilerden daha değerliydi.
Son yıllarda iklim değişikliğinin İstanbul için oluşturduğu risk de netleşmeye başladı. Çeşitli iklim modelleri ile yapılan hesaplara göre, ülkemizde sıcaklıklar üç veya beş derece artarken yağışlar ciddi ölçüde azalacak. Bu şartlar altında Hausmann'ın sorularına su meselesi de ilave edilmiş oldu. Son yıllarda Türkiye'de kuruyan göller, balık ölümleri ve renkli derelerle ilgili haberlere artık şaşırmıyoruz. İklim değişikliğinde yaşanacak su krizine karşı İstanbul'da alınması gereken önlemleri tartışmanın zamanı çoktan geldi.
İstanbul'a su getirmek ve saklamak için yapılmış tarihi binaların varlığı sorunun önemini bize hatırlatıyor. Romalılar, Bizanslılar ve Osmanlılar tarafından inşa edilen bentler, kemerler ve sarnıçlar bu konuda somut belgelerdir. Hatta, Taksim ve Maslak isimleri su şebekesindeki önemli yapılardan geliyor.
Osmanlı döneminde veba gibi salgınlar nedeniyle nüfus azaldığında ülkenin çeşitli bölgelerinde yaşayan insanlar İstanbul'a sürgün edilirdi. İstanbul'da nüfus fazla olduğu zaman da şehre göç engellenirdi. Hatta şehirdeki bekarlar ve işsizler memleketlerine gönderilirdi. Nüfus kontrol edilerek şehirdeki arz ve talep dengeleri oluşturmaya çalışılırdı.
İstanbul'da her dönemde su temini için tarihi yapılardan yararlanılmış ve onlara sürekli yeni hatlar ilave edilmişti. Plansız gelişen şehrin karmaşık altyapısı yetersiz kalmaya devam etmişti. Tarihi kolera salgınları da içme suyuna kirli suların karışmasından kaynaklanmıştı. 1970'lerde İstanbul'un nüfusu üç milyon kadarken sık sık su kesintileri olduğunu ve bir kolera salgını yaşandığını hatırlıyorum. Yağmur bombası efsanesini de unutamam.
Uzun bir aradan sonra 1980'lerin sonunda İstanbul'a döndüğümde nüfus yedi milyona ulaşmıştı. O dönemde yaşanan su sorunlarını anımsamak istemiyorum. Kısa süre için akan Terkos suyu küvetlerde ve kovalarda toplanırdı. Musluklu bidonlar banyo ve mutfaklarda yerlerini almıştı. Balkonlardaki varillere su biriktirilirdi. İçme ve kullanma suyu tankerlerle taşınırdı.
1994 yılında Prof. Dr. Veysel Eroğlu İSKİ'de yönetime gelince su sorunu çözülme sürecine girdi. Öncelikle kayıpları azaltmak için su dağıtım şebekesi yenilenmeye başlandı. Bir taraftan da Istranca derelerinden su getirildi. Böylece nihayet su kesintilerinin olmadığı bir döneme girildi. Kalabalıklaşmaya devam eden İstanbul'un geleceği için Melen projesi ile Düzce'den su getirilmesi planlanmıştı. Ancak, bu proje çeşitli sorunlar nedeniyle henüz tamamlanamadı.
İstanbul'un şimdi 18 milyona yaklaştığı söyleniyor. Türkiye'de köyden kente doğru göç devam ederken, bir yandan da Suriye ve diğer ülkelerden sığınmacı akını sürüyor. İstanbul'da kurulan dev uydu kentler nüfus artışını körüklüyor. Hausmann'ın 2010'daki konuşmasından bu yana bile İstanbul yaklaşık beş milyon artmış bulunuyor.
İstanbul'un yerleşim şekli de sorunlu. İki yakada da güneyde yoğunlaşan binalar ile kuzeydeki ormanlar birbirinden ayrılmış durumda. Bu nedenle yeşil alanlar, Moskova, New York, Berlin ve Viyana gibi şehirlere kıyasla çok düşük seviyede. Bir taraftan da yükselen gökdelenler taşıt trafiğini ve hava kirliliğini artırmaya devam ediyor. İstanbul'da yaşam kalitesi giderek düşüyor.
İstanbul bu şekilde genişlemeye devam edebilir mi? Sürdürülebilir bir şehir olabilmesi için en fazla ne kadar nüfusu barındırabilir? Bu soruları cevaplamak üzere yapılan önemli bir çalışmayı hatırlatmak istiyorum. 2000'li yılların başında Prof. Dr. Hüseyin Kaptan yönetiminde çok sayıda yerli ve uluslararası uzman İstanbul'un geleceğini tasarlamak üzere İstanbul Metropoliten Planı'nı (İMP) hazırlamaya başladı. O çalışmada şehrin üçe bölünmesi ile birlikte trafik akışı yeniden tasarlanmıştı. Merkezde oluşan darboğazdan kurtulmak için nüfusun Gebze'ye ve Çatalca'ya doğru seyreltilerek geniş bir alana yayılması hedeflenmişti. Organize sanayi bölgeleri de şehrin dışına taşınacaktı. Hatırladığım kadarı ile genişletilmiş şehirde en fazla on beş milyon insan yaşayacaktı. Ne yazık ki bu plan uygulanamadı.
Uzmanlara göre İstanbul'un nüfusu artmaya devam ederse Melen suyunun ilave edilmesi de yeterli olmayacak. Kanal İstanbul'un yapılması durumunda, Sazlıdere barajının da yıkılması ve Küçükçekmece gölünün içinden geçilmesi öngörülüyor. Yani iklim değişikliği gerçekleşirken, İstanbul'un bazı su kaynakları kaybedilecek.
Suyun uzaktan getirilmesi veya deniz suyunun arıtılması enerji tüketimi demek oluyor. O zaman su ayak izine ilaveten karbon ayak izi sorunu da ortaya çıkıyor. Gelecekte neden olacağımız bu izlere göre yaşam tarzımızı tasarlamak ve ücretler ödemek zorunda kalacağız.
İklim değişikliği sadece sıcaklıkların artışı ve yağışların azalması anlamına gelmiyor. Fırtınaların sıklığı ve şiddeti artarken sel felaketleri görülüyor. Yerel biyolojik çeşitlilik değişirken sıcak iklimlerde yaşayan türlerin göçü ile karşılaşılıyor. Akdeniz'deki balon balıkları ve İstanbul'da yeşil papağanlar bu duruma örnek olarak gösterilebilir.
Günümüzde su havzalarımız ciddi sorunlarla karşı karşıya. İstanbul'u içine alan Marmara bölgesi olağanüstü yüksek bir nüfusu ve büyük sanayi kuruluşlarına sahip bir havza. Burada ortaya çıkan atıksular ve çöpler ciddi sorunlar yaratıyor. Yeraltı suları kirleniyor ve tükeniyor. Ergene gibi nehirlere sanayi atıkları boşalıyor. Tuna nehri ile gelen kirleticiler de Marmara denizine kadar ulaşıyor. Kocaeli bölgesinde bile su sorunları yaşanıyor. Su şişeleme tesisleri nedeniyle Sapanca gölüne yeterli su ulaşmıyor. İznik gölünde ve Kuş Cennetinde su seviyeleri azalıyor.
Sürdürülebilir bir gelecek için havzaların içerdiği su, ekilebilir toprak ve biyoçeşitlilik birer hazine olarak görülmelidir. Ekosistem yönetim sistemi her bir havzanın özgün yapısının korunması için az su tüketen tarım ve hayvancılık ürünleri belirlenmesini gerektiriyor. Bir havzadan diğerine su taşınması doğal dengeyi bozacağı gibi önemli miktarda enerji tüketimine de neden oluyor. Özetle insan, bitki ve hayvanların su ayak izi belirlenerek havza ekosistemleri tasarlanmalıdır.
Çeşitli kamu kuruluşları ve akademisyenler tarafından küresel iklim değişikliği konusunda çalışmalar yapılıyor. Bu bilgilerden yararlanarak İstanbul için acil önlemler almamız gerekiyor. Örneğin, su dağıtım sistemindeki kayıp ve kaçakların önlenmesi için tesisat yenilenmelidir. Kanalizasyondan ayrılarak yağmur suları toplanmalıdır. Arıtılmış atık sular park ve bahçe sulamada kullanılmalıdır. Tüketimdeki israfı engellemek için su kullanım miktarına göre fiyat ayarlanabilir. Kuraklık riski devam ederse, araba yıkama ve çim sulama yasaklanabilir.
Ferdi Tayfur tarafından söylenen köye dönüş şarkısını çevre sorunları için anlamlı buluyorum. Köylerimizde yaşamaya devam eden yaşlı nüfus, tarım ve hayvancılığı devam ettiremiyor. Uzun süre sonra köylerine dönenler, bağ ve bahçelerin bakımsız çalılıklara dönüştüğünü görüyorlar.
Aslında ülkemizde işsizlik artmaya devam ederken, köylerde tarım ve hayvancılığın geliştirilmesi büyük şehirlerdeki nüfus yükünü hafifletmek için iyi bir çözüm olabilir. Ancak, havzalarımız için sürdürülebilir bir tarım modeli oluşturamadığımız takdirde şehirlere ve özellikle de İstanbul'a yönelen göç duracak gibi görünmüyor.
Çiftçilerin bir kısmı, ürün fiyatları emek ve masrafları karşılamadığı için tarımdan vazgeçiyor. Miras paylaşımı ile küçülen tarlalar ekonomik boyutta değil. Meyveler, toplama maliyetini bile karşılamadığı için dalında bırakılıyor. Kimi çiftçiler de zararlılarla mücadele etmekten vazgeçiyor. Yaban domuzları tarlalardaki ürünlere zarar verdiği için ekim yapmadıklarını söyleyenler var. Pek çok çiftçi tarımdan uzaklaşıyor.
Osmanlılar boş arazilere göçerleri yerleştirerek onların tarıma kazandırılmasına "şenlendirme" derlerdi. Günümüzde de terkedilmiş toprakları ekonomiye kazandırmak için yeni bir şenlendirme seferberliği başlatılması gerekiyor. Çiftçiliğin ve tarım ürünlerinin stratejik değerinin anlaşılması ve teşvik edilmesi durumunda havzalara geri dönüş gerçekleşebilir. Bu maksatla yerel tarım ve hayvancılığı korumak için teşviklere ve korumacı yaklaşımlara ihtiyaç var. Ayrıca tarım teknolojilerini geliştirmek ve yaygınlaştırmak için Hollanda gibi ülkeleri örnek almalıyız.
Taşı toprağı altın diyerek İstanbul'a yerleşmeye devam eden kalabalıklar iklim değişikliği ile artan susuzluk sorununun çözümünü zorlaştırıyor. Bizler Midas gibi hala beton binaları altına dönüştürüyoruz. Yapılaşma böyle devam ederse uzaklardan su getirmek de sorunu çözmeyecek. Suyun yaşam için altından daha değerli olduğunu unutmayalım.
İklim değişikliğini ve artan su sorunlarını görmezden gelerek önlem almamayı ben stratejik körlük olarak tanımlıyorum. Bir an evvel İstanbul için iklim değişikliği eylem planımızı oluşturalım ve uygulamaya başlayalım. Göllerimiz ve derelerimiz kurumadan, balıklarımız ölmeden önce adım atalım. Asırlar sonra tarihçiler tarafından körler ülkesi olarak anılmayalım.