Bir ülkeyi "muasır medeniyetler" düzeyine getirenler, bir ülkenin kaderinde olumlu rol oynayanlar kimlerdir daha çok? O ülkenin gelişmesinde, daha fazla üretir hale gelmesinde, kişi başına düşen milli gelirin artmasında kimin daha fazla etkisi olur? Siyasetçilerinin mi, bilim insanlarının mı?, Topçularının mı, sanatçılarının mı? Tarikat şeyhlerinin mi, kaşiflerinin mi? İmam hatip lisesi mezunlarının mı, fen lisesi mezunlarının mı? Liste uzatılabilir. Dünyanın ve tarihin neresinde durup, ne yöne baktığınızla da ilgilidir vereceğiniz cevap kuşkusuz. Benim durduğum yer ve baktığım yöne göre, bu soruların yanıtları ikinci şıklardır. Türkiye’de uzun zamandır iktidarda olan zihniyetse, ilk şıklardan yana koydu ve koyuyor ağırlığını hep. İleri gitmiyoruz o yüzden. Kadın cinayetleri, kadına şiddet logaritmik arttı, hukuk sistemi çöktü, eğitim sistemi felaket, sanayi üretimi yerlerde sürünüyor ve dünyayı doyurabilecek bir tarım ülkesi olabilecekken buğday ithal eder hale geldik.
Bütün bunlar nereden mi aklıma geldi? Aslında hiç aklımdan çıkmıyor da, geçenlerde kutup keşifleriyle ilgili okuduğum bir kitapta adına rastladığım birinden; Joseph Dalton Hooker’dan... Kendisi bir tıp doktoru, bir botanikçi, bir kutup kaşifi, evrim teorisini ortaya koyan Charles Darwin’in yakın arkadaşı ve kilise önünde savunucusu. J. D. Hooker, 1817 yılında ünlü botanikçi Sir William Jackson Hooker’ın oğlu olarak dünyaya gelir. Yedi yaşından itibaren babasının Glasgow Üniversitesi’ndeki bitki bilimi üzerine derslerine devam eder, bir yandan da Kaptan James Cook gibi kaşiflerin yolculuklarına ilgi duyar. 1839 yılında Glasgow Tıp Fakültesi’nden mezun olur ve bahriyede hekim olarak işe başlar. İlk görevi ünlü kutup kaşifi Kaptan James Clark Ross’un, Antarktika seferinde HMS Erebus gemisinde (Erebus gemisinin öyküsü başka bir yazı konusu) asistan cerrahlıktır. Bitki bilime ilgisi bu yolculukta artar, örnekler toplar. Dört yıl süren seferde daha önce tanımlanmamış deniz yosunları, kara yosunları ve likenler bulur.
Döndüğünde Edinburgh Üniversitesi Botanik Bölümü'ndeki öğretim üyeliği kadrosuna başvurur. Kendisi için tavsiye mektubu yazanların arasında Charles Darwin de vardır. Kadro başka birine verilir. Glasgow'da babasının kürsüsünde bir yer önerilir kendisine, reddeder. İngiliz coğrafya araştırma grubuna katılır, üç yıl sürecek Himalaya yolculuğuna çıkar. Yolculuk maceralarla doludur. Hindistan-Tibet sınırında tutuklanır, topladığı örnekler ve aldığı notlar kaybolur hapisteyken. Kurtulduğunda tekrar toplar. Döndüğünde yazdığı kitap Himalaya Günlükleri’ni Darwin’e ithaf eder. Ardından Antarktika Florası yayımlanır iki cilt halinde. Bu, gezegenin bitki örtüsünü araştırma tutkusu bitmez, Filistin’e, Fas’a ve Amerika’ya gider. Bu yolculuk sırasında "Vahşi Batı"da dolaşır, dağlara tırmanır, kendisi gibi bilim insanlarıyla tanışır. Dünyanın farklı bölgelerindeki floraların kesişim ve ayrışım noktalarını araştırır. Kutup bölgelerinin bitki örtüsünün, buzul çağlarından itibaren olan değişimini inceler. O yıllarda uçak ve motorlu taşıtlar gelişmemiştir, tüm bu seyahatler aylarca sürer. Ülkesine döndüğünde kraliyet botanik bahçelerinin direktörü olur.
J. D. Hooker kraliyet botanik bahçelerini yönetirken, bitki avcıları gönderir Amazon ormanlarına. Onlardan egzotik ve ticari olarak işe yarayabilecek fideler ister. Gelen fideler arasında kauçuk ağacı fideleri de vardır. Onları eker, büyütür ve Uzakdoğu’daki İngiltere kolonilerinde en ideal yetişebileceği yerlere gönderir. Birkaç on yıl sonra İngiltere’nin kauçuk endüstrisi parlarken, Brezilya’nın kauçuk endüstrisi sönmeye yüz tutar. Okuduğum kitabın yazarı olan İngiliz, bunu botanik emperyalizmi olarak niteliyordu ve ülkesi adına olumluyordu.
Daha gençliklerinden itibaren Charles Darwin’le sürekli iletişim halindedirler. Darwin doğal seleksiyon teorisini geliştirirken sürekli mektuplaşırlar. Darwin’in kitaplarının kopyalarını daha yayımlanmadan okur. Darwin, teorisini ortaya koyduğu "Türlerin Kökeni" yayımlandıktan bir ay sonra Hooker’ın "Tazmanya Florası Üzerine Dersler" isimli kitabı yayımlanır. Bu kitapla resmi olarak Darwin’in teorisini savunan ilk bilim insanı olur. Darwin’in kitabı yayınlandıktan tam yedi ay sonra Oxford Üniveristesi Müzesi'nde bir münazara yapılır, din adamları ve bilim insanları teoriyi tartışırlar. J. D. Hooker teoriyi savunanlar arasındadır (Oxford münazarasında piskopos Wilberborce, antropolog Huxley’e sürekli büyükannesi veya büyükbabasının maymundan gelip gelmediğini sorar. Yanıt tarihe geçmiştir. Atalarının maymun olmasından asla utanç duymayacağını, ancak yeteneklerini ve bilgi birikimini gerçeği gizlemek için kullanan bir insanla aynı türden olmaktan gerçekten utacağını söyler Huxley).
Bir akademisyen olarak akademisyenler arasındaki kişisel kavgaları, husumetleri ve birbirlerinin ayağını kaydırmak, enerjisini tüketmek için harcadıkları çabayı hiç anlamamışımdır. J. D. Hooker da nasiplenmiştir bu çekememezlikten. British Museum’un Doğal Tarih Bölümü sorumlusu Richard Owen, Hooker’a yıllarca diş bilemiş ve yerinden etmek için çeşitli ayak oyunları tezgahlamıştır, hatta bir parlamento üyesini üzerine salmıştır. Olay aslında basittir, bitki bilimle ilgili bazı koleksiyonlar British Museum’da mı sergilensin, yoksa Hooker’ın başında olduğu Herbarium (Bitki Örnekleri Müzesi) da mı sergilensin? Sonunda kazanan J. D. Hooker olur ve Kraliyet Doğal Bilimler Derneği’nin başkanlığına seçilir.
Hayatım boyunca böyle adamlara, böyle kadınlara hayran oldum. Antarktika’ya giderler, Himalayalar’a tırmanırlar, hapis yatarlar, at sırtında aylarca yolculuk yaparlar, hayatlarını riske atarlar, bir bitkinin peşinde dünyanın bir ucuna giderler, ciltlerce kitap yazarlar. Doğayı anlamaya ve anlatmaya çalışan insanlardır onlar. Bu gezegene ve üzerinde yaşayan canlılara değer verirler, ülkelerini severler, yaşamayı ciddiye alırlar, Nazım’ın söylediği gibi:
"Yaşamayı ciddiye alacaksın,
yani o derecede, öylesine ki
mesela, kolların bağlı arkadan, sırtın duvarda
yahut kocaman gözlüklerin,
beyaz gömleğinle bir laboratuvarda
insanlar için ölebileceksin,
hem de yüzünü bile görmediğin insanlar için,
hem de hiç kimse seni buna zorlamamışken,
hem de en güzel en gerçek şeyin yaşamak olduğunu bildiğin halde."