Son dönemde Marmara Denizi'nde görülen salya (mukus, musilaj) güzelim sahillerimizi bir anda çirkinleştirdi. Karamürsel sahilinde bu ürkütücü fotoğrafı çeken Elif Arslan'ın yerinde olmak istemezdim. Anlaşılan denizin altına süpürdüğümüz kirlilik artık saklanamaz hale geldi. Marmara'nın dipsiz bir kuyu olmadığını nihayet anladık.
Aslında İstanbul'un artmakta olan kirlilik yükünü Marmara Denizi'nin taşıyamayacağı uzun süredir tartışılıyordu. Yerli ve yabancı uzmanlar tarafından şehrin ve bölgenin sürdürülebilirliği için yapılan uyarılara kulaklarımızı tıkıyorduk. Hâlâ İstanbul'da dev bir beton piramit kurmaya çalışıyoruz.
Marmara Denizi'ndeki çöküşün en belirgin işaret fişeği salya oldu. Şimdi soru şu; İstanbul ve çevresinde artan nüfusun ve sanayi atıklarının Marmara'yı bir ölü denize dönüştürmesini seyredecek miyiz? Bu yazıda karşı karşıya olduğumuz bu tehlikeden ve bazı çözüm önerilerinden bahsedeceğim.
Rahmetli Prof. Dr. Ayhan Songar'ı otuz yıl kadar önce bir konuşma yapmaya davet etmiştik. Sunumun konusunu "Kim akıllı, kim deli?" olarak seçmişti. Akıl sağlığı açısından hasta kabul edilenler ile normal olanlar arasında pek fazla fark olmadığını anlatmıştı. Özellikle de kendilerini akıllı bilen insanların mantıksız davranışlarından bahsetmişti. Nobel ödüllü Prof. Dr. Daniel Kahneman'ın "Hızlı ve Yavaş Düşünme" kitabı da aklını kullanmayan insanların yaptığı hataları irdeliyor. İnsanlar önemli konulara yeterince öncelik vermedikleri ve gerekli zamanı ayırmadıkları zaman stratejik yanlışlar yapıyorlar.
İnsanlık tarihinde akıl tutulmalarına ve vahim hatalara sıklıkla rastlanır. Prof. Dr. Robert Edgerton'ın "Hasta Toplumlar" isimli kitabı insanların kendi elleriyle yaşamlarını nasıl zora soktuklarını anlatır. Prof. Dr. Jared Diamond ve Clive Ponting'in kitaplarında da önemli toplumsal ve çevresel çöküş hikayelerini okuyabiliriz.
Bence ibretlik örneklerin en başında Eski Mısır gelir. Anıt mezar boyutlarını abartan firavunlar dev piramitler yaptırmışlardı. Bu yapılar, binlerce insanın senelerce çalışmasını gerektiren akıl dışı projelerdi. Onları tamamlamak için ülkelerinin bütün kaynaklarını harcamışlardı. Sonunda o kadar güçsüzleşmişlerdi ki, Romalılar bunu fırsat bilerek Mısır'ı ele geçirmişti. Filmlere konu olan Sezar ile Kleopatra hikayesi işte o dönemin sonunu anlatır.
Piramitler çok uzaklarda başka bir çöküşün daha nedeni olmuştu. Orta Amerika'da Maya İmparatorluğu'ndaki dev piramit ve heykel hevesi onların da sonunu getirmişti. Bu amaçla ormanları yok etmişlerdi. Fakirleşen halk beslenemez hale gelmişti. Çok sayıda insanın kurban edildiğini de hatırlamakta yarar var. Neticede, artan huzursuzluklar ve kavgalarla bu medeniyet yok olmuştu.
Pasifik Okyanusu'nun ücra bir yerindeki Paskalya Adası'nda yaşayan Polinezya yerlileri de boş durmadılar. Onlar da iri heykel dikme yarışına girdiler. Bu işi o kadar abartmışlardı ki, yüzlerce tonluk kayalardan heykeller yapıyorlardı. Onları taşıyabilmek için ağaç kütüklerinin üzerinde halatlarla çekiyorlardı. Aslında adadaki ağaçlara, ısınmak ve ev yapmak için çok daha fazla ihtiyaçları vardı. Ayrıca ağaç kabuklarındaki liflerden elbise ve halatlar yapıyorlardı. Heykel taşımak için bütün ağaçları kestikten sonra mağaralarda yaşamak zorunda kaldılar. Sonunda korsanlar tarafından yakalanıp köle olarak satıldılar.
Geçenlerde Karar gazetesindeki "Kibirli Çöküş" isimli makalesinde Muhsin Altun, Scott Johnson tarafından öne sürülen "Sosyal Kibir" (hubris) kavramından bahsetti. Toplumlarda çöküşe neden olan piramit gibi büyük projelerin ve anlamsız savaşların kibirden kaynaklandığını yazdı. Bence de kibir toplumları köreltiyor ve çöküşe sürüklüyor. Uzun vadeli ve stratejik düşünmeyi engelliyor. Marmara Denizi'nin kirlilik nedeniyle yaşadığı çöküşte İstanbul'da kurduğumuz kibirli piramidin rolünü anlamakta yarar var. Marmara Bölgesi'nde yaşayan herkesin bu kibirde payı olabilir.
Marmara dünyada benzeri olmayan bir iç denizdir. İsmini adalardaki mermerlerden alır. Karadeniz'e sırtı dönük olarak yaşayan İstanbul'un bütün zahmetini o çeker. İstanbul ve Çanakkale boğazlarının darlığı nedeniyle oldukça durağan bir su kütlesine sahiptir. Sınırlı akıntılar yüzünden kırılgan bir ekosistemi barındırır.
Sürdürülebilir bir İstanbul için 2000'li yılların başında Prof. Dr. Hüseyin Kaptan yönetiminde yerli ve yabancı uzmanların hazırladığı İstanbul Metropoliten Planı'ndan (İMP) daha önce de bahsetmiştim. O çalışmada, İstanbul Boğazı'nın etrafında ve güneyinde yoğunlaşan nüfusun Gebze ve Çatalca'ya doğru seyreltilmesi planlanmıştı. Büyük sanayi kuruluşlarının şehirden uzaklaştırılması da hedeflenmişti. Ne yazık ki, bu plan uygulanmadı.
2010 yılında Sanayi Kongresi için Harvard Üniversitesi'nden Prof. Dr. Ricardo Hausmann'ı davet etmiştik. Prof. Hausmann olası bir İstanbul depreminde Türkiye'nin çok ciddi sorunlar yaşayacağını öne sürmüştü. Türkiye'de birkaç tane İstanbul kuracak yer varken bütün kaynakların bu noktada toplanmasının stratejik bir hata olduğunu söylemişti. Küresel ısınma ile ilgili öngörüler netleştikçe onun uyarısının ne kadar isabetli olduğu daha iyi anlaşılıyor. İklim uzmanları ülkemizde sıcaklıklar artarken yağışların ciddi ölçüde azalacağını söylüyorlar. Bu şartlar altında İstanbul için ufukta çok ciddi bir su sorunu gözüküyor.
Akdeniz'in bazı limanlarında geçmişte görülen salya sorunu, atık sulardaki kirliliğinin azaltılması ile engellenebilmişti. Son yıllarda deniz suyu sıcaklığı iki derece kadar artınca, kirliliği yüksek olan Marmara ve Karadeniz'de de salya görülmeye başladı. Bu sorun gündeme gelince, Prof. Dr. Mustafa Sarı, Prof. Dr. Mustafa Öztürk ve Prof. Dr. Cemal Saydam kamuoyuna değerli bilgiler verdiler.
Salya hem fitoplankton denilen mikroorganizmaları, hem de onların salgıladığı maddeleri içeriyor. Deniz kirliliğinden ve iklim değişikliğinden kaynaklanan bu yapı denizin altında daha da ciddi sorunlar yaratıyor. Suda çözünmüş oksijen seviyesini düşürerek balıkların ve diğer deniz canlılarının ölümlerine neden oluyor. Teknelerin pervanelerine sarılıyor. Ağlarına takıldığı zaman balıkçılar onları çekmekte zorlanıyorlar. Hatta bu yüzden ağlarını kesip denize bıraktıkları bile söyleniyor. Salya nedeniyle yaşananlar, Marmara ekosisteminin ne kadar hassas bir dengede olduğunu bir kere daha gösterdi.
Yukarıda ismi geçen uzmanlar yaklaşık 25 milyon insanın atıklarının hiç arıtılmadan veya kısmen arıtılarak Marmara'ya verilmesinin yarattığı yüke işaret ediyorlar. İstanbul dışındaki yerleşimlerin de bu sorunda önemli payı olduğu ifade ediliyor. Akarsuların taşıdığı sanayi atıkları ve tarım alanlarından gelen azot ve fosfat da kirlilik yükünü artırıyor. Bunlara ilaveten, Tuna Nehri'nin taşıdığı kirleticiler de Marmara Denizi'ne ulaşıyor. Sıcaklık artışı, kirlilik ve durgun hava şartları bir araya geldiği zaman salya oluşuyor. Böyle giderse kıyılarda yaşam kalitesi, balıkçılık ve turizm ciddi ölçüde etkilenecek.
Prof. Dr. Saydam ayrıca, Kanal İstanbul'un yapılması durumunda Karadeniz'den daha fazla kirlilik geleceğini öne sürüyor. Zaten nefes almakta zorlanan Marmara'nın tamamen boğulacağını söylüyor. Ayrıca denizde ortaya çıkacak zehirli gazların İstanbul'da yaratacağı yeni tehlikelere de işaret ediyor. Uzun süredir bu proje hakkında pek çok bilim insanının ve kuruluşların çeşitli uyarılarını görüyoruz.
Uzmanlar salya sorununun çözümü için arıtma tesisi eksiklerinin acilen giderilmesini ve çalışmakta olanların da yenilenmesini öneriyorlar. Ben bu önlemler alınsa bile salya sorununun çözülmesinin kolay olmayacağını düşünüyorum. İstanbul'da nüfus artmaya ve beton piramit büyümeye devam ettiği müddetçe, Marmara Denizi çöküş yaşayacaktır. Artık bu sorun Marmara Havzası'nda yaşayan herkesi ilgilendiriyor.
Marmara gibi 25 milyonluk nüfusa ve büyük sanayi kuruluşlarına ev sahipliği yapan bir havzanın sürdürülebilir olması için kapsamlı bir yol haritasına ihtiyaç var. Bu amaçla küresel iklim değişikliği konusunda yapılan çalışmalardan yararlanarak Marmara Havzası'nın geleceğini öngörmek gerekiyor. O şartlar altında havzanın su kaynaklarının tarım, sanayi ve yerleşim arasında nasıl paylaşılacağı belirlenmelidir. Bu bölgede, sadece az kirlilik oluşturan sanayi kuruluşlarına izin verilmesi ve diğerlerinin de zaman içinde taşınması planlanmalıdır. Akarsulara dökülen atıkların takip edilmesi de önemli bir çalışma gerektiriyor.
Marmara Havzası'ının yerleşim bölgeleri yeniden yapılandırılırken yeşil alanları genişletecek kentsel dönüşüm planları yapılmalıdır. Çöplerin kaynağında ayrılarak toplanması, atık suların tamamen arıtılması ve yağmur sularının biriktirilmesi gerekiyor. Arıtılmış sular kullanılarak park, bahçe ve tarlalar sulanmalıdır.
Marmara Havzası için oluşturulacak yol haritasının kısa, orta ve uzun vadeli ara hedefleri uzmanlarca belirlenmelidir. Bence bu yol haritası ancak üst düzeydeki bir yetkili tarafından tek elden yürütülebilir.
Dün fethin yıldönümünde İstanbul'u bizlere emanet eden Fatih Sultan Mehmed Han'ı andık. Onun "Ormanlarımdan bir dal kesenin başını keserim" dediği sık sık söylenir. Marmara Denizi'ndeki salya bize Fatih'ten miras kalmadığına göre hesabını da biz vermeliyiz. Çözümünü de biz bulmalıyız.
Salyanın ortaya çıkmasına, yıllardır Marmara Denizi'nin altına süpürdüğümüz atıkların neden olduğunu biliyoruz. İstanbul'daki beton piramidin Marmara'yı zehirlediğini nihayet gözlerimizle gördük. Aslında salya, Marmara Denizi'nin bir ölü denize dönüşmekte olduğunun işaret fişeğidir. Şimdi artık Marmara'nın çevresindeki nüfusun ve kirliliğin azaltılması gerekiyor.
Küresel iklim krizinden en fazla zarar görecek ülkeler arasında Türkiye de var. Sıcaklık artışının tetiklediği salya sorununu yaşayan Marmara Bölgesi'nin artık bir havza olarak yönetilme zamanı gelmiştir. Bu amaçla yerleşim, tarım ve sanayi bölgeleri sürdürülebilir bir şekilde yeniden yapılandırılmalıdır.
Gerekli önlemler alınmadığı takdirde, gelecek nesiller İstanbul piramidi için kurban edilen Marmara Denizi'nin acıklı hikayesini yazacaklar. O zaman kimin akıllı, kimin deli olduğu da ortaya çıkacak.