Gaziantep Belediye Başkanı Sayın Fatma Şahin, halkın oylarıyla seçilmiş belediye başkanlarına yönelik FETÖ ve PKK benzetmesini doğru bulmadığını söyledi bir soru üzerine. Sayın Şahin kendisi de bir belediye başkanı; belediyenin yaptığı yardımların, hele de ekmek ve maske dağıtmak gibi masum yardımların (masum olmayan yardım, mesela İstanbul Belediyesi'ne ait Halk Ekmek'in Arda Turan'ın transferi için Barcelonaya milyonlarca Euro vermesi) terör örgütleriyle ilişkilendirilemeyeceğini çok iyi bilir. Üstelik de aynı WhatsApp grubunda her gün yazıştığı, tanıdığı bildiği insanlar söz konusuyken. Fakat gel gör ki, sorunun çalışmadığı yerden geldiği anlaşılınca, yani ya, lafı edenin Sayın Cumhurbaşkanı olduğu ortaya çıkınca, taktı geri vitese, güzel bir yüksen derece dönüş yaptı ve dedi ki "Bir Ak Partili olarak Cumhurbaşkanımızın belirlediği politikalara aykırı beyanda bulunmamız söz konusu olamaz".
Cumhurbaşkanları yanlış yapmaz mı? Cumhurbaşkanları eleştirilmez mi? Hatta demokrasi dediğimiz idare biçiminin temellerinden biri siyasetçilerin eleştirilmesi değil midir? Bir ülkeye bir lider seçtiniz bir kaç seneliğine. Demokrasilerde öyle oluyor ya, ömür boyu başta kalmak padişahlara mahsus. Seçtiğiniz kişi de, yanlış işler yapmaya başladı ya da yanlış bir şeyler söyledi. Bir dakika demez misiniz? Ben demiştim, bundan tam otuz yıl önce.
Yazım, 20 Ağustos 1990 da Cumhuriyet Gazetesi'nin ikinci sayfasında yayımlanmıştı. İstanbul Tıp Fakültesi, Nöroşirürji Anabilim Dalı'nda dördüncü sene asistanıydım. Yazının başlığı Cumhuriyet ve Cumhurbaşkanı idi. Cumhurbaşkanı Turgut Özal'ı eleştiren bir yazıydı. "Demokrasilerde makam sahipleri yasal yetkilerinin sınırlarını bilmek zorundadırlar. Özellikle de cumhurbaşkanı, anayasayla sınırları net olarak çizilmiş yetkilerini aşmamalıdır. Bu yetkiler aşıldığında bunu anımsatmak kamuoyunun ve bu ülkede yaşayan her yurttaşın hem hakkı hem görevidir. Cumhurbaşkanı Özal ülkenin 'tek adamı' olma yolundadır. Özellikle de bugünlerde bunun anlamı, ülkenin geleceğinin, dünyadaki yeni yerinin şekillenmesinde tek kişinin söz sahibi olmasıdır. Ülkemizin yazgısnın ulusun iradesi dışında belirlenmesine karşı çıkmalıyız. Bugün yarının habercisidir. Bugün tepki göstermezsek yarın doğacak kötü sonuçlardan biz de sorumlu oluruz" diye bodoslamadan eleştirmiştim Cumhurbaşkanı Özal'ı.
Bir yıl önce Berlin Duvarı yıkılmıştı. Sovyetler Birliği dağılıyordu. Dünyada yeni dengeler oluşacaktı. Bu ortamda 2 Ağustos 1990 da Irak Kuveyt'i işgal etmişti. Orta Doğu'da savaş rüzgarları esiyordu. Cumhurbaşkanı Özal bir koyup üç alırız diye ülkeyi Amerika'nın yanında pozisyon alıp savaşa sokma çabasındaydı. Bir yurttaş olarak Cumhurbaşkanı'nın o politikasını eleştirme gereği duymuştum. Şöyle yazmıştım "Türkiye'nin soğuk savaş yıllarındaki stratejik önemi azalmaktadır. Bunun yerine ülkemize Ortadoğu ve İslam ülkelerine yönelik Bat'nın ileri karakolu rolü verilmek isteniyor Bugüne kadar dış politikada rotayı Washington'dan esen rüzgara göre ayarlamanın sıkıntılarını yaşadık, bedelini hala ödemekteyiz. Türkiye yapılanmakta olan yeni dünyada böyle bir rol üstlenmeyi reddetmelidir. Türkiye yalnızca stratejik önemine gereksinildiğinde hatırlanan ve bu önem nedeniyle Batılılarca kabul edilen bir ülke olmaya yanaşmamalıdır. Batıda da, Doğuda da onurlu yerini, dünya barışına katkıda bulunan, insan haklarına saygılı, ulusal bağımsızlığın savunucusu, çağdaş ve ilerici bir ülke olduğu için almalıdır" (O zaman ortada daha Büyük Ortadoğu Projesi yoktu ama biraz tarih, siyaset okumuşsanız gidişatı görmeniz mümkündü).
Aynı gün İstanbul Tıp Fakültesi'nde hakkımda soruşturma açıldı. Fakültedeki Adli Tıp hocasının yaptığı ve beni epeyce rahatsız eden, bana hakarete yeltenen ve cevabını da alan soruşturmasından sonra sıkı bir ceza beklerken, suç unsuru yoktur yazıda diye bir rapor gelmişti. Meğer sevgili hocam rahmetli Prof.Dr. İnan Turantan soruşturmacı hocanın karısını ameliyat etmiş ve o raporunu yazmadan önce kendisine bir şöyle bir görünmüş. Ben zaten o dönem İstanbul Tabip Odası'nın hastane temsilcisiydim ve yönetimin de radarları altındaydım. Ucuz kurtuldum diye düşünüyordum ki bir gün bir sarı zarf geldi. Devlet memuru olanlar bilir, sarı zarf pek de hayra alamet değildir.
Nitekim Üniversite yönetimi ya da Ankara'dan meseleyi takip edenler, soruşturma sonucundan pek memnun olmamışlardı. Bu sefer soruşturma bir üst düzeye taşınmıştı. Sarı zarftan çıkan kağıtta filanca tarih, filanca saatte, İstanbul Hukuk Fakültesi, Ceza Hukuku Bölümün'de bulunmam gerektiği yazıyordu. Başa gelen çekilirdi. O aşamada, önce aynı binada birlikte çalıştığımız Prof. Dr. Gençay Gürsoy, ardından kendisini tanımadığım halde, rahmetli anayasa profesörü Bülent Tanör beni arayarak endişe etmememi, bir sorun çıkarsa benim yazımın altına kendi imzalarını da koyup tekrar yayınlayacaklarını belirttiler. Gençay Abi ve Bülent Bey bir süre sonra kısa süre önce Koronavirüs nedeniyle hayatını kaybeden rahmetli Prof Ülkü Azrak'a yönlendirdiler beni. Yanlış hatırlamıyorsam İdare Hukuku hocasıydı ve bana nasıl ifade vermem konusunda taktik vermişti.
Belirtilen tarih ve saatte İstanbul Hukuk Fakültesi, Ceza Hukuku Kürsüsü'nde hazırdım. Soruşturmacım Ceza Hukuku Hocası idi (Kendisinden izin almadığım için adını yazmıyorum). İçeri girdim, beni yukardan aşağı şöyle bir süzdü. Bir sekreter çağırdı ve bana bu yazıyı neden yazdığımı sordu. Ben tam ağzımı açacaktım ki, sen hiç bir şey söyleme, ben senin yerine ifadeni yazdıracağım dedi. Hoppala bu da nerden çıktı, kafaya koydular, anlaşılan beni yakacaklar diye düşünürken vaziyeti anladım. İnan Abi den sonra, bu sefer de Gençay Abi, Bülent Hoca ve Ülkü Hoca devreye girmişti. İfademi yazdırmaya şöyle başladı Hoca: "Ben bu yazıda anayasa çerçevesinde Cumhurbaşkanı'nın görev ve yetkilerini bilimsel olarak inceledim." "Hocam ne alaka, yazı öyle değildi falan" diyecek oldum, bana ters ters baktı ve benim bu yazıyla cumhurbaşkanının anayasal yetkilerini inceleyen bir bilimsel makale yazdığımı, benim yabancı olduğum bir takım hukuki terimleri de katarak dikte etti. Bana göre 'ifademin' yazdığım yazıyla pek de alakası yoktu. Artık dedim kendi kendime, ne olacaksa olacak boşver, koyver gitsin. Çaktım imzayı ifademin altına. Tam kapıdan çıkarken "Oğlum asistanlığının sonuna gelmişsin, bu dekan, rektör emir eridir, atarlar seni üniversiteden yazık değil mi sana" demişti. Tahmin edebileceğiniz gibi bu soruşturmadan da yazımda suç unsuru olmadığı şeklinde bir sonuç çıktı.
Şimdi düşünüyorum da benim 30 yıl önce yazdığım yazıyı bir üniversite asistanı şimdi yazsa, muhtemelen fakültede, üniversitede soruşturma falan açılmaz, doğruca terör örgütleriyle iltisaklı olmaktan, cumhuriyet savcıları girerdi devreye. Daha bir kaç gün önce, 80 yaşındaki amcayı sosyal medyada başkalarının cumhurbaşkanına yaptığı eleştiriyi beğendi diye karakola götürdüklerini düşünürsek. Ne yazık ki, bugünün rektörleri çok daha fazla siyasetin güdümünde. Üniversiteler de seçim bile kalmadı. Zaten seçilenleri de atamıyor cumhurbaşkanı. Bilimsel açıdan en zayıf hocaları tercih ediyor genellikle. Ama hiç olmazsa o zaman onurlu hocalar vardı, tanımadıkları bir asistana bile sahip çıkıyorlardı söz hürriyeti adına. Enseyi karartmayalım, şimdi de var onurlu hocalar. Üniversitelerimiz onların varlığıyla nefes alıp veriyorlar.