Geçen hafta, Glasgow’da devam eden COP26 toplantısından bahsederek ülkemizin kâğıt geri dönüşüm sorununu yazmıştım. Beklentileri karşılayamadan tamamlanan COP26 toplantısının, daha da önemlisi iklim ve çevre konularının ülkemizde yeterince tartışılmadığı görüyorum. Bu nedenle, uluslararası projelerde deneyimli bir uzmana bu konulardaki görüşlerini sormaya karar verdim. Akademik çalışmalarını İsveç’te sürdüren Doç. Dr. Zeynep Çetecioğlu Gürol ile söyleşimize başlamadan önce kısaca kendisini tanıtmak istiyorum.
Zeynep Hoca lisans, yüksek lisans ve doktora derecelerini İTÜ’den aldı. Uzmanlık alanları çevre mühendisliği yanında moleküler biyoloji ve genetik oldu. Akademik çalışmalarına İTÜ’de başladıktan sonra İspanya’da ICRA ve İngiltere’de Warwick Üniversitesi’nde misafir araştırmacı olarak çalıştı. Beş yıldır da İsveç’te Kraliyet Teknoloji Enstitüsü’nde (KTH) Doçent olarak görev yapıyor ve Bioconversion (Biyodönüşüm) grubunu yönetiyor. KTH’daki çalışmaları, kaynaktan geri kazanım, yeni nesil atıksu arıtma tesislerinin tasarımı ve sentetik mikrobiyal kültür geliştirilmesi üzerine. Son iki yıldır çalışmaları, Baltık Denizi’nden fosfor geri kazanımı, SARS-CoV-2 virüsünün atık sularda izlenmesi ve erken uyarı sistemi oluşturulması üzerine yoğunlaşmıştır.
Doç. Dr. Zeynep Çetecioğlu Gürol çevre kirliliği ve iklim değişikliği konularında belki de dünyanın en duyarlı ülkesinde yaşıyor. İsveç, genç yaşta bütün dünyaya ve özellikle de öğrencilere çevre bilincini aşılayan Greta Thunberg’in vatanı. Zeynep Hoca sıklıkla Türkiye’ye geldiği için ülkemizdeki gelişmeleri ve sorunları da yerinde görmek ve İsveç ile kıyaslamak fırsatını buluyor. Şimdi gelin, Zeynep Hoca’nın çevre kirliliği, küresel iklim değişikliği ve COP26 hakkında görüşlerini öğrenelim.
Zeynep Hocam, sizce dünya nereye gidiyor? İklim değişikliğini kontrol altında tutabilmek için alınması gereken önlemlerde geç kalındığı anlaşılıyor. Avrupa ülkeleri çevre konusunda duyarlılık göstermeye çalışırken en büyük kirleticiler olan ABD, Çin, Rusya ve Hindistan arkadan geliyorlar. Artık, okyanuslardaki plastik atıkların parçacıkları (mikroplastikler) balıkların dokularında görülmeye başlandı. Sizce COP26’da alınan kararlarla sera gazlarını azaltabilir miyiz, yoksa korkulan gelecek için dönüşü olmayan bir yola mı girdik?
Biraz geç kalındı maalesef. Bunda da en büyük problem hem karar verici mekanizmalar hem de endüstrilerin kendileri. Ne yazık ki bu karar çevre bazlı değil, ekonomi bazlı alındı/alınıyor. Glasgow’da başlayan COP26 İklim Zirvesi’ne katılan davetliler özel jetleri ile geliyorlarsa, hâlâ değişmemiş bir zihniyetle mücadele edilmesi gerektiği ortaya çıkıyor. Biz istediğimiz kadar laboratuvarda daha sürdürülebilir sistemler tasarlamaya çalışalım, maalesef bunun karşılığını gerçek hayatta bulamıyoruz.
Geçmişte, İsveç’in Kuzey Kutbu’na yakınlığı nedeniyle iklim değişikliğinden olumlu etkileneceği öngörülüyordu. İklim değişikliği İsveç’i daha yaşanabilir hale getiriyor mu? Yoksa İsveç’te de beklenmedik etkileri görülüyor mu?
Burada 5. yılımı tamamladım ve her geçen sene hem yaz hem de kış aylarındaki değişimi gözlemleme şansım oldu. Maalesef artık kar yağışı Ocak’tan sonra başlıyor ki buradaki ilk iki yılımda Kasım veya Aralık aylarında kar yağışı başlıyor ve sıcaklıklar eksi değerlere düşüyordu. Yaz ayları ise artık oldukça sıcak ve kurak. En son sert kış 2010-2011 yıllarında yaşanmış ve artık kışlar Stockholm’de yumuşak geçiyor.
Maalesef kutuplarda da bu sıcaklık artışı gözlemlendiği için, buzullardaki erime büyük bir risk oluşturuyor. Su zengini bir ülke olmasına rağmen, İsveç şu anda ileride yaşanacak su kıtlığı için model çalışmaları ve eylem planlarını oluşturmuş durumda. Ayrıca İsveç’in en büyük endüstrilerden biri orman endüstrisidir. Küresel ısınmanın bu endüstriyi oldukça etkileyeceği tahmin ediliyor.
İsveç gelir seviyesi çok yüksek olan bir ülke olmasına rağmen, bildiğim kadarı ile İsveçliler oldukça tasarruflu ve mütevazı bir yaşam tarzını benimsiyorlar. Greta Thunberg yeni elbise satın almayı bile reddediyor. Geçenlerde, başka birinin eskisi olduğu anlaşılan boyundan çok büyük bir elbise ile poz vermişti. Bu davranış orada yaygın mı?
İsveç içinde Greta’nın başlattığı okul boykotu yurt dışındaki kadar büyük bir yankı uyandırmadı, çünkü İsveç bu mantaliteyi çoktan kabul etmiş ve aksiyon almış bir ülke. Bu ülkede kimse kimsenin giyimi ile ilgilenmediği için bu haber benim karşıma çıkmadı, hatta birkaç İsveçli arkadaşıma sordum ama farkında bile olmadıklarını söylediler. Bir diğer nokta ise, sürdürülebilirlik kavramı içerisinde değerlendirilmesi gereken ikinci el eşya kullanımı burada çok yaygın.
Bu kadar zengin bir ülkede ikinci el eşya kullanımının yaygınlığı çok anlamlı. Zeynep Hocam biraz da sizin akademik çalışmalarınızdan bahsedelim. KTH’da araştırma imkanları ile yakın zamana kadar çalışmış olduğunuz İTÜ çevre bölümündeki imkanları karşılaştırabilir misiniz? Kaynak bulabilmek için AB projelerinden mi, yoksa İsveç devletinin kaynaklarından mı yararlanıyorsunuz?
İTÜ Çevre Mühendisliği’nin altyapısı da oldukça iyi durumdaydı fakat KTH’da araştırma bütçelerinin büyüklüğü sebebiyle özellikle moleküler biyoloji ve biyoteknoloji alanında ekipmanlar oldukça yeni ve son teknoloji. Yeni çıkan bir metodu nasıl uygulayacağımı daha az düşünüyorum burada, çünkü o ekipmanlar zaten başka ekipler tarafından özellikle de tıp çalışmaları yapan ekipler tarafından daha önceden edinilmiş oluyor. Gruplar iş birliğine de oldukça açık.
İsveç, AB’nin Ar-Ge kaynaklarından yararlanma konusunda çok başarılı. Ayrıca, projelerimizin çoğu stratejik planlar doğrultusunda ulusal kaynaklardan destekleniyor. Bu sebeple özellikle benim çalışma konum olan, kaynaktan ürün geri kazanımı, sürdürülebilirlik, biyoteknoloji alanlarında ulusal araştırma fonları oldukça fazla ve destekler de gayet yüksek.
Çalışmalarınızda hangi çevre sorunlarına çözüm bulmaya çalışıyorsunuz?
Benim araştırma sorum, “Günümüzde atıksu arıtma tesislerini yeni nesil geri kazanım tesislerine ya da yeni nesil biyorafinerilere nasıl çevirebiliriz?”. Bunun için hem biyoproses tasarımı aşamasında hem de mikrobiyal kültür seviyesinde araştırmalar yapıyorum. Artık, atıklara atık değil de geri dönüşebilir kaynaklar olarak bakılıyor. Bu çerçevede ben de hem değerli maddeleri geri kazanmaya hem de atıklardan üretilebilecek ürünler bulup, proses geliştirmeye çalışıyorum. Aynı zamanda da bu proseslerin verimini nasıl arttırabiliriz ve bu yeni prosesleri daha çevre dostu hale nasıl getirebiliriz gibi arkasından gelen sorulara da cevap arıyorum.
Atıklardan değerli ürünler üretmek çok önemli. Bu projelerinize Türkiye’den katılanlar oluyor mu? Örneğin İTÜ’den meslektaşlarınız ile birlikte proje yapabiliyor musunuz?
Maalesef birlikte proje geliştirme şansımız pek olamadı fakat öğrenci değişimleri oluyor. Ayrıca Türkiye’den misafir araştırmacılar da laboratuvarıma geliyor. Türkiye ve İsveç’in ikili iş birliği çağrıları olursa, çok daha fazla proje yapma şansımız olacağına inanıyorum. Ne yazık ki AB çağrılarının başarı oranı çok düşük, bu yüzden ikili iş birliklerinde daha çok şans olabiliyor.
Araştırmalarınızı yapabilmeniz için ders yükünüzü azaltabiliyor musunuz?
Burada ders yükü Türkiye’ye göre oldukça düşük ama her öğretim üyesinin ders vermesi bekleniyor. Genellikle ders yükü toplamın %20-25’i seviyesinde tutuluyor fakat bu oranın içine dersi hazırlama, sınav kağıtlarının ve ödevlerin okunması da dahil. Bu da araştırma için oldukça geniş bir zaman bırakıyor.
İTÜ ile KTH’yı akademisyenler, idareciler ve öğrenciler açılarından karşılaştırabilir misiniz?
Genel olarak İsveç kültürü daha pragmatik. Bu yüzden öğretim üyesi ve öğrenci ilişkisi daha profesyonel ve sınırları belli. KTH’daki öğrencilerin akademik bilgileri, belli konularda İTÜ’deki öğrencilerden daha az olabilir ama onlar bilgiye ulaşmayı biliyorlar. Kendilerine tanımlanan işleri yapıyorlar ve daha özgüvenliler. Bu davranışa neden olan bir sürü unsur var. İsveç’te öğrencilerin gelecek kaygıları ve ekonomik sıkıntıları yok. Kendilerini derslerine verebiliyorlar. Aslında aynı koşullar öğretim üyeleri için de geçerli. Gelecek kaygısı, geçim sıkıntısı ve kadro telaşı olmayınca, çok başarılı bilimsel çalışmalar yapılabiliyor.
İdari personel açısından durum biraz benzer olabilir ama KTH’ın işleyiş sistemi, İTÜ’den oldukça farklı. Bu yüzden akademisyenin idari personelle daha fazla işi olabiliyor. Gruba alacağınız her kişi için insan kaynakları ile yakından çalışmanız gerekiyor. Her grubun kendi bütçesi ve bir muhasebecisi var, onunla da çok yakın mesai yapılıyor.
Türkiye ve İsveç üniversitelerini özellikle de İTÜ ve KTH’yı çevre eğitimi açısından kıyaslar mısınız?
İsveç genel olarak eğitimde de iş hayatında da kalıplar içerisinde düşünülmeyecek işler yapıyor. Daha geniş bir perspektifle dersler tasarlanıyor ve daha modern pedagojik uygulamalara rastlanıyor. Aslında hoca ve öğrenci arasında güvene dayalı bir ilişki var ve bu durum her iki tarafın stresini azaltıyor. Mesela İTÜ’deki 2 saatlik bir sınav için, KTH’da 4 saatlik bir süre veriliyor. Öğrencinin dönem boyunca öğrendiğini daha rahat gösterebilmesi sağlanıyor.
Çevre Mühendisliği açısından benim için kıyas yapmak zor olacak. Çünkü burada benim çalıştığım bölüm Kimya Mühendisliği. Ayrıca KTH Çevre Mühendisliği bölümü sadece yüksek lisans seviyesinde eğitim veriyor. Öğrenciler yüksek lisansta 3 dönem ders alıp, 1 dönem boyunca tezlerine odaklanıyor. Daha efektif bir sistem olduğunu düşünüyorum. Tezler için genellikle atık su arıtma tesislerinden veya endüstriden bir eş danışman bulunuyor. Bu sayede öğrenci mezun olduğunda daha kolay iş de bulabiliyor.
Türkiye’de çok sayıda çevre bölümü var ve mezunlarının iş bulma sorunu yaşadığını biliyoruz. İsveç’te kaç tane çevre mühendisliği bölümü var ve mezunları iş bulabiliyor mu?
Tam sayıyı vermek çok zor ama hemen hemen her üniversitede çevre bilimi ile ilgili programlar ve bölümler mevcut. KTH’nın mezunları ise çoğunlukla daha mezun olmadan iş teklifi almış oluyorlar. Çevre ile ilgili konularda eğitim alanlar bu ülkede işsiz kalmıyorlar hatta çok iyi şartlarda iş buluyorlar.
Ben Batı ülkelerinde belediyelerin çöp toplama yaklaşımlarının farklı olduğuna şahit oluyorum. Ülkemizdeki çevre uygulamaları açısından İsveç ile kıyaslandığı zaman ne tip farklar görüyorsunuz?
İki ülkeyi karşılaştırmak ne kadar doğru olur bilmiyorum fakat muhtemelen yönetmelikler bazında çok büyük farklar olmasa da uygulama gerçekten çok farklı düzeylerde. Bunun birkaç önemli nedeni var: 1) Nüfus oldukça farklı. İsveç’in toplam nüfusu İstanbul’dan daha az. İsveç’in toplam nüfusu 10 milyon iken, sanırım İstanbul 20 milyona yakın. 2) İsveç’in kişi başına düşen gayri safi milli hasılası, Türkiye’nin 6 katı kadar.
Bu farklar bize aslında vatandaşların öncelikleri hakkında bir fikir veriyor. Geçen Eylül ayında Baltık Denizi ile ilgili ulusal bir toplantıdaydım ve bir panel tartışmasında panelistlerden biri çok güzel bir söz söyledi. “Biz burada sürdürülebilirlik konuşurken, birçok ülkede insanlar sofraları getireceklerin yemeğin telaşındalar” dedi. Bu nedenle, Türkiye’deki vatandaş için çöpü ayrı toplamak, özellikle son ekonomik gelişmelerden sonra bir gündem bile olmayabilir. Bazı ülkelerin önceliği başka ülkeler için lüks olabiliyor. Tabii ki bunun ülkemiz için çeşitli politik ve ekonomik nedenleri var. Biz henüz kendi doğal kaynaklarımıza, tarım alanlarımıza sahip çıkmakta yetersiz kalıyoruz.
Türkiye’de çevre alanında büyük bir adım olarak lanse edilen teknolojiler aslında İsveç’te uygulamadan kaldırılması tartışılan teknolojiler. Mesela anaerobik reaktörlerden metan (biyoenerji) elde edilmesi. İsveç çok uzun yıllardır atık su arıtma tesislerinde artıma çamuru ve yemek atıklarından elde edilen metan gazlarını toplayıp, toplu taşımada otobüslerde yakıt olarak kullanıyordu. Fakat metan gazı da bir sera gazı ve enerji için kullanıldığında karbondioksit gazına çevriliyor. Böylece çok fazla sera gazı üretilmiş oluyor. Bu yüzden 2025’e kadar şehirlerde elektrikli araçlara geçilmesine karar verildi ve İsveç artık metan gazı yerine hangi sürdürülebilir ürünleri üretebileceğine odaklandı.
Bir diğer önemli konu ise atık suların arıtımı: İsveç’te tüm kentsel atık su arıtma tesislerinde ileri arıtım var ve artık AR-GE çalışmaları atık sulardan ürün geri kazanımı üzerine. Umarım Türkiye’de de bu konular artık gündeme yakın zamanda gelir ve henüz revize edilmemiş tesisler atık suların arıtımından öte, biyorafineriler olarak tasarlanır.
Türkiye’deki çevre sorunları konusunda görüşlerinizi merak ediyorum. Son dönemde gündemde Marmara Denizi’ndeki salya, kuruyan göller ve dereler var. Bu konular geçmişte de tartışılmıştı ve uyarılar yapılmıştı. Bu sorunların temel nedeni iklim değişikliği mi yoksa bizim ihmallerimiz mi?
Her ikisi de. Günümüz ekonomik koşullarında Türkiye’de sanırım çevre için yatırımlar öncelikli değil. Su kaynaklarının korunması ve atık suların arıtımı gibi konularda önlem almakta çok geç kalındı. Bir taraftan da iklim değişikliği hem su kıtlığını hem de ekosistemdeki değişimi beraberinde getirdi. Zaten toprak kirliliği ve tarım alanlarının azalması sorunlarımız vardı. Buna ilaveten, şehirleşme ve endüstrileşme doğaya karşı izlenen saldırgan tavır durumun vahametini artırıyor. Orman alanları kaybedildikçe, su kaynaklarımız daha da çok azalıyor. Ekosistem bir dengede devam etmelidir. Oysa biz bu dengeyi bozalı bayağı uzun bir süre oldu.
Geçen bahar aylarından itibaren Marmara Denizi üzerinde görülen müsilaj ciddi bir sorun ile karşı karşıya olduğumuzu gösterdi. Yıllardır derin deniz deşarjı ile ve arıtılmadan dökülen atıklar nedeniyle denizde birikmekte olan kirliliğin sonunda kabul edilemez bir seviyeye geldiğini gördük. Sizce bu konuda gerekli önlemleri alıyor muyuz? Yakın gelecekte bu sorunu aşabilecek miyiz?
Yukarıdaki soruda verdiğim cevap bu soru için de geçerli. Maalesef gerekli önlemler alınmadı. Geçen yaz müsilaj problemi çıktıktan sonra Çevre ve Şehircilik Bakanlığı tarafından bir eylem planı açıklandı ama ne yapıldı son 5 ay içerisinde bilemiyorum. Fakat süratle başta İstanbul ve Kocaeli olmak üzere Marmara Denizi’ne deşarj edilen hem evsel hem de endüstriyel atık suları arıtacak teknolojide arıtma tesisleri inşa edilmeliydi ve mevcutlar iyileştirilmeliydi. Hatta artık atıksu arıtma tesisleri, ürün geri kazanım tesisleri olarak dizayn edilmeli ki ekonomiye katkı sağlayacak bir kaynak elde edilebilsin. Sonrasında doğa üzerine düşeni yapacaktır zaten.
Türkiye’nin Paris İklim Anlaşması’nı geç de olsa onaylamasını nasıl yorumluyorsunuz? Sizce Türkiye’de hangi değişiklikleri beklemeliyiz?
Aslında bu soru Glasgow’da henüz tamamlanan COP26 çerçevesinde cevaplanabilir. Siyasi aktörler, devletler ve büyük ulusal şirketler bu verdikleri sözlerde gerçekten ne kadar samimiler? Eğer kullandıkları dillere dikkat edersek bu bize net bir cevap veriyor. Örneğin, iklim değişikliğine adaptasyon ve karbon yakalama gibi yumuşatılmış ama eyleme geçmeyi geciktirecek terminoloji kullanılıyor. Fakat kimse fosil yakıtı topraktan çıkartmayalım demiyor. Termik santrallerin devre dışına çıkarılması ile ilgili de net bir söz henüz duyamadık. Hala ısınma için doğalgaz kullanılıyor. Petrol rafineriler ne olacak? Büyük endüstriler için nasıl bir yol haritası çizildi? Kısacası Paris Anlaşması’na imza atıldı ama aksiyon planı nedir? Sanırım bu soruların cevabını duyduğumuzda beklentilerimiz netleşecektir.
COP 26 İklim Zirvesi bende ve pek çok insanda hayal kırıklığı yarattı. Greta Thunberg’in dediği gibi, bana konuşulanların hepsi boş laftan ibaret gibi geliyor. Ne zaman fosil yakıtların kullanımı sıfırlanır, sadece söz verilmez ve eyleme geçilir, işte o zaman hem ülkemiz için hem de dünya için bir umut doğar.
Maalesef ben bu konuda hem karamsar hem de biraz umutsuzum çünkü hâlâ devletler için en önemli parametre para ve sermaye. Sermayeyi mutsuz edecek ama çevre için gerekli radikal kararlar alınmadığı sürece devletler istedikleri kadar anlaşmalara imza atsınlar, bu sadece beyhude bir umut olarak kalacaktır.
Zeynep Hocam sorularıma cevap vermek için zaman ayırdığınızdan dolayı çok teşekkür ederim. Bu söyleşiyi tamamlarken gelecekle ilgili projeler konusunda neler söylemek istersiniz?
Ben çok teşekkür ederim. En kısa zamanda fosil yakıt kullanımı sıfırlanırsa, eminim konuşacak güzel ve heyecanlı çevre projelerimiz olacaktır. Özellikle atık sulardan ürün elde edilmesinin ülkemiz için de önemli bir konu olacağı günü heyecanla bekliyorum. Umarım ülkemizde yakın gelecekte yeni nesil atık su arıtma tesisleri tasarlanır. Ayrıca, petrol kaynaklı hammaddelerinin yerini almak üzere biyolojik ürünlerden, katı atıklardan ve atık sulardan elde edilecek ürünlerin kullanımını teşvik edecek düzenlemeler yapılır.
Son Söz: Çevre kirliliği ve küresel ısınma konularında sadece Türkiye değil tüm ülkelerin daha fazla konuşmak yerine bir an önce eyleme geçmeleri gerekiyor.